DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
PEYGAMBER’E İTAAT, ALLÂH’A İTAATTİR
Cenâb-ı Hakk’a nasıl güzel bir kul olacak?
Cenâb-ı Hak “ibâdu’r-Rahmân” buyuruyor. (el-Furkân, 63) Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar.
Nedir bu kullar? Nasıl bu kulların vasıfları?
Mütevâzı kullardır. Câhillerle ertişmezler. Onlara “selâm” derler geçerler. Seherlerde “سُجَّدًا وَ قِيَامًا” secde ve kıyam hâlinde olurlar. (Bkz. el-Furkân, 63-64)
Cenâb-ı Hak’la beraberliği tercih ederler.
Yataklarından kalkarlar, o tatlı yataklarından kendilerini kaldırırlar, havf ve recâ arasında Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ederler. (Bkz. es-Secde, 16)
Allâh’ın men ettiği şeyden kendilerini korurlar.
Yine buyruluyor:
“Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman sağır ve kör davranmazlar.” (Bkz. el-Furkân, 73)
“Yalan yere şâhitlik etmezler…” (Bkz. el-Furkân, 72)
Her zaman doğrudur onlar.
“…Lâubâlîlik olan yerlerden vakar ile oradan geçerler.” (Bkz. el-Furkân, 72) Dedikodu meclisinde bulunmazlar.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak “ibâdu’r-Rahmân” olmamızı arzu ediyor.
تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ (“…Aslâ zarara uğramayacak bir kazanç.” [Fâtır, 29]) Fâtır Sûresi’nde, en hayırlı ticâret. Umulur ki bu ticarette bulunanlar kurtuluştadır.
Cenâb-ı Hak gerçek bir ticareti bildiriyor. Bu ticaret nedir?
“Kur’ân’ı tilâvet ederler.” Yaşarlar, hayatına intikâl ettirirler. Ve yaşatırlar. Kur’ân’da fânî olurlar.
Ondan sonra, “namazlarını ikāme ederler”. Gerçek namaz, beden ve kalp âhengi içinde bir namaz kılarlar.
Efendimiz buyuruyor:
“…Kıldığın namazı son namazın gibi kıl…” buyuruyor. (Deylemî, Müsned, I, 431)
Namazını kıl, selâm verince ölüm gelecek sana, öyle namaz kıl buyuruyor. Cenâb-ı Hak’la mülâkat…
“…Allâh’ın verdiği rızıklardan da…”
“اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ: (Mülk, Allâh’ındır.)”
“…Alenî ve gizli infak ederler…”
Kul bilecek:
“Ben mülkün sahibi değilim, ben mülkün tasarrufçusuyum. Mülkün sahibi Cenâb-ı Hak…”
Kalp bu minval üzerindeyse Cenâb-ı Hak; تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ (“…Aslâ zarara uğramayacak bir kazanç.” [Fâtır, 29]) buyuruyor.
Yine Cenâb-ı Hak Enfâl Sûresi’nde, bizden nasıl bir sıfat istiyor, kalbî husûsiyet istiyor:
“…Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen…” «وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ» (el-Enfâl, 2)
İnsan, sevdiği bir kimseden bir haber gelince bir şey olur, bir rengi, şekli değişir. Allah anıldı… Allah seni yaratan, ihsan eden, ikram eden. Cenâb-ı Hak; «وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ»… Fakat kalbin o zikrin bir lezzeti içinde bulunması.
«وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ»
“…Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. Kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar…” (el-Enfâl, 2)
“Allâh’ın murâdı nedir?” derler burada.
Ashâb-ı kirâm buyuruyor ki:
“Biz (diyor) bir âyet indiği zaman zannederdik gökten bir sofra indi. Acaba murâd-ı ilâhî nedir derdik. Allâh’ın rızâsını nasıl tahsil edelim derdik. Aramızda müzâkere ederdik. Gidip şu kimseye de soralım derdik. O bizden daha iyi âyet-i kerîmeleri tefsir eder derdik…”
Ki Araplardaki o zaman fesâhat ve belâgat zirvedeydi. Demek ki sırf onunla da olmuyor. Kalbî bir hassâsiyet Kur’ân-ı Kerîm’de derinleşiyor.
Ömer -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Bir gün (diyor) ben (diyor), Allah Rasûlü’nün huzuruna giderdim. Ertesi gün çalışırdım. Komşum, ben çalıştığım gün komşum giderdi. O gün hangi âyet indi, Allah Rasûlü’nün fem-i muhsininden, mübârek ağzından ne gibi hadîs-i şerîfler çıktı, birbirimize naklederdik…” (Buhârî, Mezâlim, 25)
Ashâb-ı kirâmın hanımları da, beyleri, babaları, yakınları eve geldiği zaman, onlara tek sordukları şey:
“–Bugün hangi âyet indi, Cenâb-ı Hak’tan ne gibi mesajlar geldi bize? Allah Rasûlü’nün fem-i muhsininden, mübârek ağzından ne gibi kelâmlar çıktı? Sen bana onları söyle.” derdi ashâb-ı kirâmın hanımları da.
Yani “Çarşıda ne var, internette ne var, televizyonda ne var, modada ne var?..” değil.
“–Bugün hangi âyet indi? Allah Rasûlü’nden ne gibi kelâmlar buyruldu, hadîs-i şerîfler buyruldu? Sen bana onu söyle…” derlerdi.
Kocaları sabahleyin giderken de:
“‒Sakın bize şüpheli lokma getirme. Biz dünyada her şeye katlanırız, fakat Cehennem azâbına katlanamayız.” derlerdi. (Abdülhamîd Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26)
Ashâb-ı kirâmın dünyası bu şekildeydi.
Üçüncüsü…
Birincisi:
“…Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen…” (el-Enfâl, 2) Cenâb-ı Hak öyle istiyor.
“…Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman imanlarını artıran, (Cenâb-ı Hakk’a dayanıp güvenen) tevekkül olanlar (değişen şartlar karşısında).” (el-Enfâl, 2)
لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا الله (Gaybı Allahʼtan başkası bilemez.) Gaybı bilemiyoruz. Gaybı bilemediğin için telâşenin bir lüzumu var mı?
“…(Cenâb-ı Hakk’a) dayanıp güvenenler, tevekkül olanlar.” (el-Enfâl, 2)
Dördüncüsü:
“Namazı (kalp ve beden âhengi içinde kılanlar) ikāme edenler…” (el-Enfâl, 3)
Beşincisi:
“…Kendine verilen rızıklardan (Allah yoluna) harcayan kimselerdir.” (el-Enfâl, 3)
Hep bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın bizden arzu ettiği husûsiyetler.
Tabi bu, kitap okumakla vs. ile olmaz bu. Kalbin bu duruma, bu şeye seviyeye gelmesi lâzım.
Birinci basamak:
Kur’ân ve Sünnet hayatın her safhasında olacak, bir yerde unutulmayacak. Ticarî hayatta unutulmayacak, evlât yetiştirmekte unutulmayacak, toplumun ictimâî olan yaralarına bigâne kalınmayacak. Her yerde İslâm yaşanacak.
Bunu bir feyz, rûhâniyet, bir enerji hâline getirmek için de Cenâb-ı Hak:
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ
(“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor.
سَاجِدًا وَقَائِمًا
(“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9])
سُجَّدًا وَقِيَامًا
(“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64]) buyruluyor.
Bir seher hâlini yaşayabilmek. Gündüzleri de kalbi yanlış akımlardan korumak.
Nasıl bir radyasyondan nasıl korkuluyor; kalpten çıkan radyasyon, fizikten çıkan radyasyondan çok daha tehlikeli.
Onun için Cenâb-ı Hak;
“…Sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyuruyor.
“…Zâlimler topluluğuyla oturma.” (el-En’âm, 68) buyuruyor.
Zâlimler topluluğu kimdir? Nefsânî arzularına dalanlar.
Başka nasıl Cenâb-ı Hak bir kul olmamızı istiyor?
“Onlar, ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâh’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) Yani hayatlarında hiçbir boşluk olmayacak.
Bir yerde unutulmayacak. “Ben bunu şurada telâfi ederim…” olmayacak. Orası da başka şeyle dolar, öbür tarafı da zehirler.
“Onlar, ayakta dururlarken, otururken, yanları üzerindeyken (her vakit) Allâh’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Bunun alâmeti, aşağıda gelen, devamında:
“…Göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Güneş’e bakar, tefekkür eder. Ay’a bakar, tefekkür eder. Toprağa bakar, tefekkür eder. Bir toprak terkibinden nasıl milyonlarca nebâtat çıkıyor? O çiçekler kimin için çıkıyor? O otlar, çıkan sebzeler, meyveler kimin için çıkıyor? Nasıl bir rızık dağılımı var kâinatta?
“…(Derinden derine) düşünürler. «Yâ Rabbi, Sen bunları boşuna yaratmadın (derler). Sen bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Cenâb-ı Hak böyle bir gönül iklimi istiyor bizden.
Velhâsıl hayat, beşik ile tabut arasında med-cezirlerle dolu dar bir koridor ve yolculuk. Yine ömür, metrajı belli olmayan bir makara gibi. Üzerinde metraj yok. Nerede kopacağı belli değil. Ömrün nerede, ne zaman biteceği meçhul. Bu sebeple her an tedârikli olmak gerekiyor.
Velhâsıl dünya ve âhiret hayatımızın saâdeti için; kundak ile tabut arasına sıkışan idrakteki ölüm bilmecesini çözmekle başlar. Niçin geldin, kimin mülkünde yaşıyorsun, niçin öleceksin?.. Ölüm bilmecesini çözmekle başlar.
Yine insanların idraklerinde beliren “Hayat anlayışı nedir?” sualinin gerçek cevabı da toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katılığı kâfidir. O bir, sessiz bir cevaptır.
Velhâsıl bu takdirde, nefsânî arzular ve ten plânında geçen hayattan daha acı ne olabilir?
Cenâb-ı Hak:
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ
(“Her canlı ölümü tadacaktır.” [Âl-i İmrân, 185]) buyuruyor.
Zâika; zevk, tadıcı, ölümü tadıcı. Nasıl ölümü tadacak? Dünyadaki hâline göre ölümü tadacak.
Biz işin dış tarafını biliyoruz. O ölünün neler geçirdiğini biz bilemiyoruz. Çünkü dünyaya ait şeyler kapanıyor o zaman.
Efendimiz şöyle buyuruyor; tabi Efendimiz’in buyurması, bizlere bir tebliğ, kendi şahsında bizlere bir tebliğ, Efendimiz buyuruyor:
“Bana Cebrâil geldi ve şöyle dedi:
«Yâ Muhammed! İstediğin kadar yaşa, mutlakâ öleceksin.»…”
İstersen bin sene yaşa. Bin tarihinde dünyaya gelmiş olsaydık, bin sene ömrümüz olsa, iki binde ölmüştük. Aradan şimdi 12 sene geçmişti.
“Yâ Muhammed! İstediğin kadar yaşa, mutlakâ öleceksin.
İstediğini sev, mutlakâ ayrılacaksın.
İstediğin şeyle amel et, ancak onun karşılığını elde edeceksin (müsbet veya menfi).
Sen bil ki mü’minin şerefi, geceleri kāim olmasında (yani geceleri ihyâsında), izzeti de insanlardan müstağnî kalmasında.” (Hâkim, IV, 360-361/7921)
Yani fânîlere mi yoksa Cenâb-ı Hakk’a mı tevekkül ve teslîmiyet hâlinde olacağız?
Velhâsıl Kur’ân, kâinat mektebinin ders kitabı. Muallimi ise -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz. Kâinâtın muallimi. Diğer peygamberler bir kavmin muallimiydi. Efendimiz, bütün kâinâtın muallimi. En alt kademeden en üst kademeye kadar misal. İnsanlığın fazilet şâhikası. Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e “Habîbim” buyurdu. “Habîbim” olarak O’nu sıfatlandırdı. Bizler de O’nunla dost olmanın gayreti içinde olmamız.
Zira Efendimiz buyuruyor:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Demek ki bir muhâsebe hâlinde olacak:
“Ben ne kadar Allah Rasûlü’yle beraberim hayatın her safhasında? Nerelerde ben Allah Rasûlü’nü -maalesef- unutuyorum?..”
Bir, dâimâ bir:
حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا
(Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin.)
İlâhî ekranlar gelmeden evvel, son nefes gelmeden evvel, bir muhâsebe hâlinde bulunabilmek.
Peki nasıl bir dostluk, dostluğa misal? Cenâb-ı Hak’la Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dostluğuna misal?
Bir beşerin başından, bütün insanların başından geçecek hâdiselerin bir benzeri, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den geçmiştir. Onun için Efendimiz, “üsve-i hasene” : örnek şahsiyet, örnek karakter.
Yine, Peygamber Efendimiz’le Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın dostluğu da en güzel bir misal. O nasıl Allah Rasûlü’yle dost oldu? En ufak bir arzuyu büyük bir nîmet bildi. Dâimâ; “Anam, babam, canım Sana…” Diğer sahabîlerin dediği, buyurduğu gibi, Hazret-i Ebû Bekir de onun daha ötesinde dâimâ bunun bir şevki içinde yaşadı. “Keşke Allah Rasûlü’nden bir tâlimat gelse de onu ben îfâ etsem…”
Velhâsıl dostluk, sevenin sevilende kendi hususiyetlerini görmesinden kaynaklanır. Demek ki ne kadar bizde cemâlî sıfatlardan bir tecellî var; biz o kadar Cenâb-ı Hak’la dostuz. Ne kadar rahmân, ne kadar rahîm, ne kadar sabûr, ne kadar halîm, ne kadar afüv?..
Velhâsıl bu cemâlî sıfatlardan ne kadar tecellî var; o kadar dostuz.
Efendimiz’le dost olmak, Cenâb-ı Hak’la dost olmaktır.
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ buyuruyor.
“Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaat…” (en-Nisâ, 80) olduğunu Rabbimiz bildiriyor.