Hak Dostlarından Hikmetler
Altınoluk Dergisi, 2024 – Mayıs, Sayı: 459
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Nâz olur işi hûbun,
Çoktur gamı mahbûbun,
Sarptır yolu matlûbun,
Âsân eline girmez…
“Güzelin işi, sevene naz etmektir. Sevenin gönlü, sevdiğinden ayrılığın gam ve hicrânıyla doludur. Gönüllerin tâlibi olduğu güzele ulaşan yol, sarp bir yokuştur; ona kolay erişilmez.”
[Sevilen uğrunda çekilen meşakkatler, gerçek bir sevene zor gelmez, bilâkis haz verir. İlâhî takdir neticesi başa gelen mihnet ve meşakkatler veya Allah yolunda karşılaşılan zorluklar da, Hak âşıkları nazarında, hep birer ecir kapısıdır. Nefsin tezkiyesine, kalbin tasfiyesine, mânen tekâmül etmeye, böylece Hakkʼa yakın bir kul olmaya vesîledir.
Zira Hakkʼa vuslat yolunda zahmetsiz rahmet, çilesiz saâdet olmaz. Nitekim hadîs-i şerîfte de buyrulduğu üzere; Cennetʼin etrafı, nefse ağır gelen nice zorluklarla çevrilidir.[1] Nefsin süflî arzularını aşmadan, o engeller de aşılamaz.
Dolayısıyla Hak dostu ârifler, hangi zorluklarla sınanmış olurlarsa olsunlar, yollarından dönmez, istikâmetlerinden tâviz vermezler. Aslâ bezginlik ve ümitsizliğe kapılmazlar. Bütün zorlukların ardındaki kolaylığı, rahmeti, hikmeti ve saâdeti düşünürler. Bu sâyede, bir hayırdan diğerine koşarak, ömürlerini Cenâb-ı Hakkʼın râzı olduğu güzelliklerle doldurmanın şevk ve heyecanı içinde yaşarlar.
Bu gayret, ârif kullara müstesnâ bir huzur hâli verir; mânevî bir kuvvet, metânet ve mukâvemet kazandırır; ezâ, cefâ ve sıkıntıları unutturur.
Nitekim sahâbe efendilerimiz de, asıl hayatın âhiret hayatı olduğu şuuruyla yaşadıkları için, dünyanın cefâsı da safâsı da gözlerinde küçülmüş ve ehemmiyetini yitirmişti. Allah ve Rasûl’üne duydukları muhabbet sebebiyle, Allah yolunda canlarından ve mallarından fedakârlıkta bulunmak, onlar için bir zahmet veya külfet olmaktan çıkmış, bilâkis târifsiz bir lezzet ve saâdet vesîlesi hâline gelmişti.
Günümüzde; “krizleri fırsata çevirmek” tâbiri sıkça kullanılmaktadır. Bir mü’min de, şer gibi görünen hâdiselerin perde arkasında nice hayırların bulunabileceğini hatırından çıkarmayıp, o zorlukları uhrevî bir kazanca çevirme firâsetiyle hareket etmelidir.
İbrahim Hakkı Erzurumî Hazretleri ne güzel söyler:
Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler.
Ârif ânı seyreyler;
Mevlâ görelim neyler?
Neylerse güzel eyler!..
Hak dostları nezdinde; çile, iptilâ, mihnet ve meşakkatler -sabır ve rızâ ile tahammül edildiği takdirde- günahlara kefâret ve terfî-i derecât vesîlesi olan, yani insanı mânen arındırıp seviye kazandıran ilâhî armağanlar mesâbesindedir.
Nitekim Hüdâyî Hazretleri de bu hissiyât ile şöyle buyurur:
Cefâdan yüz çevirmez, derd-i gamdan lezzet almıştır,
Benim dîvâne gönlüm, çok belâdan arda kalmıştır…
Allah yolunda çekilen çileler, kul için âhirette âdeta bir şeref madalyası olacaktır. Ayrıca bu mihnet ve meşakkatlere mâruz kalmak, kula acziyet ve hiçliğini hatırlatarak Cenâb-ı Hakk’a daha çok ilticâ etmeye ve yakınlık kazanmaya vesîle olduğu için de, hakîkatte paha biçilmez bir kıymet taşımaktadır.
Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleriʼnin şu sözleri de bu hakîkatin bir ifadesidir:
“Aşk gülistanının yolunda dikenden korkulmaz. Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım.
Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam, rüyamda Gül’ü görürüm.”
İşte hayatın med-cezirleri karşısında şikâyet ve sızlanmayı unutup sabır ve tahammül gösterebilmek için, onları ebedî saâdet vesîlesi imtihanlar olarak gören bu ârifâne bakış açısı, hepimizin yoluna ışık tutmalıdır.
Pakistanʼın mânevî mimarı Muhammed İkbal, hayatın zorluk ve meşakkatlerine tahammülün, kişinin mânevî olgunluğunu artırıp bunu tescîl etme fırsatı sunduğunu, temsîlî bir hikâye ile ne güzel anlatır:
“Câhil bir ceylân, olgun bir ceylâna dert yanıyordu:
«–Ben artık bu avcıların şerrinden bıktım. Zira ovalarda avcılar pusu kurmuşlar, gece-gündüz biz âhûların izinde dolaşıyorlar. Bundan sonra Kâbe’de, (avlanmanın yasak olduğu) Harem-i Şerîf bölgesinde yaşayacağım. Orada yatıp kalkar, orada otlarım. Artık avcı derdinden selâmete ermek istiyorum. Gönlüm biraz da huzura kavuşsun!..»
Bunları dinleyen tecrübeli ve güngörmüş ceylân der ki:
«–Ey akıllı dostum! Yaşamak istiyorsan tehlike içinde yaşa! Kendini dâimâ bileyi taşına vur; cevheri temiz bir kılıçtan daha keskin yaşa! Unutma ki tehlike, kudreti imtihan eder.
Mekke’de yaşamak kolaydır. Fakat sen kalbini ve îmânını, zorluklar içinde, çilelerin ortasında test et! Zira beden ve rûhunun nelere kâdir olduğunu, sana o çileler bildirir.»”]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Gülü gör kim bu denli hâr içinde,
Ne hoş sultan geçer ezhâr içinde…
“Bunca dikenin içindeki gülü gör ki, çiçekler içinde ne güzel bir sultan olmuştur…”
[Güzelliği ve hoş râyihasıyla gözleri ve gönülleri okşayan güller, nasıl ki dikenlere katlanarak bu zarâfet ve letâfeti elde ediyorsa, sabırla tahammül edilen çileler de müʼmini olgunlaştırıp “insan-ı kâmil” olma yolunda seviye kazandırır. Bunun içindir ki; “Sabır acıdır, lâkin meyvesi tatlıdır.” denilmiştir.
Şunu unutmayalım ki, bir zaferin şerefi de, ona ulaşmak için katlanılan meşakkatler nisbetinde büyüktür. Nitekim;
‒Mekke devrinin ezâ, cefâ ve çileleri, Medîne İslâm Devletiʼnin doğuşuyla neticelendi.
‒Ensâr ve Muhâcirlerin Medîneʼde, müşrik, münâfık ve yahudîlerin ezâ, cefâ ve ihanetlerine sabrederek âdeta akrebin kıskacında yoğrulmaları, Mekke Fethiʼne ve ardından nice gönüllerin ve beldelerin İslâm ile şereflenmesine giden yolu açtı.
‒Rum ateşleri, kızgın yağlar ve ok yağmurları altında Bizans surlarına tırmanırken büyük bir îman vecdiyle; “Bugün şehidlik sırası bize geldi!” diye haykıran Fâtihʼin askerleri, İstanbulʼu fethederek Peygamber müjdesine nâil oldular…
Yani büyük zaferler, hep büyük fedakârlıkların ardından gelmiştir. Bugün yeryüzünde yaşanan acılar ve çekilen sancılar, bilhassa Gazzeli din kardeşlerimizin dâsitânî sabır ve tahammülleri de, -inşâallah- bütün insanlık nezdinde, büyük doğuş ve uyanışların müjdecisi olur.
Velhâsıl bugün dünya hayatının mihnet ve meşakkatlerine Allah için sabreden müʼminler de Cenâb-ı Hakkʼın lûtf u keremiyle ebedî bir saâdete nâil olacaklardır.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Cenâb-ı Pâk’ine lâyık amel yok,
Yine âhir kerem, Mevlâ Sen’indir…
Nesi var kulun eksiklikten artuk?
Yine lûtf u kerem, Mevlâ Sen’indir…
“Yâ Rabbi! Sen’in, bütün noksanlıklardan münezzeh olan Zât’ına lâyık hiçbir amelim yok. Ancak Sen’in keremine sığınırım. Kuldan hatâ, kusur ve noksanlıktan başka ne sâdır olabilir ki? Yine Sen’in lûtf u keremini ümîd ederim!”
[Allâhʼın Habîbi ve peygamberlerin imâmı olan Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün ashâbına:
“–Orta yolu tutunuz (aşırıya gitmeyiniz), dosdoğru olunuz. Biliniz ki hiçbiriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.” buyurmuşlardı.
Sahâbîler:
“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye hayretle sordular. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah, rahmet ve keremiyle beni bağışlamış olursa, o başka!” cevâbını verdi. (Müslim, Münâfikîn, 76, 78)[2]
Yani Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allah Teâlâʼnın rahmeti tecellî etmezse, yaptığı sâlih amellerin bir “hiç” hükmünde kalacağını beyan buyurdu.
Dolayısıyla Hakkʼa kulluk için sâlih ameller işlemek lâzımdır, fakat kâfî değildir. Bizler de yakın zaman önce, fazîleti hakkında ilâhî ve nebevî birçok müjdenin bulunduğu bir Ramazân-ı Şerîf ve bin aydan hayırlı bir Kadir Gecesi geçirdik. Gücümüz yettiğince ibadet ve sâlih amellerimizi artırmaya gayret ettik. Fakat şunu unutmayalım ki duâlarımız gibi bütün amellerimiz de Cenâb-ı Hakkʼın kabûlüne muhtaçtır. Belki hiç farkında olmadığımız bir gaflet veya kusurumuz, amellerimizi boşa çıkarıverir de, biz onların Hak katında makbul olduğunu zanneder dururuz.
Bu itibarla, Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk vazifelerimiz hususunda elimizden gelen bütün gayret ve îtinâyı göstermekle birlikte, bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün kusurlarımızı affedip amellerimizi de bütün noksanlıklarımıza rağmen kabul buyurmasını, acziyet ve mahviyet duyguları içinde Rabbimizʼden niyâz etmeliyiz.
Nitekim Hak dostları; “اِعْمَلْ وَاسْتَغْفِرْ : Sâlih ameller işle ve hemen ardından istiğfâr et! Kulluk edebi bunu gerektirir!” buyurmuşlardır.[3]
Yani Allâhʼa kulluk yolunda elimizden gelen gayreti göstermeli, fakat bu amellerimize güvenmeyip Cenâb-ı Hakkʼın affına, rahmetine, lûtf u keremine ilticâ etmeliyiz.
Hak dostları da, bu hususta büyük bir edep ve hassâsiyet içinde yaşamışlardır. Meselâ ilim ve irfandaki yüksek pâyesi sebebiyle, yaşadığı asırda kendisinden “Güneşler Güneşi” diye bahsedilen Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, işlediği sâlih amellere güvenmediğini, yalnız Cenâb-ı Hakkʼın rahmetine umut bağladığını dile getirmiş ve bu hissiyât içinde, talebelerinden son nefesini îman selâmetiyle verebilmek için duâ talebinde bulunmuştur.
Şunu da çok iyi idrâk etmeliyiz ki Cennet, sırf çalışmakla kazanılamayacak kadar kıymetli bir mükâfattır. Sâlih ameller, böyle bir mükâfâta ermek için değil, ancak Hak Teâlâʼnın bize lûtfettiği; yoktan var edilmek, varlıklar içinde eşref-i mahlûkât olan bir insan kılınmak, insanlar içinde ehl-i îmân olmak, sıhhat ve âfiyet gibi, saymaktan âciz kaldığımız bütün ilâhî nîmetlere şükredebilmek maksadıyla îfâ edilir. Cennetʼe girebilmek ise, ancak Rabbimizʼin lûtf u keremiyle mümkündür. Yoksa -meşhur tâbiriyle- bütün bir ömür boyunca yapılan ibadet ve sâlih ameller, sadece bir göz nîmetinin bile karşılığı olamaz.
Diğer taraftan, Cenâb-ı Hakkʼın rahmetinden ümit kesercesine bir gaflet içinde;
“‒Nasıl olsa amellerimiz bizi kurtaramaz, o hâlde ne gerek var yorulmaya?” deyip, ibadet ve sâlih amelleri terk etmek de; hem nefse prim vermektir, hem de şeytanın tuzağına düşmektir.
Evet; sırf amellerimiz bizi kurtarmaya yetmez. Fakat ibadet ve sâlih amellere gayret etmeden ilâhî rahmeti temennî etmek de beyhûde bir beklentidir. Bunun içindir ki Hüdâyî Hazretleri;
“Amele mûcib, Cennet değilse de, sebebiyet mukarrerdir. Hazret-i Hak, her hâlde muînimiz ola.”[4]
Yani “Cennet, amellerle kazanılamazsa da, o yolun sâlih amellere devam etmekten geçtiği muhakkaktır. Cenâb-ı Hak her hususta yardımcımız olsun.” buyurmuştur.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Erse hidâyet askeri,
Kullar olur gamdan berî,
Eyle inâyet mazharı,
İhsan Senʼin, gufran Senʼin…
“Hidâyet askerleri olan tebliğ ve irşâd ehlinin, gönüllerini îman nûruyla aydınlatabildiği kullar, ebedî gamdan / hüzünden kurtulurlar. Ey ihsan ve gufran sahibi Allâhʼım! Bizi yardımına mazhar eyle!”
[Nasıl ki beldeleri gazâ orduları fethederse, gönülleri de hidâyet ordusu olan tebliğ ve irşad askerleri fethederler. İlâhî hakîkatleri insanlara ulaştırıp kalpleri vahiyle buluşturabilme hizmetleri, en büyük cihadlardandır. Nitekim bu gâyeye hizmet eden âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanlarından kıymetli görülmüştür.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-ʼı Hayberʼe gönderirken ona;
“Allâhʼa yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakkʼın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete erdirmesi, (en kıymetli dünya nîmeti sayılan) kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” buyurmuştur. (Buhârî, Ashâbuʼn-Nebî 9, Cihâd 143)
En büyük nîmet; İslâm ile şereflenmektir, Allâhʼı ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi kalben tanımaktır. Dünya bizim olsa, fakat Allah ve Rasûlʼünü tanımamış olsaydık neye yarardı?!. Zira dünya fânî, îman nîmetinin kazandıracağı saâdet ise bâkîdir.
Her nîmetin şükrü kendi cinsinden olur, denilmiştir. İşte îman gibi muazzam bir nîmetin şükür borcunu ödeyebilmek için ashâb-ı kirâm, insan olan her yere büyük bir cihad aşkıyla sefer etti.
Nitekim Vedâ Haccıʼna iştirâk edebilen yaklaşık 120.000 sahâbîden sadece 20.000 kadarı Haremeyn-i Şerîfeynʼde medfundur. Yani ashâb-ı kirâmın büyük çoğunluğu, nâil oldukları îman nîmetini ondan mahrum bulunan gönüllere ulaştırabilmek için, -âdeta toprağa saçılan tohumlar misâli- dünyanın dört bir tarafına dağıldılar. Çin’e, Semerkand’a, Kuzey Afrika’ya giderken, bir gölgenin gövdeye olan sadâkatiyle tâbî oldukları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbetini de sînelerinde taşıdılar. Gidebildikleri son diyardaki kabirleriyle de, o yöre halkı için maddî-mânevî bereket vesîlesi olmaya devam ediyorlar.
Hak dostlarından Süfyân-ı Sevrî Hazretleri de:
“Horasan’a gidip tebliğde bulunmak; Mekke’de mücâvir olmaktan (orada ikāmet etmekten) senin için daha kazançlıdır.” buyurarak, ashâbın fiilen sergilediği bu tebliğ ufkuna işaret etmiştir.
Hakîkaten ashâb-ı kirâm için hayatın en kıymetli anları, insanlara tevhîd mesajını ilettikleri zamanlardı. Bir sahâbî, îdam edilmek üzere iken kendisine üç dakika zaman tanıyan bedbahta teşekkür etmiş ve:
“−Demek ki sana hakkı tebliğ edebilmek için üç dakikalık vaktim var. Umulur ki hidâyet bulursun.” demiştir.
İşte ashâb-ı kirâmın bu samimî gayretlerine Cenâb-ı Hakkʼın lûtfettiği bereketle, İslâm kısa sürede kıtalara yayıldı.
Moğol istilâlarının İslâm âlemini kasıp kavurduğu asırlarda, Orta Asya’dan yükselen hidâyet meşʼalesi, Yesevî dervişleri vâsıtasıyla, Anadolu’dan Balkanlara kadar geniş bir coğrafyada gönülleri tenvir etti, kalpleri fethetti.
1. Murad Han, Kosova’yı fethettiğinde Anadoluʼnun fazîletli insanları oraya yerleşti. Onların nezih yaşayışlarına hayran olan Arnavutların yüzde doksanı müslüman oldu.
Yine Fatih Sultan Mehmed Han da İstanbulʼun fethinden on sene sonra Bosna’yı fethetti. O bölgeye, gönül ehli, temiz Anadolu insanını yerleştirdi. İslâmʼın güzelliklerini hâl ve davranışlarında sergileyen bu müʼminlere meftûn olan Boşnakların tamamı hidâyetle şereflendi.
Yani İslâm’da fetih; toprakları kanla sulamak değil, gönülleri İslâm ile ihyâ etmektir. Nitekim Bosna ve Kosova’da, asıl fetih olan gönüllerin fethi, zâhirî kilitleri açan kılıcın geri dönmesinden sonra gerçekleşti. Anadolu’nun bağrında yetişmiş gönül erlerinden oluşan mü’min âilelerin “güzel ahlâk ve hâl ile tebliğ” seferberliği neticesinde, büyük kitleler İslâm ile şereflendi.
Bugün bizim vazifemiz de;
‒En yakınlarımızdan başlayıp tebliğ ve irşad faaliyetlerine imkânımız nisbetinde gayret etmek veya destek olmaktır.
‒Ulaşabildiğimiz her yerde hak ve hakîkatin sesini yükseltip bâtılı susturmaya çalışmaktır.
‒Etrafımızdaki mânevî yangınlardan insan kurtarabilmektir.
Aksi hâlde, ulaşma imkânımız olup da gaflet ve ihmâlimiz sebebiyle alâkadar olmadığımız insanlar yüzünden, kıyamet günü müşkül durumlarla karşılaşabileceğimizi unutmamalıyız.
Bu hususta Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:
“Biz, (ashâb-ı kirâm arasında şu hakîkati) duyardık:
Kıyâmet günü bir kişinin yanına, hiç tanımadığı biri gelir ve yakasına yapışır. Adam şaşırır ve:
«‒Benden ne istiyorsun? Ben seni tanımıyorum ki!» der.
Yakasına yapışan kişi ise:
«‒Dünyada iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkaz etmezdin, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.”[5]
Hakîkaten, tebliğ ve irşad mesʼûliyetinin ihmâli, kişiyi hem bu dünyada hem de âhirette pek çok sıkıntılara dûçâr eder. Bunun içindir ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin şu îkâzına ciddiyetle dikkat kesilmek îcâb eder:
“Bana hayat bahşeden Allâh’a yemin ederim ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ya da Allah kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9)
Şunu da unutmayalım ki gerçek bir müʼmin, kendi ebedî kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiğini bilen, fedakâr insandır. Dolayısıyla, hidâyet mahrumlarına tebliğ ve müsterşidi irşad faaliyetleri, müʼminler için en mühim kulluk vazifelerinden biridir.
Hak dostu âlim ve ârif kullar da, tebliğ ve irşad yolunda, şartlar ne kadar menfî olursa olsun, samîmiyetle gayret etmiş, zorluklar karşısında bahâne üretmek yerine çâreler aramışlardır. Cenâb-ı Hak da onların hâlisâne gayret ve fedakârlıklarına müstesnâ bir bereket ihsân eylemiştir.
Şâzelî meşâyıhından Derkāvî rahmetullâhi aleyh- şöyle der:
“Üstâdım beni bir kabileye gönderiyordu. Ona dedim ki:
«–Gittiğim yerde mânevî sohbetler yapıp hasbihâl edebileceğim bir Allâh’ın kulu bile yok, yapayalnız kalacağım…»
Bana üstâdımın cevâbı şöyle oldu:
«–Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın!»”
Yani kendin arayıp, bulup, yetiştireceksin. Zor hizmetleri hep başkalarından bekleme kolaycılığına kaçmayacaksın. Hiçbir tarladan emeksiz mahsul alınamaz. Sen de gayret edeceksin ki senin tarlandan da kaktüsler, dikenler yerine, mis kokulu güller, rengârenk sümbüller ve birbirinden lezzetli meyveler yetişsin…
Velhâsıl, gönüller fetheden tebliğ ve irşad ordusunun samimî bir neferi olabilmek, yahut onlara maddî-mânevî destek verebilmek, Hakk’ın rızâsını celbeden çok kıymetli bir amel-i sâlihtir. Nitekim bir mü’min için, Cenâb-ı Hakk’ın şu medhine nâil olmaktan daha büyük bir mazhariyet düşünülebilir mi:
“(İnsanları) Allâh’a dâvet eden, sâlih ameller işleyen ve «Ben müslümanlardanım.» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)
Yine Rabbimiz, kendilerinden râzı olduğu ve ebedî kurtuluşa erdirdiği sâlih kullarından olmamızı arzu ederek şöyle buyurmaktadır:
“Sizden, hayra dâvet eden ve iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)]
Cenâb-ı Hak biz âciz kullarını, İslâmʼı yaşayışıyla temsil ve tebliğ eden; hayra anahtar, şerre kilit olan; elinden, dilinden, hâlinden ve kālinden ümmetin müstefîd olduğu sâlih kullarından eylesin. Hatâ ve kusurlarımızı bağışlayıp cümlemizi lûtf u keremiyle râzı olduğu bahtiyar kullarının zümresine ilhâk eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Bkz. Buhârî, Rikāk, 28.
[2] Ayrıca bkz. Buhârî, Rikāk 18, Merdâ 19.
[3] Bkz. Muhammed Ma‘sûm, Mektûbât, I, 83, no: 92.
[4] Aziz Mahmud Hüdâyî, Sohbetler (Hazırlayan: Sâfi Arpaguş), 9. Sohbet, Vefâ Yay. İstanbul 2010.
[5] Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, Beyrut 1417, III, 164/3506; Rudânî, Cemʻu’l-Fevâid, trc. Naim Erdoğan, İstanbul ts., V, 384.