Efendimiz’in Tezkiyesi / Ahlâkı Güzelleştirmesi

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Eylül, Sayı: 235

HALÎL’İN DUÂSI

Hazret-i İbrahim; Cenâb-ı Hakk’ın emri ile, hanımı Hâcer ve oğlu İsmail’i, Mekke’nin kurulacağı vâdiye yerleştirmişti.

Oğlu büyüyünce onunla beraber Kâbe’yi inşâ ettiler ve birlikte Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulundular. Duâsının istikbâle bakan tarafında Halîlullah ve evlâdı şöyle niyâz ettiler:

“Ey Rabbimiz! Onlara (zürriyetimizden gelecek insanlığa), içlerinden;

  • Sen’in âyetlerini kendilerine okuyacak,
  • Onlara kitap ve hikmeti öğretecek,
  • Onları tezkiye edecek / temizleyecek bir peygamber gönder!”
    (el-Bakara, 129)

Peygamberlerin üç vazifesini zikreden bu duâ, Rasûlullah Efendimiz’in peygamber olarak gönderilmesiyle kabul edilmiş oldu. Bu sebeple Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Âdem daha çamur hâlinde iken ben; Allah katında «Hâtemü’n-nebiyyîn / Peygamberlerin sonuncusu» diye yazılmıştım. Size bunun ilk işaretlerini haber vereceğim: Bunlar,

  • Babam (ceddim) İbrahim’in duâsı,
  • İsa’nın müjdesi ve
  • Annemin gördüğü rüyadır…” (Ahmed, IV, 127)

Âlemlere Rahmet Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bu duâda tarif edilen insanlığı irşad, terbiye ve tezkiye vazifesini en ulvî derecede îfâ etti. Bu muvaffakiyete, ashâbının eline kâğıt-kalem vererek değil, gönülden gönüle bir muhabbet hattı kurarak nâil oldu.

Bu muazzam tâlim ve terbiyenin ufuklarını bir düşünelim:

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

  • Câhil ve vahşî bir toplumu, ahlâkî fazîletlerle en güzel bir şekilde terbiye etti. Güzel ahlâkın zirvesine çıkardı.
  • Önce onları şirkin ve küfrün karanlığından çıkarıp, îmânın nûruna ulaştırdı. Allah ve âhiret inancını telkin etti.
  • Onlara; karşılıksız iyilik yapmayı, adâleti, dürüstlüğü, ebedî saâdet yurdu olan cenneti kazanmayı öğretti.
  • Cenâb-ı Hak ile dost olmanın yollarını gösterdi.
  • Kötü ahlâkın yerine, güzel ahlâkı yerleştirdi.
  • Kız çocuğunu diri diri gömmeye götüren vahşî ve merhametsiz insan tipi eriyip kayboldu. Yerine; gözü yaşlı, duygulu, hassas gönüllü, şefkat dolu insanlar geldi.
  • Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönül terbiyesiyle; kaba ve câhil insanlar; fazîlet sahibi, ince ruhlu, zarif ve kâmil insanlar hâline geldiler. Kendilerini toplumdan mes’ûl gördüler. Bu sebeple de dâimâ mâtemlerin civarında bulundular. En alttan en üst zümreye kadar irşâd ile vazifelendiler. Dertlere derman olmaya gayret ettiler.

Bu hakikati ifade sadedinde, İslâm fıkıh usûlünün en büyük sîmâlarından İmam Karâfî diyor ki:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, yetiştirmiş olduğu ashâb-ı kiram Allah Rasûlü’nün nübüvvetini ispata kâfî gelirdi.” (Karâfî, el-Furûk, Dâru’s-Selâm, 2001, IV, 305)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ümmeti olmak bahtiyarlığına, bu muazzam lutf-i ilâhîye meccânen nâil olmuş bizlere düşen vazife, O’nun üsve-i hasene olan ahlâkını ve sünnet-i seniyyesini, nübüvvet gülzârından güller derercesine öğrenmek, yaşamak ve yaşatmaktır.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in eğitim mûcizesini, sadece okumak, öğrenmek için değil; kendimiz de O’nu örnek alabilmek için tahsil etmeliyiz. Biz O muazzam irşâdın kâ‘bına / topuğuna varamayız, eşiğine ulaşamayız. Lâkin o yolda olmak, elimizden geldiğince O’na benzemeye çalışmakla mükellefiz.

Zira;

Her medeniyet, kendi insan tipini yetiştirir.

Bizim medeniyetimiz;

–Fahr-i Kâinât Efendimiz’in Kur’ân ve Sünnet temelinde inşâ ettiği, İslâm medeniyetidir.

–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, güzel ahlâk ile şahsında sergilemiş olduğu, bir «fazîletler medeniyeti»dir.

Kâinat boşluk kabul etmediği gibi, biz de kendi medeniyet temelimiz olan Kur’ân ve Sünnet hakikatleri ile beslemediğimiz takdirde, kendi insanımızı bâtıl işgal ediyor, modalar, reklâmlar dolduruyor. Bizim kendi bağ ve bahçemizi, ayrık otları ve dikenler sarıyor. Yani nesillerimiz, özüne yabancılaşıyor. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in güzîde hasletlerinden bîhaber yetişiyor.

Halîlullah -aleyhisselâm-’ın duâsında da geçen Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbını ve ümmetini tezkiyesi nedir?

PEYGAMBERİMİZ’İN TEZKİYESİ

Tezkiye; temizlemek, menfî hâlleri giderip, müsbet ve hayırlı hasletlerle geliştirmek, büyütmek demektir.

Hidâyet Allah’tan olduğu gibi, tezkiyenin, yani kulun gönlünü ve duygularını temizlemenin nihâî kararı ve kâmil şekli Cenâb-ı Hakk’a aittir.

Ancak, Rabbimiz; peygamberlerine ve bilhassa peygamberlerin seyyidi olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, kendisine muhabbetle tâbî olan ve itaat eden ümmetini tezkiyeye vesile kılmıştır.

  • En başta, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; risâletinden önceki 40 yıllık hayatında, muhteşem bir ahlâk içinde yaşadı. Câhiliyyenin menfîliklerine hiç karışmadan, nezih, afif, bütün kavminin el-Emîn ve es-Sâdık diye vasfettiği olgunlukta bir kâmil insan oldu.

Bir başka ifadeyle;

  • Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, insan terbiyesinde şart olan; sabır, tahammül, muhabbet, şefkat, merhamet ve müsamaha gibi güzel hasletlerle teçhiz etti.
  • O’na; hilm, yumuşaklık, teennî, güzel, yerinde ve tesirli söz gibi en güzel üslûpları öğretti.
  • Seherleri ihyâ, tilâvet ve mâneviyat çalışmalarıyla da, muhatabında hayra yönelmeyi meydana getirmeye yardımcı olacak; muhabbet, heybet, mânevî teveccüh ve duâ vasıtalarını lutfetti.

Böylece;

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanlığa;

  • Nefsânî arzularına nasıl çare bulacağını öğretti.
  • Menfî isteklerin nasıl bertaraf edileceğinin eğitimini verdi.
  • Yani fücûru bertaraf ederek, nasıl takvâya ulaşılacağının tahsilini yaptırdı.

Hâsılı Rabbimiz’e güzel bir kul olabilmenin tahsilini yaptırdı.

Başlıklar ve misaller ile o sonsuz ummandan katreler sunmaya gayret edelim:

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

  • Kibri ve ucbu, tevâzu ile bertaraf etmeyi öğretti. Kibre ve zillete düşmeden vakarlı olmayı öğretti.

Azamet ve kibriyâ, yani gerçek büyüklük sadece Allâh’a mahsustur. Kul, abd-i âciz olduğunu idrâk etmeli ve büyüklük taslamamalıdır. Tevhîdin ortaklığa tahammülü yoktur.

Birçok âyet-i kerîmenin beyânıyla;

Cenâb-ı Hak; büyüklenenleri, kendini beğenmiş ve övünüp duran kimseleri asla sevmez. Bu çirkin duyguların yürüyüş ve beden diline (jest ve mimiklere) yansıyan hâllerini de dînimiz yasaklamıştır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler…” (el-Furkān, 63)

Efendimiz’in; bu ölçüleri, her fırsatı değerlendirerek, ashâbına nasıl tâlim ettiğini şu kıssada görüyoruz:

Uhud Harbi’nin iyice kızıştığı bir esnada Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kılıcını gösterdi ve;

“−Bunu benden kim alır?” diye sordu.

Sahâbîler:

“−Ben!.. Ben!..” diyerek onu almak üzere ellerini uzattılar.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“−Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?” diye sorunca, onu almaktan çekindiler. Ensardan Ebû Dücâne -radıyallâhu anh- ayağa kalkıp;

“−Onun hakkı nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordu.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“−Onun hakkı, eğilip bükülünceye kadar, düşmanla vuruşmandır…” buyurdu.

Ebû Dücâne -radıyallâhu anh-;

“−Ben onu hakkını vermek üzere alırım yâ Rasûlâllah!” dedi.

Ebû Dücâne -radıyallâhu anh- kılıcı aldı, kırmızı sarığını çıkarıp başına sardı ve İslâm saflarıyla müşriklerin safları arasında kurula kurula, çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun gururlu ve azametli bir şekilde yürüdüğünü görünce;

“−Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah ona (yani gururlanan kimseye) bu gibi durumların hâricinde buğzeder!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 11-12; Vâkıdî, I, 259; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 128)

Tevâzu; çekingenlik, pısırıklık demek değildir. Alçakgönüllülük; zillet ve hakir görülmeye rızâ göstermek değildir. Mü’min; bilhassa İslâm dâvâsında, kalbindeki îmandan gelen bir şecaate ve yeni tabirle öz güvene sahiptir.

Peygamberimiz; sahâbîsinin;

“Kılıcın hakkını veririm!” diye ortaya atılmasını istiyor. Fakat bu cesaret izhârının ancak, ehl-i küfürle mücadele sahasına mahsus kalması gerektiğini tebârüz ettiriyor.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, kendi husûsiyetlerini saymak mecburiyetinde kaldığında;

«Lâ fahre / övünmek yok, övünmek için söylemiyorum!» diye belirtirdi. Ancak Huneyn’de İslâm ordusu pusuya düşürüldüğünde; «en cesur ve metin şahsiyet» yine O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olmuştu.

Hazret-i Ali, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i anlattığı hilyede;

“O’nu ansızın gören kimseyi haşyet sarardı. O’nunla ülfet ve sohbet eden kimse, O’na cân u gönülden âşık ve muhib olurdu.” buyuruyor.

Mekke’nin fethi günü, kazanılan zafer çok büyüktü. Bir Mekkeli titreyerek Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yaklaştı. Korku ve heyecan içinde;

“‒Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı telkin buyurunuz!” derken âdetâ dişleri birbirine vuruyordu.

Fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona, kendi imkânlarının en zayıf olduğu zamandan bir misâli zikrederek sükûnet telkin etti. Şöyle buyurdu:

“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme vâlidelerini kastederek) Kureyş’ten, güneşte kurutulmuş et yiyen, senin eski komşunun yetimiyim!..” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 30)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

  • Gaflet ve nisyanı tefekkür ve zikir ile bertaraf etmeyi öğretti.

Câhiliyye Arab’ı, ümmî idi. Ne bir mektep, ne bir kütüphâne vardı. Başta zikrettiğimiz gibi, Hazret-i İbrahim ve İsmail’in temelini attığı Hicaz’da, hak din unutulmuştu.

Gaflet, insanı nefsânî arzularının peşinde koşturur ve şeytânî vitrinleri seyretmeye meylettirir.

Cenâb-ı Hak ise; Kur’ân-ı Kerim’de 137 yerde tefekkürü emrediyor. İlâhî azamet tecellîlerini ve ilâhî vitrinleri seyretmemizi arzu ediyor.

Kalbimizi inkişâf ettirerek, kendimizi şeytânî vitrinlerden kurtarıp rûhânî manzaralara yönelmemizi emrediyor.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

  • Sükûtun tefekkür,
  • Konuşmanın zikir ve
  • Bakışın ibret olmasını öğretti.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dâimâ zikir hâlinde yaşadı. Semâya baktı, Allâh’ı andı; arza baktı Allâh’ı andı.

O’nun mübârek sîmâsına nazar kılanlar da Allâh’ı hatırladı.

Haşri soranlara, bahar mevsiminde tabiatta meydana gelen dirilişi hatırlattı. Uykudan uyanan bir kişide meydana gelen dirilişi tefekkür ettirdi.

Mahlûkāta baktı; Cenâb-ı Hakk’ın «el-Bârî», «el-Musavvir» esmâsını hatırladı, hatırlattı. Her vesile ile duâ edip Allâh’ı zikretti.

Talebesi Ebû Zer -radıyallâhu anh- şöyle derdi:

“–Vallâhi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âhirete göçerken bizi öyle bir hâlde bırakmıştı ki; bir kuş gökte kanat çırpsa, onun bu hareketi bize Rasûlullâh’ın bir hadîsini hatırlatırdı. Çünkü Âlemlerin Efendisi bize;

«–Cennete yaklaştıran, cehennemden de uzaklaştıran ne varsa hepsi size açıklanmıştır.» buyurmuştu.” (Ahmed, V, 153, 162; Heysemî, VIII, 263)

O’nun yetiştirdiği ashab ve tâbiînden öyle hassas yürekler yetişti ki; bir demir ocağındaki ateşi görünce, cehennemi anıp ağlamaya başladılar, kendilerinden geçtiler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

  • Nankörlüğü şükürle bertaraf etmeyi öğretti.

Nankörlük; kendisine yapılan iyiliği unutmak, vefâsızlık göstermektir.

İnsan, kendisine bir bardak su verene dahî teşekkür eder, minnettar olur.

Hâl böyle iken;

Kulun; varlığını, insanlığını, rızkını, her şeyini borçlu olduğu Rabbine karşı nankörlüğü ne korkunç bir fâciadır! İnsanlığa ve vicdana vedâ etmektir. Nâdanlaşma ve kabalaşmadır.

Cenâb-ı Hak, insanı ahsen-i takvîm üzere yaratmıştır. Şekilsizlikten en güzel sûrete büründürmüştür. Sâir varlıklardan çok daha zengin şekilde rızıklandırmıştır. Ona asitli ve tuzlu değil, berrak ve tatlı sular içirmiştir. Yani insanı mükerrem kılmıştır.

İnsan, bu mükerremliğe karşı asla nankörlük içerisinde olmamalıdır. Nankör olursa ne olur?

Âyet-i kerîmede ilâhî tehdit vardır:

“…İster şükredici olsun ister nankör! (Şükrün neticesi cennet, nankörlüğün neticesi cehennem olacaktır!) (el-İnsân, 3) buyurmaktadır.

Bütün günahları affedildiği hâlde, niçin sabahlara kadar ibâdet ettiği sorulduğunda, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Şükreden bir kul olmayayım mı?” (Müslim, Münâfikûn, 79) diye cevap verdi.

Su içti, tefekkür dolu, şükür dolu bir duâ etti. Yemek yedi, rızka minnettarlığının ifadesi bir duâ etti. Uyandı, uyandırdığı için Allâh’a şükretti.

Nimetleri tefekkür ettirdi. Sıcakta sığınılan bir gölgeliğin de, ağaçları yaratan Allâh’ın bir lutfu olduğunu hatırlattı. Soğuk suyun, ayağa geçirilen bir nalının da şükrü gereken bir nimet olduğunu öğretti.

Mânevî nimetlerin şükrünü de öğretti.

Ömrünü, ilâhî nimetlerin şükrünün edâsı gayretiyle dopdolu yaşadı. Hidâyet nimetine de; dâimâ, irşad ve tebliğ gayretiyle şükürde bulundu. Ashâbına da bunu tâlim buyurdu.

Bir nimetin şükrü, o nimetin cinsinden olur.

Sahâbe-i kiram bunu çok iyi idrâk ettiler. Eriştikleri îman nimetini, dünyanın her yerine ulaştırmak için büyük fedâkârlıklar ve gayretler gösterdiler. Efendimiz’in muhabbeti onların hiç tükenmeyen gönül enerjisi oldu. Asla bezginlik göstermediler, hiç yorulmadılar, üşenmediler, ufuktan ufka, serhadden serhadde koştular. Semerkant’tan Kayravan’a, Afrika’nın içlerinden Çin’e kadar, her yere İslâm’ın nûrunu güler yüzle taşıdılar.

Bunun için şu haslet lâzımdı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

  • Hodgâmlığı diğergâmlıkla / bencilliği fedâkârlıkla bertaraf etmeyi öğretti.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

“–Bırakın şu ağacın altında biraz dinleneyim, beni bugün rahatsız etmeyin, bugünü kendime ayırdım.” dediği vâkî değildi. Gönülleri Hakk’a râm eyledi, insanları cennete vâsıl edebilmek için muttasılan / lâ yenkatî, tatili olmayan bir hayat yaşadı.

Bir fakir gelir, elbisesini isterdi, verirdi. Kendisinden istenen bir dünyalık için hiçbir zaman; «Hayır!» demedi. Yanında bulunmadığında borç alıp yine ikrâm etti. Bu dünyadan Hakk’a irtihâl ettiğinde, zırhı; bu şekilde aldığı bir borç sebebiyle rehindeydi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in 23 senelik nebevî hayatı, devamlı bir fedâkârlık tâlimi idi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâne-i saâdetlerine hediyeler ve ganîmetler gelirdi. Fakat O Merhamet Güneşi, bütün bunları derhâl infâk ederdi. O dünyalıkları ümmetinin zayıflarına tevzî etmeden huzur bulamazdı. Yani kendi beşerî ihtiyaçlarından fedâkârlık ederek, yaşatmanın ve ihyâ etmenin gayreti içinde oldu.

Bu merhamet tevzii, O’na tarifsiz bir lezzet verirdi. Muzdarip bir gönlü tesellî etmek, onun yanında ve yardımında bulunmak, O’nu âdetâ kendi dertlerinden halâs ederdi. Açları doyurmanın saâdeti, O’na kendi açlığını unuttururdu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

–Bir yetimin sîmâsını tebessüm ettirmekle huzur buldu.

–Gönülleri hidâyete kavuşturmakla huzur buldu.

Ashâbı fedâkârlığın zirve nümûnelerini gösterdiler. Yermük Harbi’nde fedâkârlığın şöyle eşsiz bir tablosu yaşandı:

Bir bakraç su; yakıcı çölün bağrında yaralı bir hâldeki son anlarında bir yudum su içmek husûsunda, kardeşini kendisine tercih eden üç bahtiyar şehîdin ortasında kaldı.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

  • İptilâ ve musîbetleri sabırla bertaraf etmeyi öğretti.

Acelecilik, taşkınlık, rızâsızlık ve metânetsizlik sergilemeden, hayatın karşımıza çıkardığı bir durum karşısında, gerekli tahammül ve olgun bir bekleyiş şeklinde tarif edebileceğimiz sabır, Efendimiz’in hadîs-i şeriflerinde üç kısımda gösterilmiştir:

“Sabır üçtür:

  • Musîbetlere karşı sabır,
  • Kullukta sabır,
  • Günah işlememekte sabır…” (Süyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)

İsmet sıfatına sahip Efendimiz, câhiliyyede dahî günahlara ve günah ortamlarına yaklaşmadı.

Kulluktaki sabrı, ayakları şişinceye kadar namaz kılması ve karnına taş üstüne taş bağlayacak kadar zühdüyle sâbitti.

Musîbetlere karşı sabrı da muhteşemdi. Nitekim şöyle buyurdu:

“…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım… (En çok çile çemberinden geçen peygamber benim!)” (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Lâkin asla sabırsızlık, öfke, bedduâ, lânet, yılgınlık gibi menfî hâller sergilemedi.

Minicik evlâdı vefât edince gözlerinden yaşlar süzüldü. Şöyle dedi:

“Göz, yaş döker; kalp, teessür duyar. Biz, yüce Rabbimiz’in râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz.” (Müslim, Fedâil, 62)

Yine buyurdu:

“Sabır ziyâdır.” (Müslim, Tahâret, 1)

Ashâbı da sabrı O’ndan öğrenerek, bilhassa Mekke devrinde, muhteşem bir îman celâdeti gösterdiler. Alaylara, işkencelere, muhasaraya, vatandan ayrılığa, yakınlarını kaybetmeye; velhâsıl, her türlü çileye sabır gösterdiler.

Bu sabır, sabr-ı cemîl idi. Yani günümüzde ifade edildiği üzere psikolojik rahatsızlıklara yol açan bastırma, yansıtma gibi travmalar oluşturmadı. Onlara dayanma gücü verdi. Tâkatlerini artırdı.

Hâsılı onlar sabırla şu âyetleri yaşadılar:

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۙ ۝٥

اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۜ ۝٦

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır.

Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 5-6)

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- şöyle buyuruyor:

“Sabır ve sebatta zarar; hüzün ve telâşta fayda yoktur.”

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

  • Cimriliği cömertlikle bertaraf etmeyi öğretti.

Fahr-i Kâinât Efendimiz; ashâbın tarifiyle «rüzgârlardan daha cömert»ti.

Efendimiz eline geçen her şeyi fakir-fukarâya, muhtaçlara, ehl-i suffeye ikrâm ederdi. Hem öyle ikrâm ederdi ki, ev halkına hiçbir şey kalmazdı.

Ganîmetlerin beşte biri kendisine ait olduğu hâlde; üç gün üst üste buğday ekmeği yemeden bu dünyadan irtihâl etti.

Öyle cömertti ki, sırf cömertliğine hayran olarak peygamberliğini tasdik edenler oldu.

Şöyle buyurdu:

“Cömertlik, dalları dünyaya uzanan cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Kim onun dallarından birine tutunursa, bu onu cennete götürür.

Cimrilik ise, dalları dünyaya uzanmış cehennem ağaçlarından bir ağaçtır. Kim de onun dallarından birine tutunursa, bu da onu cehenneme çekip sürükler!..” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, VII, 435)

«Allah!» diyen bir kalbin, merhametten, şefkatten, cömertlikten, affetmekten nasipsiz olması düşünülemez.

Efendimiz’in yetiştirdiği ashab da, cömertlikle zirveleştiler. İmkânı olup da malını vakfetmeyen kimse kalmamıştı.

  • İmkân sahibi olup, 600 hurma ağaçlı, su kaynaklı koca bahçesini bir anda infâk edenlerden,
  • Akşama kadar hamallık yapıp elde ettiği bir avuç hurmanın yarısını evine ayırıp yarısını infâk eden fakir sahâbîlere kadar;

Herkes cömertlik yarışında en ön safta koşuyor, kimse cimriliğin çirkin çukurlarına düşmüyordu.

Bugün de din kardeşlerimiz; bilhassa Gazze’de, Sudan’da, İdlip’te, Afrika’daki mazlum müslümanlar yardıma muhtaç hâldeler.

Mü’minler olarak Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkını yaşayıp yaşatmakla mükellefiz. Zira;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

  • Acımasızlığı affedicilikle bertaraf etmeyi öğretti.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanlığa şefkat ve rikkati öğretti. Torunlarını sevip öptüğünde, bir bedevî şaşırdı;

“–Demek Siz çocukları öpüyorsunuz ha! Hâlbuki biz onları hiç öpmeyiz.” dedi.

Efendimiz şu cevapla ders verdi:

“–Allah Teâlâ, senin kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim ki! Merhamet etmeyene merhamet olunmaz!” (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedâil, 65)

Peygamberimiz hiçbir zaman şahsı adına intikam düşüncesine girmedi. Şahsına ve ailesine karşı yapılan her kötülüğü affetti.

  • Kendisini taşlayanları affetti.
  • Kızını devesinden düşürüp vefâtına sebep olanları affetti.
  • Yirmi senelik zulümden sonra Mekke fethedildi. Yıllarca kendisine eziyet edenlere tam bir kısas fırsatı varken, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekkelilerin hepsini affetti. Onlar da;

“–Sâlih kardeş!” dediler, medyûn oldular. Kısa bir süre içinde İslâm ile müşerref oldular.

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbını ve ümmetini tezkiyesinde, daha nice sırlar ve incelikler vardır.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

  • Riyâ ve gösterişi, ihlâs ve samimiyetle,
  • Nifâkı, ihsan şuuru ile,
  • Şüpheyi, yakîn ile,
  • Gazap ve öfkeyi, hilm ve teenniyle,
  • Zulüm ve haksızlığı, adâlet ve insaf ile,
  • Kin ve nefreti, muhabbetle,
  • İsraf ve debdebeyi, sadelik ve zühdle,
  • Hırsı ve hasedi, kanaat ve rızâ ile,
  • Ciddiyetsizlik ve lâubâlîliği, hürmet ve edeple,
  • Tembelliği, gayretle,
  • Pasaklılık ve dağınıklığı, titizlik ve temizlikle,
  • Arsızlığı ve utanmazlığı, iffet ve hayâ ile,
  • Gıybet, yalan ve benzerleriyle sözün maskarası olmayı; ya hayır söyleyip yahut susmak fazîletiyle bertaraf etmeyi öğretti.

O’NU ANLATABİLMEK!

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i, beşerî aczimiz ve kelimelerin kifâyetsizliği içinde anlatmaya çalışmak, bir deryâyı bir küçük kovaya sığdırmaya çalışmak gibi nâfile bir gayrettir.

Velâdet Kandili vesilesiyle O’ndan, O’nun güzel ahlâkından bir nebzeyi gönüllerimize serpelim. Hayatımızın her safhasında şu muhasebeleri dâimâ yapalım:

–Acaba bu hâlimden Allah râzı olur mu?

–Efendimiz şu hâlimi görse, üzülür mü yoksa tebessüm mü eder?

Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurmuştur:

“Haberiniz olsun ki ben, önceden gidip Havz’ın başında sizi bekleyeceğim. Diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla sevineceğim. Sakın (günah işleyerek) mahşer gününde yüzümü kara çıkarmayın! (Beni mahcup etmeyin!)” (İbn-i Mâce, Menâsik, 76)

Cenâb-ı Hak; mahşer gününde, Rasûlullah Efendimiz’i tebessüm ettirecek bir hayat yaşamayı cümlemize müyesser eylesin. O’nun muhteşem ahlâkını ve tezkiyesini idrâk edebilmeyi, şümûlüne girebilmeyi cümlemize nasip buyursun.

Âmîn!..