Yıl: 2003 Ay: Ocak Sayı: 03
–Efendim, Allâh dostlarının pek çok vasıfları var. Bunların içerisinden bilhassa ifade etmek istediğiniz husûsiyet nedir?
–Allâh dostları, insanların en kâmilleridir. Her hâlleri güzellik ve mükemmellik arz eder. Gönülleri, ulvî bir teslimiyet neşvesiyle Allah ve Rasûlü’ne dost olduğu için onlar, bütün mahlûkatla dost olarak yaşarlar.
Bu Hak dostları ki, doğan güneşe, ışık huzmelerinin gurûbda resmettiği rengârenk tablolara, hayrete gark olmuş bir sûrette bakar ve her vesile ile mârifetullâh, yâni vuslat ufkuna kanat çırparlar. Gönüllerindeki merhamet akışları, vahşî hayvanları dahî mûnis hâle getirir. Onlar, bir yılana bile muhabbet dolu gözlerle nazar ettiklerinden, başkalarının duyduğu ürküntü yerine, bu hayvanın derisindeki hârelere, ayakları bulunmamasına rağmen hareketlerindeki sür’at ve cevvâliyeti temâşâ eder de, o hayvanın şahsında ilâhî san’atın meftûnu ve hayrânı olurlar.
–Efendim, bu anlattıklarınıza bir misâl rica etsek?
–Bu hususta pek ibretli sayısız misâller vardır. Muhterem pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’tan işittiğim büyük Hak dostu Sâmi Efendi Hazretleri ile alâkalı bir hâdiseyi nakledeyim:
Bir hac mevsiminde Sâmî Efendi Hazretleri, Medine-i Münevvere’de kerpiç bir evde kalmaktadırlar. Bir ara evin bir köşesinde oraya çöreklenmiş büyükçe bir yılan görülür. Hazret-i Pîr’in etrafındakiler telaşlanıp yılanı öldürmek isterler. Ancak gönlü, Hâlık’tan ötürü bütün mahlûkâta muhabbetle dolu olan Efendi Hazretleri:
“–Haycancağıza ilişmeyin! O, geldiği gibi gitmesini de bilir…” buyurarak yılanın bertaraf edilmesine mânî olur.
Gerçekten de bir müddet sonra hayvancağız evde bir daha görülmez…
Burada ifade etmek gerekir ki, güneş için ısıtmamak nasıl imkânsız ise, yüksek ruhlar için de mahlûkâta acımamak, onlara merhamet etmemek ve sergiledikleri ilâhî san’at karşısında duygusuz kalmak, öyle imkânsızdır.
–Efendim, Sâmî Efendi gibi sâlihler bu yüce makamlara nasıl eriştiler?
–Hiç şüphesiz selîm bir kalb ile… Zîrâ kalb-i selîm sâhibi olan Hak dostları, kâinatı asıl sanatkârı olan Rabbimiz ve O’nun her biri bir san’at hârikası olan eserleri karşısında hayret ve heyecân duyan bir gönül ile yaşarlar. Kudret-i ilâhiyyenin tabiatta vücûda getirdiği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatın zevkine ererler. Sermâyesi aynı toprak olan bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerine, bunlardaki maddî-mânevî cümbüş, incelik ve derinliklere; ağaçların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine; ancak bir iki haftalık ömrü olduğu hâlde, kelebeğin kanatlarındaki hârika desenlere, insanın yaratılışındaki hârikulâdeliğe nazar ederler ve gözün görmesi, beynin idrâk etmesi gibi sonsuz ilâhî hârikalar ve bunların “lisân-ı hâl” denilen sırlı beyânlarına dikkat ederek ilâhî kudret akışları karşısında duygu derinliğine nâil olurlar.
Böyleleri için bütün bir kâinât, artık okunmaya âmâde bir kitap gibidir. Bunlar, satırdaki ilimleri aşmışlar, sadırdaki, yâni gönüllerdeki ilmin sır ve hikmetine ulaşmışlardır. Tıpkı bir zamanlar Selçuklu Medresesi’nde kitaplarına gömülmüş kendi hâlinde bir müderris iken, gönlü aşkla dolu Şems adlı âşık bir dervişin irşâd nazarlarıyla kıvılcım alıp, aşk ateşiyle yanmaya başlayan Mevlânâ gibi. O Mevlânâ ki, bu sûretle aşk iklîmine yeniden doğduktan sonra, zâhirî ilme âit kitapları ikmâle ilâveten onların bâtınına da nüfûz etmiş, artık kâinâtın esrar ve nakışlarını okumaya başlamıştır. Ancak bundan sonradır ki, insan, kâinât ve Kur’ân’ daki sır ve hikmetleri fâş eden bir feryadnâme olan Mesnevî adlı şâheser vücûd bulabilmiştir.
İşte bu gibi hâllere nâil olabilmek, ancak müminin kalbindeki aşk, istîdâd ve iktidârını inkişâf ettirdiği nisbette mümkündür.
–Efendim, bu inkişâfın şüphesiz birçok yol ve metotları vardır. Bunlar içinde en mühimmi hangisidir?..
–Allâh için bütün mahlûkâta, bilhassa insanoğluna hizmettir. Hizmet, İslâm ahlâkının en esaslı umdelerinden biridir. Gerçek hizmet de, rûh gibi berraklaşarak nefs engelinin aşılması, menfaatlerden vazgeçerek insanların gönüllerine yayılmak sûreti ile Rabbin aranmasıdır. Menfaat gâyesi güdülmeyen her samîmî hizmet, kulu ilâhî vuslata ileten bir köprüdür. İslâm’da hizmet ahlâkını sembolleştiren müessese de, infaktır. Kâmil mânâda gönle yerleşen Allâh sevgisi, mü’mini, hizmete yönlendirir ve ona merhamet eğitimi yaptırır…
–Biraz daha açabilir misiniz? Nasıl bir merhamet eğitimi bu?
–Bunu İbrahim bin Ethem Hazretleri’ne âid şu kıssa ile anlatayım:
İçlerinde İbrahim bin Ethem’in de bulunduğu üç-dört kişi virane ve kapısı bulunmayan bir mescidde ibadet ediyordu. Bir müddet sonra uyudular. Ancak üzerlerine örtecek bir şey yoktu ve kapıdan da soğuk ve sert bir rüzgâr esmeye başlamıştı. Kapıyı kapatacak bir şey bulamayan İbrahim Ethem Hazretleri, bunun üzerine sırtındaki cübbeyi çıkarıp mescidin kapısına gerdi ve o soğukta üstü açık yattı. Arkadaşları kalkıp da İbrahim Ethem Hazretleri’nin cübbesini kapıda görünce hayret ettiler ve:
“Ey İbrahim, neden böyle yaptın?” diye sordular.
O da:
“Dışarıda çok şiddetli bir soğuk ve sert bir rüzgâr vardı. Hasta olmayasınız diye cübbemi kapıdan gelecek soğuğa karşı bir set yaptım. Zîrâ sizlerin hasta olması ile ben sizden daha fazla ızdırap çekerim…” dedi.
Bu kıssa da gördüğümüz gibi Hakk’ın sevgili kulları, kendisine hizmet edilmesini bekleyenler değil, bilâkis ellerinden geldiğince insanlara, hattâ bütün mahlûkâta hizmeti zevk ve lezzet hâline getiren fazîlet sahibi kimselerdir. Onlar, bu hususta bambaşka bir ferâgat ve fedâkârlık rûhuyla nice diğergâmlıkların tezâhür ettiği müstesnâ gönüllerdir. Zîrâ hayatlarına yön veren yegâne düstur:
“Bir kavmin efendisi, onlara hizmet eden kimsedir.” hadîs-i şerîfidir.
Aşağıdaki şu ifadeler de, öz olarak hizmetin maddî ve mânevî ehemmiyetini ne güzel sergiler:
“Biz bu yoldaki mesâfeleri, sadece tasavvuf kitaplarını okuyarak değil, okuduklarımızı imkân nispetinde tatbik etmek ve halka hizmetle kat ettik. Herkesi bir yoldan götürürler, bizi de hizmet yolundan götürdüler.” (Ubeydullah Ahrar -kuddise sirruh-)
***
“Hizmet, bir taraftan başkalarına faydalı olmaya vesîle olurken, diğer taraftan da gayret ve ihlâsları nispetinde hizmet edenlerin feyz alıp yükselmelerini sağlar. Böylece belki de kendilerine isâbet eden fâide, hizmetlerinde bulundukları kişilerden daha ziyâdedir.”
***
“Hizmet ehli bir ırmak gibidir ki, uzun yollar boyunca binbir canlıya; insana, hayvanâta, ağaca, güle, sümbüle, bülbüle hayat vererek akıp gider. Bu ırmağın varacağı menzil de Cenâb-ı Hakk’ın ebedî vuslat deryâsıdır…”
***
“Hizmetteki fazîlet, kendini güçlü-kuvvetli ve sıhhatte gördüğün zaman, şükrâne olmak üzere zayıfların yükünü çekmektir…” (Şeyh Sâdi)
***
“Muhabbetle dolan kalb, affedici olur. Eğer sen, yalnız kuru bir sûretten ibâret olursan, öldüğün zaman cismin gibi isminle de ölürsün. Eğer kerem sâhibi ve ehl-i hizmet olursan, ömrün, cesedinden sonra da fedâkârlığın ve gönüllere girdiğin kadarıyla devam eder… ” (Şeyh Sâdi)
***
“Rûhâniyet dolu kalblerden, güzel ahlâk, amel-i sâlih ve mânevî olgunluk tezâhürleri sâdır olur.”
***
“Hizmet eden kişinin gönlü, münbit bir toprak gibi olmalıdır. Toprağın üzerinde gezen canlılar, onu çiğner ve cürûfunu da oraya dökerler. Fakat toprak, bu cürûfun hepsini temizler ve sonra çeşit çeşit güzellikte nebatlar bitirerek üzerinde dolaşan bütün mahlûkâtı besler…”
***
“Gönül feyzinden mahrum bir hizmet, çöle dökülen bir kova su misâlidir. Kurak arâziye atılan bir tohum, tarla fârelerinin kursağında yok olmaya mahkûmdur. Gönülle atılan hizmet tohumları ise istikbâlin çınarlarıdır. Bu sebeple hizmet insanı, gönlüne seviye kazandırmak mecbûriyetindedir.”
***
“İlâhî aşk iklîminden beslenen hizmet arzusu, kalbde mekân bulduğunda, kulu sonsuzluğun seyyahı eyler. Kalb, Haccâc-ı Zâlim’in katılığından çıkar, Yûnus’un şefkat postuna bürünür. Bu rûh ile sahip olunan ilim, san’at ve ahlâk, mest edici bir ebedîliğe kavuşur.”
Bu hususta daha söylenecek çok kelâm-ı kibâr var, ancak şimdilik bu kadarıyla iktifâ edelim…
–Efendim, bu güzel sohbetinizden dolayı candan teşekkürlerimizi arz ederiz.
–Ben de teşekkür ederim. Allâh cümlemize bildiklerimizle amel etmeyi nasip etsin. Âmin.