Rasûlullah (s.a.s.) Ne Öğretti? Nasıl Öğretti?

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Eylül, Sayı: 235

EN ZİRVE İNSAN TERBİYECİSİ

Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bütün cihâna muallim olarak gönderdi. O’nu bizzat terbiye etti ve insanlığın en zirve mürebbîsi, en muvaffak terbiyecisi eyledi. Fahr-i Kâinât Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın bu lutfuyla câhiliyye insanından bir fazîletler medeniyeti inşâ etti.

Bu mükemmel ve müstesnâ eğitimin sırları, üslûp incelikleri, biz ümmeti için en mühim irşad esaslarındandır.

O’nun kurduğu fazîletler medeniyetinin fârikaları şunlardır:

TEFEKKÜRÜ ÖĞRETTİ

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- câhiliyye insanını, bütün hâdisâtı ve mahlûkātı Allâh’ın adıyla okumaya ve tefekkür etmeye yönlendirdi.

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’deki ilk emri şu âyet-i kerîmedir:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ ۝١

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1)

Gören, duyan ve hisseden kalpler; bu kâinatta ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinden başka bir şey görmezler.

Bu âlemdeki kevnî âyetler olan güllerin, sümbüllerin, bülbüllerin hâl lisânına âşinâ olurlar.

Her varlıkta Cenâb-ı Hakk’ın «el-Bârî» ve «el-Musavvir» esmâsının tecellîlerini seyreder; rüzgârların, nehirlerin, dağların sessiz beyanlarını işitirler.

Kudret-i ilâhiyyenin tabiatta vücuda getirdiği sonsuz hârikaların zevkine ererler:

–Sermâyesi aynı toprak olan bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerine, bunlardaki menevişlere; ağaçların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine,

–Ancak bir-iki haftalık ömrü olduğu hâlde kelebeğin kanatlarındaki muhteşem desenlere,

–İnsanın yaratılışındaki hârikulâdeliğe nazar ederler ve gözün görmesi, beynin idrâk etmesi gibi sonsuz ilâhî hârikalar ve bunların «lisân-ı hâl» denilen sırlı beyanlarına dikkat kesilirler.

Yani kâinat bir tefekkür dershânesi, bir îman lâboratuvarı. Burada inanmamak için akla iptal damgası vurmak lâzım, ahmak olmak lâzım, kalbin kör olması lâzım. Alık ve abus olması lâzım.

Bir çiçeğe bakalım:

Bir kara topraktan nasıl çıkıyor? Onun renkleri ve desenleri için kaç kolorist, kaç dekoratör çalışıyor?.. Cenâb-ı Hak kime veriyor bunu? İnsanın olmadığı diğer gezegenlerde, yıldızlarda niye böyle tecellîler yok?

Demek ki;

Bu sanat, insanın tefekkür etmesi, sanattan Sanatkâr’a ulaşması ve Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıması için…

Her varlık, Cenâb-ı Hakk’ın bir delili. Tabiî ârif olanlar için. Gafillere ise her şey gaflet sebebi.

Bu hikmeti ifade için ârif bir zât diyor ki:

“Bu cihan, âkiller (akıl sahipleri) için seyr-i bedâyî (yani ilâhî sanatı ibretle temâşâ) vesilesidir; ahmaklar için ise yemek ile şehvetten ibarettir!”

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî de şöyle diyor:

“İdrak sahipleri için ağaçlardaki her bir yaprak, mârifetullah (yani Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilme) husûsunda bir dîvandır, mufassal bir kitaptır. Gafiller için ise bütün ağaçlar, tek bir yaprak bile değildir.”

İslâm’ın en mühim berekâtından biri, insanın gönül âlemini inkişâf ettirmesidir. Bunun için kul; Kur’ân’ın kavlî, Kâinat Kitabı’nın ise kevnî âyetlerinin tefekküründe derinleşmelidir. Zira;

–Salkım salkım yıldızlı âvizelerle süslenmiş gökler,

–Türlü ziynetlerle bezenmiş yeryüzü,

–Sayısız ilâhî nakışlarla tezyîn edilip insana âdetâ bir endam aynası olarak ihsân edilen bu muhteşem kâinat, asla gayesiz ve tesadüfî bir kuruluş manzarası vermemektedir.

Bilâkis her zerresinde nice sır ve hikmetlerin bulunduğunu, idrak sahiplerine hâl lisânıyla beyân etmektedir.

Hakikaten, beşer idrak ve zevkinin ötesinde, âdetâ bir gelin odası îtinâsıyla döşenmiş olan bu kâinat, -bitkileriyle, hayvanlarıyla, insanlarıyla, cemâdâtıyla- en küçük hücrelerine, zerrelerine, hattâ atom içindeki elektron, nötron, proton ve daha keşfedilememiş kuarklar gibi esrarlı unsurlarına kadar, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin vitrini mesâbesindedir. Eser Müessir’in, sanat Sanatkâr’ın şâhididir.

HAKK’A DOSTLUĞU ÖĞRETTİ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bütün hayatını;

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) âyet-i kerîmesi üzere yaşadı. Ümmetine de dâimâ, Cenâb-ı Hak ile beraber olmayı telkin etti.

Nitekim hicret esnasında Hazret-i Ebûbekir ile Sevr mağarasında beraberken ona;

لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا

“…Mahzun olma, çünkü Allah bizimle beraberdir…” (et-Tevbe, 40) beyânıyla, bu hakikati tâlim ve telkin etti.

Efendimiz’in bildirdiği ve yaşattığı esaslara göre; kulun, Cenâb-ı Hak ile dostluğa erişmesi ancak şu vazifeleri gerçekleştirmesiyle mümkündür:

  • Kul, nefsânî arzularını bertaraf edecek,
  • Rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirecek,
  • Bütün ibâdetlerini huşû ile îfâ edecek,
  • Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâlinden nasipler almaya gayret edecek,
  • Kalbi vahiy ile bir âhenk teşkil edecek. İşte o zaman kemal başlar.

Velhâsıl;

Cenâb-ı Hak kulunun kendisi ile dost olmasını arzu ediyor. Dâimâ Kendisine sığınmasını, değişen şartlar altında, Zâtından râzı olmasını istiyor.

Gerçekleşecek dostluk neticesinde de; başından geçecek en zor hâdiseler karşısında dahî, kulun şu ilâhî müjdeye nâil olacağını bildiriyor:

اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ ۝٦٢

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)

KİTAP ve SÜNNET’E DAVET ETTİ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hirâ’da gelen; «Oku!» emrine ittibâ ile tefekkürü öğretti.

Sevr’de gelen; «Allah bizimledir!» telkiniyle, Allah ile dostluğu öğretti. Dostluğun ve istikametin şartını da;

Vedâ Hutbesi’nde; «Kitap ve Sünnet’e Sarılmak» olarak şöyle beyan buyurdu:

“Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler;

  • Allâh’ın kitâbı Kur’ân-ı Kerim ve
  • O’nun Peygamberi’nin sünnetidir.” (Hâkim, I, 171/318; Muvattâ, Kader, 3)

Vedâ Hutbesi, en mükemmel bir insanlık beyannâmesidir. Kur’ân ve Sünnet’in ikmâl edildiğinin, saâdet dolu bir ömür için Kitap ve Sünnet ile, yani hayatın bütün safhasının İslâm ile yaşanması gerektiğinin telkinidir.

Zira İslâm’ın yaşanması neticesinde, bir Fazîletler Medeniyeti inşâ edilmiş oldu.

KUR’ÂN’I ÖĞRETTİ, KUR’ÂN’LA ÖĞRETTİ

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kur’ân’ı kıraat edip hayatıyla bizzat yaşayarak insanları hidâyete sevk etti.

Ashâb-ı Suffe’de yetiştirdiği Kur’ân muallimleri ile cehâlet karanlıklarını giderdi.

Ebû Talha -radıyallâhu anh- anlatır:

“O Rasûller Sultanı, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. O, bu hâliyle ayakta durmuş ve «Ashâb-ı Suffe»ye Kur’ân öğretiyordu.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Hedef, Kur’ân’ı yaşamak ve yaşatmaktır. Buna muvaffak olanı, Cenâb-ı Hak muhafaza buyurur. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Ey îmân edenler! Siz kendinize bakın (kendinizi düzeltin). Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez…” (el-Mâide, 105)

Nitekim âhirzaman fitneleri içerisinde de ümmetin içinde bir tâifenin dâimâ hak üzere devam edeceği ve kimsenin onlara zarar veremeyeceği hadîs-i şerifte müjdelenmiştir.

KULLUĞU ÖĞRETTİ

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insana değer verdi. Onu esfel-i sâfilîn çukurundan çıkarıp en şerefli varlık seviyesine yükseltti.

İnsanın şerefine kavuşması, yaratılış gayesini yerine getirmesiyle olur. İnsanın yaratılması; «kulluğun yerine getirilmesi» ve «Cenâb-ı Hakk’ın bilinmesi» gayesine mâtuftur.

En mühim husus, kulluğun tâlimidir. Bu da kitaptan okumakla öğrenilmez!

Hayatın bütün muhtevâsında, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e benzemeye çalışmak, her hususta O’na tâbî olmakla mümkün olur. Rabbimiz, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e itaati kendisine itaat olarak şöyle zikrediyor:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

Bizler de, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ne kadar tâbî olabilirsek, o kadar öğreniriz. Evliyâullah hazerâtına baktığımız zaman görüyoruz ki, onlar hep Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tâbî olmakla öğrendiler. Bu sebeple tasavvuf yolu mârifetullah yoludur. Bu yola câhil giren ârif çıkar: Zira evliyâullah, nebevî ahlâkın zamanlara yayılmış zirve temsilcileridir.

Efendimiz’e yaklaştıkça; nefisler terbiye oldu, nefsânî arzular eridi, rûhânî zevkler zirveleşti.

İbrahim bin Edhem Hazretleri buyuruyor ki:

“İlâhî muhabbetteki vecd, lezzet ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Mesela, Yûnus Emre’nin, Tapduk Emre Hazretleri’nin terbiyesinde yetişmeden evvel bir Dîvân’ı yoktu. Bir şiir bile söylemiş değildi.

Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî, Fîhi mâ Fîh vs. eserleri Şems-i Tebrîzî ile görüşmesinden sonra ortaya çıktı.

Bu mârifetullah neticesinde kalpte sır ve hikmetler tecellî etti. Zâhir ile bâtın birbirini tamamlayıcı unsurlar oldu. Böylece, kâmil insan şahsiyeti vücut buldu.

Yani evliyâullah; fizikteki birleşik kaplar misâli, yaşayışlarını Allah Rasûlü’ne benzetmeye çalışınca, Cenâb-ı Hak da onların kalbî melekelerine ufuklar açtı. Kavlî âyetlerin müfessiri oldukları gibi, kevnî âyetlerin de müfessiri oldular.

Bu sebeple bizler de;

Sünnet-i Seniyye üzere yaşamanın azminde olacağız. Efendimiz’e medyûn-ı şükrân hâlinde yaşayacağız.

GÜZEL AHLÂKI ÖĞRETTİ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; güzel ahlâkıyla, yalansız ve hilesiz bir hayat telkin etti.

O toplumda kimse kimseyi aldatmadı ve huzur içinde yaşadı.

Kalp ve beden âhengi içinde edâ ettikleri namaz, onları fahşâ ve münkerden muhafaza etti.

Sabırla ve hiçbir zaman yılmadan Kur’ânî hakikatleri anlattı.

Bir akarsuyu dağın üzerinden aktarmamız mümkün değil. Lâkin dağın etrafından dolaştırarak onu arzu ettiğimiz menzile götürebiliriz.

Yol uzundur, sabır ister, lâkin netice hayırlıdır. Sanki bir gram altını elde etmek için bir ton toprağı elemek gibidir.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

  • Öfkeyi hilm ile yenmeyi öğretti.
  • Şehvetin de nikâh yoluyla, helâl dairesi içerisinde nasıl hayra yönlendirileceğini tâlim etti.

İnsanların nefs-i levvâmeden kurtularak, nefs-i mutmainne mertebesine çıkmasına vasıta oldu.

O’nun ulvî terbiyesinde yetişen Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:

“Sâlih ve sâdık insanlarla beraber olun, onlarla oturup kalkın ki; (onların karakter ve şahsiyeti sizlere sirâyet etsin.)

İnsanlar hayatta iken sizleri özlesinler, vefât ettiğinizde de sizlere hasret duysunlar.”

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî de şöyle der:

“Öyle bir hayat yaşa ki, öldüğün zaman insanlar; «Bir güneş battı, bir yıldız kaydı!» diye seni rahmetle ansınlar.”

CÖMERTLİK ve FEDÂKÂRLIĞI ÖĞRETTİ

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in 23 senelik nebevî hayatı, devamlı bir fedâkârlık tâlimi idi.

Gönülleri Hakk’a râm eyledi, insanları cennete vâsıl edebilmek için muttasılan / lâ yenkatî, tatili olmayan bir hayat yaşadı.

Cömertlikte benzeri yoktu ve bütün sahâbesini bu şekilde terbiye etti. İnsanlara infâk ederken bir akarsu gibiydi. Terbiyesinde yetişen
ashâb-ı kirâm için de cömertlik en büyük bir lezzetti.

Cömertliğin ileri derecesi olan îsârı, başkasını kendi nefsine tercih etmeyi öğretti.

Kıymetli mallardan cömertçe infâk etmeyi öğretti.

Kıyâmet günü verilecek hesaba hazırlanmanın lüzûmunu idrâk ettirdi.

ÖRNEK OLARAK ÖĞRETTİ

Sahâbî, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şahsında insanlıkta bir âbide gördüler. Âhirette O’nunla beraber olabilmek için, bu dünyada canlarını ve mallarını seve seve bezlettiler.

Âyet-i kerîmede buyuruluyor:

“Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

Gerek ibâdette, gerek muâmelâtta, İslâm’ı büyük bir aşk ve vecd içinde yaşadılar. Bu aşk ile İslâm’ı dünyanın dört bir tarafına taşımanın gayretinde oldular. Çin’e, Semerkant’a, Kayravan’a gittiler. Bunu kendileri için en büyük bir nimet bildiler. Sînelerinde dâimâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i taşıdılar. Yorulmadılar, üşenmediler; büyük bir huzur, neşe ve rûhâniyet ile hidâyet seferberliği içerisinde oldular.

Dünyada nâil oldukları bu rûhânî lezzetin, âhirette de devamını arzu ettiler. Bu sebeple onları en çok sevindiren şu hadîs-i şerif olmuştur:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Ashâbın, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le beraberlik için gösterdiği fedâkârlıklara ve bu gayretleri gösterirken nasıl bir gönül huzuru ve mâneviyat içinde olduklarına bir misal verelim:

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönderdiği Kur’ân talebeleri pusuya düşürülmüştü. Bu fâcia günü baskın yapanlar arasında bulunan Cebbâr bin Sülmâ, şu hâdiseyi anlatır:

“Müslümanlardan, beni İslâm’a davet eden Âmir bin Fuheyre’ye mızrağımı sapladım! Mızrağımın göğsünü delip geçtiğini gördüm! O ise bu hâldeyken;

«–Vallâhi kazandım!» diyordu. Kendi kendime;

«–Neyi kazandı ki?!. Ben onu öldürmüş değil miyim?!.» dedim. Bu sırada cesedi semâya yükseldi ve gözden kayboldu. Şâhit olduğum bu hâdise, müslüman olmama vesile oldu.” (İbn-i Hişâm, III, 187; Vâkıdî, I, 349)

CİHÂDI / GÖNÜL FETHİNİ ÖĞRETTİ

Peygamber Efendimiz; şehirlerin ve toprakların fethinden çok, insan gönlünü fethetmenin saâdetini telkin etti.

İslâm’a göre cihad;

  • Zulmü bertaraf ederek insanları huzura kavuşturmak ve
  • Hidâyetlere vesile olabilmek için yapılır.

Yoksa kılıç;

  • Toprağı kanla sulamak,
  • Güç gösterisinde bulunmak ve
  • Mal kazanmak için kullanılmaz.

Asıl fetih, kalplerin fethidir. Kılıca ve kaba kuvvete dayanan, toprakları kanla sulayarak yapılan işgaller, insanlığın yüz karasıdır.

Tarih şâhittir ki;

Kendi akıllarının dar hudutlarına mahkûm olmuş bulunan mağrur Firavun, Nemrut, Atillâ, İskender, Hülâgû ve emsalleri, yaptıkları zulümlerle bütün insanlığın düşmanı ve yüz karası oldular. Vaktiyle onların muhteşem sarayları üzerine doğan güneş, bugün harâbeleri üzerine doğuyor.

Buna mukabil;

Vahyin feyziyle yoğrulup «kalb-i selîm»e nâil olan, dostluk ve muhabbetin ilâhî menbaına erişerek gönüllerini bir rahmet dergâhı hâline getiren Mevlânâ, Bahâüddîn Nakşibend, Abdülkādir Geylânî ve emsâli Hak dostları ise hayatları boyunca, hattâ vefatlarından sonra bile insanlığın dostu olarak kaldılar. Kıyâmete kadar da bütün insanlığın dostu olarak kalacaklardır.

Gerçek fetih, gönüllerin fethidir. Hizmetin ve aşkın fetihleridir. Yürekleri Allâh’a taşıyan fetihlerdir.

Bu fetihleri de ancak Hakk’a râm olan Hak dostları îfâ edebilir.

GERÇEK İLMİ ÖĞRETTİ

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ilim öğrenmeyi ve öğretmeyi teşvik etti. İlmin ve öğrenmenin insanı insanlıkta zirve hâline getirdiğini öğretti.

Şöyle buyurdu:

“Öğreten, öğrenen, dinleyen yahut da ilmi seven/destekleyen ol,

  • Beşincisi olma (bunların dışında kalma!), helâk olursun!” (Dârimî, Mukaddime, 26)

Böylece, ilimden uzak kalmanın helâk sebebi olduğunu tâlim etti.

Âyet-i kerîmede;

“…Size ancak az bir ilim verilmiştir.” (el-İsrâ, 85) buyuruluyor.

İnsan, kendisine ihsân edilen bu azıcık ilmi; ilâhî azamet tecellîlerini idrâke, ilâhî kudret akışlarını tefekküre basamak eyleyecek.

Şayet kul;

Verilen bu az ilimle amel edip takvâya vâsıl olabilirse, Allâh’ın lutfu ve ihsânıyla ârif hâle gelir. Böylece mârifetten, yani Allâh’ı hakkıyla tanıyabilmekten hisse almaya başlar. Ona esrâr-ı ilâhî açılır.

Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyuruluyor:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“…Allah’tan ittikā edin, Allah size (ihtiyacınız olan şeyleri) öğretir…” (el-Bakara, 282)

TAKVÂYI ÖĞRETTİ

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; en büyük ilmin takvâ ilmi olduğunu, takvâ olmayınca hiçbir ilmin fayda vermeyeceğini öğretti.

Namaz, oruç, zekât ve haccın rûha bir vitamin olduğunu ve huşû içinde edâ edilmesi gerektiğini telkin etti. Böylece güzel, zarif ve hassas bir insan meydana getirdi. Havf ve recâda en çok âlimler zirveleşti. Zira âyet-i kerîmede buyuruluyor:

اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ
مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰؤُا

“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28)

Demek ki;

İlmin kalpteki ölçeği, havf ve recâ hâlinde yaşanmasıdır.

Ashâb-ı kiram da, Efendimiz’den tâlim ettikleri bu takvâ hâli ile, şüpheli ve haramlardan ateşten kaçar gibi kaçtılar. Zarâfet timsâli, yıldız şahsiyetler oldular.

Velhâsıl zihnî ilim, okumakla; kalbî ilim, ehline tâbî olmakla öğrenilir. O sûrette kalpte sırlar ve hikmetler tecellî eder, tefekkür ufku artar.

GERÇEK BİLENLER

Ashâb-ı kiram, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in irşâdıyla «gerçek bilenler»den oldular. Gönüllerinde büyük bir tefekkür ufku açıldı.

  • İnsan vücudunun bir damla sudan,
  • Kuşun basit bir yumurtadan,
  • Ağacın ve meyvelerin yok denilecek kadar küçük bir çekirdekten meydana gelişleri üzerinde derin derin tefekkürler başladı.
  • Hayat, Allah rızâsına endekslendi.
  • Merhamet, şefkat ve hakkı tevzîdeki derinlik zirveleşti.
  • Sahâbe-i kiramda; Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenmek, en büyük gaye oldu.
  • Kuzey Afrika fethedildi, ganîmetler geldi. Fakat onların riyâzat hâli ve evlerinin dekoru değişmedi.
  • İsraf ve cimrilikten şiddetle sakındılar. Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş; sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı oldu.

“Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı” telâkkîsi gelişti.

Velhâsıl;

Onlar, hem yaşadıkları zamanı hem de kendilerinden sonraki çağları şekillendirdiler. İnsanı, özüyle tanıştırdılar.

Velhâsıl,

İslâm medeniyeti, Kur’ân-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in eğitimine ve hayat tarzına dayanır.

Yerli ve millî bir eğitim modeli geliştirmek istiyorsak, medeniyetimizin kurucusu Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in eğitim tatbikatını öğrenmeye ve hayata geçirmeye muhtacız.

DÜNYEVÎ İLMİ, UHREVÎ İLİMLE MEZCETMEYİ ÖĞRETTİ

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz mahallelere bir nevî çocuk yuvası açtı, okuma yazma seferberliği başlattı. Kabiliyetli çocuklara özel eğitim verdi. Toplumun her kesimini, kabiliyetine göre vazifelendirdi.

Gençleri meslek sahibi yaptı, dilenciliği önledi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ilme teşviki iledir ki; kısa zamanda İslâm’ın hâkim olduğu bölgeler medrese, mektep, kütüphâne, rasathâneler ile doldu taştı. Batı Orta Çağ’da cehâlet karanlığı içinde yaşarken, müslümanlar; matematik, tıp, optik, kimya, fizik, coğrafya gibi ilim dallarında bütün cihânı hayran bırakan keşifler yaptılar.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aklı, vahyin çerçevesinde kullanmayı öğretti.

KADINI EĞİTTİ

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; kadın ve kızlara değer verdi, onların eğitimine çok ehemmiyet gösterdi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; çocuklar arasında müsâvat yapılmasını, fakat kız çocuklarına daha ayrı bir ehemmiyet verilmesini emir buyurdu. (Bkz. Ahmed, I, 101; İbn-i Hacer, el-Metâlibu’l-Âliye, IV, 69; Heysemî, IV, 153)

Zira hanım, ailenin temeli olup; nesiller, onların terbiyesiyle yetişecektir.

Şöyle denilmiştir:

“Bir erkeği terbiye edin; bir insanı yetiştirmiş olursunuz.

Bir hanımı terbiye edin; bir aileyi, hattâ toplumun büyük bir bölümünü yetiştirmiş olursunuz.”

Cenâb-ı Hak, Meryem Vâlidemiz’i ve annesi Hanne Hatun’u örnek verir.

  • Hanne Hatun; evlâdının âhiretiyle dertlenmiş, onu daha doğmadan mâbede, bugünkü karşılığıyla Kur’ân mektebine göndermeyi adamıştı.

O evlât, Meryem Vâlidemiz oldu. İffetiyle, ibâdetiyle, hizmetiyle kerâmetlere nâil oldu. Sonunda Hazret-i İsa’yı mûcizevî şekilde dünyaya getirdi. İsmi Kur’ân’da geçen tek hanım oldu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Âişe Vâlidemiz’i hanımlara muallime olarak vazifelendirdi. Âişe Vâlidemiz’in 300 tane talebesi vardı. Bu sebeple Efendimiz şöyle buyurmuştu:

“Dîninizin üçte birini Âişe’nin evinden öğrenin!” (Deylemî, II, 165/2828)

Hatice Vâlidemiz; İslâm için fedâkârlıkta bulunan, vefâ ve sadâkat timsâli bir sâliha hanım modelidir.

Fâtıma Vâlidemiz; gönlü Rasûlullah sevgisi ile dopdolu olan, kanaatkâr, ehl-i hizmet bir sâliha hanım modelidir.

ÇOCUĞU EĞİTTİ

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz çocukları sevdi, gönüllerini kazanmak için hediyeler verdi. Hediyeleşmeyi tavsiye etti. Çocuklarla oyun oynadı, İslâm’ı telkin etti, Kur’ân’ı sevdirdi ve sevdirmeyi tavsiye etti.

Şöyle buyurdu:

“Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin:

  • Peygamber sevgisi,
  • Ehl-i beyt sevgisi ve
  • Kur’ân kıraati…” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 226)

Hicretten sonra, 10 yaşındaki Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ı Efendimiz’e hizmet etmesi için getirdiler. Böyle küçük bir çocuğun 53 yaşındaki Peygamberimiz’e hakkıyla hizmet edemeyeceği mâlûmdur. Fahr-i Kâinât Efendimiz; onu kabul etti ve onu öyle bir gönül kıvâmıyla terbiye etti ki, Enes -radıyallâhu anh- ömrünün sonuna doğru şöyle diyordu:

“–Sevdiğim (Rasûlullâh)’ı rüyamda görmediğim hiçbir gece yoktur!” (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, V, 330)

HERKESİ EĞİTTİ, HERKESE ÖĞRETTİ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; toplumdaki her karakter, makam ve mevkideki insanlar arasında fark gözetmeden onları terbiye etti.

Efendimiz’in her seviyeden talebesi oldu. Fakat her bir talebesine de vakit ayırdı. Hiçbir zaman ashâb-ı kiram arasında bir ayrım yapmadı. Zengini, fakiri, garibi, yoksulu, bîçâresi ile ayrı ayrı ilgilendi.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz yaşardı ve yaşadığını yaşatırdı. Yetiştirdiklerini de kabiliyetlerine göre vazifelendirirdi.

Kimisi çoban, kimisi vali, kimisi kurrâ, kimisi kumandan, kimisi tüccar olurdu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; her karakteri, ihtiyacına uygun bir şekilde tedavi etti, yetiştirdi.

Meselâ;

  • Hazret-i Muaz’ı Yemen’e vali olarak göndermeden önce onu uzun müddet yetiştirdi. Ona hidâyet ve hakkı tevzî etmeyi öğretti.
  • İffeti bilmeyen bir insan geldi, ona insanlık şiârı olan nâmus ve iffeti tâlim etti.
  • Merhamet yoksunu bir insan geldi, onun vicdanını tedavi etti.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her karaktere nümûneydi.

Meselâ;

  • Bir hâkim, mahkûma misal değildir.
  • Büyük servet sahibi bir zengin, garip bir fakire misal teşkil etmez.

Fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; kıyâmete kadar her sınıftan insana, her karaktere, her meslek erbâbına örnek ve nümûne-i imtisal oldu. Zira O’nun yüksek terbiyesi, kıyâmete kadar gelen bütün insanlara bir rahmettir.

FİRÂSETİ ÖĞRETTİ

Peygamber Efendimiz; zorlaştırmadan, nefret ettirmeden, sevdirerek tâlim etmenin yollarını bizlere telkin etti:

Şöyle buyurdu:

“Kolaylaştırın zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” (Buhârî, İlim, 11)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ashâbını mizaçlarına ve seviyelerine göre terbiye ve irşâd etti. Tabiri câizse, her bir sahâbîsinin rûhuna girecek bir damar buldu.

Yanlış damara yapılan iğne nasıl ki apse yaparsa, sonda söylenecek sözü başta sarf etmek de muhataba fayda yerine zarar verir.

Dolayısıyla bir müslüman da; peygamberlerdeki fetânet sıfatından hisse alıp, akıl nimetini en verimli bir şekilde kullanacak.

Kime, neyi, ne zaman, nerede ve nasıl söyleyeceğini ve ne şekilde davranacağını iyi bilecek.

Meselâ;

Habeşistan’da Kur’ân okuması istendiğinde, Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh- inkârcılara meydan okuyan âyetleri değil de, içinde Hazret-i İsa -aleyhisselâm- ve annesinden medh ü senâ ile bahsedilen Meryem Sûresi’ni okudu. Necâşî’nin hidâyetine vesile oldu. (İbn-i Hişâm, I, 358-360)

ŞEFKATLE, MERHAMETLE EĞİTTİ

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; talebelerini evlâdı gibi sevdi.

En küçük yaştan kemal devresine kadar, onlarla yakından alâkadar oldu. Onlara duâ etti. Talebelerinin -Bi’r-i Maûne’de olduğu gibi- zulme uğraması, gözlerini yaşarttı.

Dâimâ merhametli ve şefkatli davrandı. Kaba ve sert davranışlar O’nu çok müteessir ederdi. Zira kendisi her ahvâlde mütebessimdi.

Zor öğrencilere özel îtinâ gösterdi, kusurları sıkça bağışladı.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hiçbir öğrencisinden vazgeçmedi. Her gönlün İslâm ile şereflenmesi için çok büyük gayret gösterdi. Öyle ki, Cenâb-ı Hak; zaman zaman O’nu, hidâyetin Allah’tan olduğunu bildirerek tesellî etti.

Hiçbir zaman ânî ve fevrî davranmadı. Öfkesini her zaman tebessümle bertaraf etti.

Kendine yapılan zulüm, hakaret ve emsallerini affetti, hoşgörülü davrandı. Böylece gönüller kazanmanın yolunu seçti.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nezâkete çok dikkat etti. İncitmeden ruhları tedavi etti.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle naklediyor:

Bedevînin biri Mescid-i Nebevî’de küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler onu azarlamaya kalkıştı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Adamı kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere bir kova (veya büyük bir kova) su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” (Buhârî, Vudû, 58, Edeb, 80)

Hattâ Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- muhataplarını incitmeden terbiye etmek için, galat-ı ru’yeti kendine izâfe etti.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhataplarının hatasını onlara yakıştıramadığını hissettirmek maksadıyla;

“–Bana ne oluyor ki sizleri böyle görüyorum.” buyurur, zarif bir üslûp ile onları îkāz ederdi. (Buhârî, Menâkıb, 25, Eymân, 3)

Sualleri fırsat olarak gördü ve sabırla cevapladı.

Karşılaştığı problemlerden dolayı hiçbir zaman şikâyet etmedi, dâimâ çözmenin derdinde oldu.

Unutmayalım ki kıymetli nebâtat hızlıca boy vermediği gibi, insan da kolay yetişmez. Eğitimcilik, fedâkârlık ve sabır mesleğidir.

SOHBETLE EĞİTTİ

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tesirli hikâye ve kıssalar nakletmek sûretiyle gönülleri terbiye etti.

Kısa ve beliğ konuşarak muhataplarını iknâ etmeye ehemmiyet gösterdi. Kur’ânî ifadeyle;

«قَوْلاً كَرِيماً» (kavlen kerîmâ) (el-İsrâ, 23), yani ikramkâr ve iltifatkâr söz söyledi.

«قَوْلاً مَيْسُوراً» (kavlen meysûrâ) (el-İsrâ, 28), yani gönül alıcı, rûhu dinlendirici, tesellî edici bir söz söyledi.

«قَوْلاً مَعْرُوفاً» (kavlen ma‘rûfâ) (en-Nisâ, 5, 8), yani güzel söz ve tatlı dille konuştu.

«قَوْلاً مَعْرُوفاً» (kavlen ma‘rûfâ) (en-Nisâ, 5, 8), yani yerinde ve uygun bir söz söyledi.

«قَوْلاً لَيِّناً» (kavlen leyyinâ) (Tâhâ, 44), yani yumuşak söz söyledi.

Dâimâ müjdeledi, ümit verdi.

Sözü hiçbir zaman israf etmedi. Az, öz ve muhatabının anlayış seviyesine göre konuştu.

   KARDEŞLİĞİ ÖĞRETTİ

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mü’minleri kardeş yaptı, ırkçılığı yasakladı.

Irk, coğrafyanın getirdiği bir hâdiseden ibarettir. Âyet-i kerîmede, insanların farklı kabîle ve boylardan gelecek şekilde yaratılmasının hikmeti ve bunun asla bir üstünlük sebebi olmadığı şöyle ifade edilmiştir:

“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık.

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ

“…Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, en fazla takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13)

Demek ki;

Farklı milletlerden gelen mü’minler birbirleriyle kavga etmeyecek, birbirlerine üstünlük taslamayacaklar.

Bilâkis;

Güzelce anlaşacak, beraberce insanlığı yaşayacaklar ve en takvâlı olmak için yarışacaklar.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vedâ Haccı’nda şöyle buyurmuştur:

“Ey insanlar! Dikkat ediniz, Rabbiniz birdir, babanız birdir.

Arab’ın Acem’e (Arap olmayana), Acem’in Arab’a; beyaz tenlinin siyaha, siyah tenlinin beyaza bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.” (Ahmed, V, 411)

HAKKI ve ADÂLETİ ÖĞRETTİ

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz adâleti kendinden misal vererek uyguladı ve telkin eyledi.

Sırtını açıp şöyle buyurdu:

“Nihayet ben de bir insanım!

Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. Kimin malından sehven (bilmeyerek) bir şey almışsam; işte malım, gelsin alsın!

Kimin sırtına yanlışlıkla vurdumsa; işte sırtım, gelsin vursun.” (Bkz. Ahmed, III, 400)

Kul hakkına çok îtinâ edilmesi gerektiğini öğretti.

Şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa, onu hemen ödesin. Dünyada rezil-rüsvâ olurum demesin. İyi biliniz ki; dünya rüsvâlığı âhiret rüsvâlığından çok hafiftir.” (İbn-i Sa‘d, II, 255; Taberî, Tarih, III, 191)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gıybetin de en büyük bir fâcia olduğunu ve bu günahı işleyen kimselerin âhiretteki hazin âkıbetini şöyle haber veriyor:

“Mîrâca çıkarıldığımda, bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini tırmalayan bir topluluğun yanından geçtim.

«–Ey Cebrâil! Bunlar kimlerdir?» diye sordum.

«–Bunlar, (gıybet etmek sûretiyle) insanların etlerini yiyenler ve onların şeref ve nâmuslarıyla oynayanlardır.» cevabını verdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878)

HÂSILI

Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün menfî şartlara rağmen insanlık tarihinin en büyük inkılâbını gerçekleştirdi. Zâlimleri sindirdi, mazlumların gözyaşlarını dindirdi. Yetimlerin saçlarına O’nun mübârek elleri tarak oldu. O’nun şifâ ve tesellî menbaı varlığıyla gönüller gam ve kederden kurtuldu.

Merhum Mehmed Âkif, bu manzarayı ne güzel ifade eder:

Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz,

Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!

Bir nefhada insanlığı kurtardı O Mâsûm,

Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;

Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!

Âlemlere rahmetti, evet, şer‘-i mübîni,

Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi…

(Yani bütün insanlığı hidâyete davetle, merhamet kanatlarının içine aldı)

Dünyâ neye sâhipse, O’nun vergisidir hep;

Medyûn O’na cem‘iyyeti, medyûn O’na ferdi…

Medyûndur O Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet…

Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!..

Yâ Rabbî!..

Bizleri Rasûlullah Efendimiz’in, muhabbet dolu, fedâkâr ve gayretli talebeleri eyle!..

Ümmetin başlangıcında Efendimiz’in terbiyesiyle bereketli bir yağmur gibi yetişen ashâb-ı kirâmın kalbî kıvâmından biz âhirzaman ümmetine de nasipler lutfeyle!..

Âmîn!..