DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
PEYGAMBER EFENDİMİZʼİ ANCAK KALBİMİZİN DERECESİNE GÖRE TANIYABİLİRİZ
Okunan Hucurâtʼta da:
“…Allah ve Rasûlʼünün önüne geçmeyin…” (el-Hucurât, 1) buyruluyor. Ashâb-ı kirâm hep Allah Rasûlüʼne, ibadetini de Oʼna göre tanzim etti.
Bir misal:
Güneş doğarken namaz kılan bir kişiyi diğer bir kişi îkaz etti:
“‒Allah -celle celâlühû- «Allah ve Rasûlʼünün önüne geçmeyin.» buyurdu. Sen kerahat vakti namaz kılıyorsun!” dedi.
O da dedi ki:
“‒Allâhʼa secde etmek suç mudur? (Dedi.) Ben Allâhʼa secde ediyorum.” dedi.
O da dedi ki Süfyan bin Uyeyne -radıyallâhu anh-:
“‒Allah seni namaz kıldığın için değil, sünnete uymadığın için cezalandırır.”
Çünkü Rabbimiz, ehemmiyetle sünnete dikkat etmemizi… “Allah Rasûlüʼne itaat, Allâhʼa itaattir…” buyuruyor. (Bkz. en-Nisâ, 80)
Demek ki burada sırf farzlarda, vaciplerde değil, sünnetlerde de Allah Rasûlüʼne itaat, Cenâb-ı Hak emrediyor. Yani O nasıl yaşarsa, müʼmin de Oʼnun gibi yaşayacak. Oʼnun ibadeti nasılsa, müʼmin Oʼnun gibi ibadet edecek. Oʼnun ahlâkı nasılsa, Oʼnun ahlâkına yaklaşacak. Ve gönlünde, yüreğinde Oʼnu taşıyacak.
Yine Cenâb-ı Hak Fetih Sûresiʼnde:
“Muhakkak Sana bîat edenler, ancak Allâhʼa bîat etmektedirler…” (el-Fetih, 10)
Sahâbe neye bîat etti, Hudeybiyeʼde Bîatüʼr-Rıdvanʼda, ağaç altında? Bir hâdise oldu. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- dönmedi. Dönmeyince bir endişe başladı. Sahâbe bîat etti. Neye bîat etti? “Allah Rasûlüʼnün gönlünde ne varsa ona bîat ediyorum.” dedi. Yani “Allah Rasûlü ne emrederse âmâdeyim.” dedi. Cenâb-ı Hak da o bîatın bir mükâfâtını bildiriyor:
“Muhakkak Sana bîat edenler, ancak Allâhʼa bîat etmektedirler.”
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir pencereden, beşer idrâkinin içinde. Oʼnu taklit etmemiz lâzım. Diğer bir pencereden baktığımız zaman, beşer idrâkinin dışında.
“Siz benim bildiğimi bilseydiniz (yemezdiniz, içmezdiniz) sahrâlara düşerdiniz.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Züdh, 19)
Yine okunan âyet-i kerîmede, Ahzâb Sûresiʼnin 21. âyetinde:
“Andolsun ki Rasûlullahʼta sizin için, Allâhʼa ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâhʼı çok çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.”
Demek ki bu itaat için, bîat için Cenâb-ı Hak üç tane şart koşuyor. “Ben, Allah Rasûlüʼne bîat hâlindeyim, öyle miyim?” Üç tane burada şart bildiriyor:
Allâhʼa kavuşmayı umanlar:
Demek ki:
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])
Kalbimiz ne kadar Cenâb-ı Hakʼla beraber? Dâimâ bir muhâsebe hâlinde miyiz? “Ben Allah rızâsında mıyım bu hâlimde, ticârî, ibadet vs. ahlâkta?”
İkincisi:
Âhirete kavuşmayı umanlar:
“Bir fânîliğin içinde miyim? İhtiras var mı bende dünyaya karşı?” Bunun bir muhâsebesi hâlinde olabilmek.
Allâhʼı çok çok zikredenler:
“Dilim ve kalbim en çok kimi anıyor?” Bu vasıfta olanlar için, Allah Rasûlüʼnde “üsve-i hasene/örnek şahsiyet” vardır.
Şimdi, Kurʼân-ı Kerîm bir mûcize. Lâfızdaki bir mûcize. Taklidi mümkün değil.
Kâinat, fiildeki bir mûcize. Bir yaratmak mümkün değil beşer için.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanda bir mûcize. En alt tabakadan en üst tabakaya kadar örnek. Herkes problemini Oʼnun 23 senelik nebevî hayatında problemini çözer. Çünkü onun yakın bir benzeri, Efendimizʼin hayatında geçmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak “üsve-i hasene” buyuruyor, “örnek şahsiyet”.
Eğer bu üç vasıf varsa bizde, biz Allah Rasûlüʼnü yakından tanıyabiliriz. Problemlerimizi de Oʼnun şahsında çözeriz.
Yani insanlığın Oʼnu (kâmil mânâda) idrâk etmesi mümkün değildir. Oʼnu idrâke sığdırmak, kelimelerin mahdut muhtevâsıyla da mümkün değildir. Ancak -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kalbin derecesine göre tanınabilir. Oʼnu en zirvede tanıyan ve devamlı râbıtaya en güzel bir misal, devamlı bir râbıta hâlinde; Ebû Bekir -radıyallâhu anh-.
Efendimiz buyuruyor:
“Ben herkese mukâbilini verdim, yaptığı hizmetin, yalnız Ebû Bekir hâriç.” buyuruyor. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da:
“‒Yâ Rasûlâllah! (Diyor, üzülüyor.) Ben Senʼden gayri bir şey miyim? (Diyor.) Ben Senʼden gayri miyim? Senʼden ben ayrı mıyım? (Diyor.) Malım, canım, her şeyim, canım, her şeyim Sen değil misin yâ Rasûlâllah?” diyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 11)
Bir aynîleşmenin en güzel misâli.
Velhâsıl insan… İsim müsemmâyı çeker. Bir isimden bahsettiğimiz zaman, o ismi taşıyanı bize hatırlatır. Kuş deyince kuşu hatırlarız, hava deyince havayı hatırlarız. İnsan deyince de insan iki kelimeyle de iki mânâ ile de bir alâkası vardır. Biri “üns” ile alâkalı. Ünsiyetle. Yani insan, kiminle ünsiyet ederse onunla beraberliği yaşar. Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz, Efendimizʼle dâimâ beraberliği yaşadı. Zirvede misal.
Hâmân, Firavunʼla beraber oldu. O da zulmün bir dehşeti içinde hayatını sürdürdü.
Velhâsıl dâimâ biz, isim olarak insanız ve ünsiyetimiz kiminle (ise) o bizim insan vasfımızdır.
Bir de “nisyan” kelimesinden gelir. Unutan. İnsan da unutan bir varlıktır. Cenâb-ı Hak da unutmamamızı istiyor. Kitap gönderiyor, peygamberler gönderiyor. İlâhî laboratuvar bir kâinâtın içinde yaşıyoruz.
Yine âyet-i kerîmede, Haşr Sûresiʼnde:
“Allâhʼı unutan, Allâhʼın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın!..” (el-Haşr, 19) buyuruyor.
Kul, Allâhʼı -celle celâlühû- unuttuğu zaman, kendini unutuyor. Niçin dünyaya geldi? Kimin mülkünde yaşıyor? Yolculuğu nereye? Yaratan kim, hesap soracak kim? Farkında değil…
Onun için Cenâb-ı Hak:
“Allâhʼı unutan, Allâhʼın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın!..” (el-Haşr, 19) buyuruyor.
Cenâb-ı Hakkʼı unutarak, ancak o şekilde günah işlenir. Kimse “Yâ Rabbi!” diyerek bir yumruk vurmaz. Besmele çekerek bir haksızlık yapmaz, bir diken batırmaz.
Öfke, gaflete götürür. Gaflette de Allâhʼı unutur. Onun için Cenâb-ı Hak, gâfil olmamamızı arzu ediyor.
Yine okunan âyette Cenâb-ı Hak:
“Ey Peygamber! Biz Senʼi hakîkaten bir şahit (yani İslâmʼı temsil edebilme), bir müjdeci (İslâmʼın güleryüzünü aksettirme) ve bir uyarıcı (yaşayacağız, o şekilde emr biʼl-mârûf ve nehy aniʼl-münkerde bulunacağız.) O şekilde gönderdik.” buyruluyor. (el-Ahzâb, 45)
Burada -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin üç vasfını bildiriyor. Bizim de bu üç vasıfla mütehallî olmamız lâzım:
Allâhʼın yeryüzündeki şâhidi olarak İslâmʼı temsil etmemiz.
Sahâbenin şeyi (gayesi) buydu. Allah Rasûlüʼne benzeyerek İslâmʼı temsil etme. Allâhʼın yeryüzündeki şâhidi olabilme.
Efendimiz buyuruyor:
“…Peygamberler Allâhʼın şâhididir, benim ümmetim de diğer ümmetlere Allâhʼın şâhididir.” (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XII, 171-172/34530)
Hep bu kutlu doğumda bunu bir müzâkere edebilmek. “Ben, Allâhʼın şâhidiyim yeryüzünde?..”
Müjdeci: “Ben ne kadar İslâmʼı yaşıyorum, İslâmʼın güleryüzünü gösterebiliyorum, benim şahsımda İslâm tebessüm ediyor? Yaşayarak ne kadar hâlimle, kālimle emr biʼl-mârûf ve nehy aniʼl-münker hâlindeyim?..” İlâhî tâlimatlar hep…
Yine Cenâb-ı Hak:
“Sizi ılımlı (hayırhah) bir ümmet yarattık ki sizler yeryüzünde Allâhʼın şâhitlerisiniz, Peygamber de size şâhit olsun…” (el-Bakara, 143) buyuruyor. Yani vize de Efendimizʼden gelecek.
Yine okunan diğer bir âyet:
“Allah ve melekleri Peygamberʼe çok salât ederler…” (el-Ahzâb, 56)
Niye Cenâb-ı Hak bildiriyor kendisinin salât ettiğini, meleklerin salât ettiğini? Demek ki burada biz, Allâhʼın lûtfunu hatırlayacağız. Tabi Cenâb-ı Hakkʼın nasıl salâtı, o bizim idrâkimizin ötesinde. Fakat Cenâb-ı Hak:
“…Siz de Oʼna salevat getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyuruyor. Tam bir teslîmiyet Cenâb-ı Hak istiyor bizden.
Yine okunan Fetih Sûresiʼnin sonundaki âyet. Orada Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Muhammed, Allâhʼın elçisidir. Beraberinde bulunanlar, kâfirlere karşı çetin…” (el-Feth, 29)
Bir tâviz yok, hiç ashâb-ı kirâmda bir tâviz yoktu, Efendimizʼde hiç tâviz yoktu. Bedir Harbiʼnde bir müşrik geldi, Medîneli bir müşrik, daha îman etmemişti. Bedir Harbiʼne iştirâk etmek istedi. Ganimet almak için. Geldi:
“‒Muhammed! (Dedi.) Sen (dedi) zayıfsın.” dedi.
Müslümanlar üçte bir güçteydi. Belki harp âleti bakımından onda bir güçteydi.
“‒Muhammed! (Dedi.) Sen (dedi) zayıfsın (dedi). Benim de gücümü herkes bilir (dedi). Medîneliler bilir (dedi). Müsâade et (dedi) Senʼin safında ben harbedeyim (dedi) Bedirʼde. Ganimetimi alıp gideyim.” dedi.
Efendimiz buyurdu:
“‒Sen benim Allâhʼın Rasûlü olduğumu kabul ediyor musun?”
Adam, “etmiyorum” dedi.
O zaman Efendimiz buyurdu ki:
“‒Bizim sana ihtiyacımız yok, Allah bize kâfîdir.”
Adam döndü, bir tur attı geldi yine.
“‒Bak Muhammed (dedi), tekrarlıyorum (dedi), onlar güçlü, Sen zayıfsın (dedi). Ben gireyim, Senʼin safında harbedeyim, ganimet alıp gideyim.” dedi.
Yine Efendimiz aynı şeyi sordu:
“‒Sen benim Allâhʼın Rasûlü olduğumu kabul ediyor musun?” dedi.
Adam, “etmiyorum” dedi.
Yine Efendimiz:
“‒Bizim, senin gücüne ihtiyacımız yok (dedi). Allâhʼın gücü bize kâfîdir.” dedi.
Adam üçüncü sefer döndü:
“‒Sen Peygamberʼsin (dedi). Bu kadar (dedi), güçsüzken (dedi) madden, bu kadar teslîmiyeti ancak bir Peygamber gösterebilir (dedi). Îmân ediyorum ve safına ben giriyorum.” buyurdu ve müslüman olarak girdi. (Bkz. Müslim, Cihâd, 150)
Velhâsıl burada, âyette:
“…Beraberinde bulunanlar, kâfirlere karşı çetin…” (el-Feth, 29) Taviz yok. Bir müʼminin hayatında bir tâviz olmayacak. Tâviz olmazsa Allah onun yardımcısı. Az bir kuvvetle çok bir kuvvetin bertaraf edildiğini Cenâb-ı Hak bildiriyor âyette. (Bkz. el-Bakara, 249)
“…Kendi aralarında merhametlidir…” (el-Feth, 29)
Müʼmin, müʼmin kardeşiyle -Cenâb-ı Hak kardeş ediyor- imkânını paylaşacak. Onun ıztırâbı onun ıztırâbı olacak, onun sevinci onun sevinci olacak. Allâhʼın verdiği nîmeti, onda eksik varsa o eksiği tamamlayacak. Böyle bir merhamet tecellîsi olacak müʼminde diğer kardeşine karşı.
Ondan sonra Cenâb-ı Hak:
“…Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün…” (el-Feth, 29)
Demek ki bir müʼmin Cenâb-ı Hakʼla o namazda mülâkat hâlinde olacak. Bir enerji verecek. Kendine bir enerji verecek. Etrafına bir huzur tevzî edecek.
İstekleri ne, bu, Efendimizʼin yanında bulunanların?
“…Allâhʼın lûtuf ve rızâsını isterler…” (el-Feth, 29)
Demek ki ivaz ve garez yok. Her şey “hasbeten lillah” olacak. Allâhʼın lûtuf ve rızâsı istenecek her hâlimizle.
مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ
“…Onların nişanları alınlarındaki secde izidir…” (el-Feth, 29) Demek ki bir müʼminin secdesi ona bir nûrâniyet verecek. Bir parlaklık verecek. Onun sîmâsında bir huzur hâli göreceksin.
“…Bu, onların Tevratʼtaki vasıflarıdır. İncilʼdeki vasıfları şöyledir…” (el-Feth, 29)
İncilʼde de bir başka misal veriyor, müʼminlerin inkişâfıyla.
“…Onlar, filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler…” (el-Feth, 29)
Yani müslümanlar, nasıl o tohum çıkar, filiz verir, çiçek açar, güzelliklerini verir, bir müʼmin öyle olacak.
Bu ise kâfirleri ne yapar, öfkelendirir. Yani;
“Allah (böylece) onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir…” (el-Feth, 29) Bunu tarihin her safhasında seyrederiz, tarih sayfalarında.
“…Allah onlardan îmân edip sâlih amel işleyenlere mağfiret ve büyük mükâfat vaad etmiştir.” (el-Feth, 29) buyuruyor.
Hep bunlar, Cenâb-ı Hak, bizim îmânımızı güçlendirmek, kâmil îman hâline getirebilmek…
Bir müʼminin “ecmel” olması, “ekmel” olması, “ahsen” olması… Her şeyde bir güzellik, bir ihtişam sergilemesi. Cenâb-ı Hak bizim öyle olmamızı arzu ediyor.
Yine, en son okunan Hucurat Sûresi, mâlum:
“Ey îmân edenler! Allah ve Rasûlʼünün önüne geçmeyin…” (el-Hucurât, 1)
Her hareketimizi bir mîzân etmek. Efendimiz meselâ, bir misal vereyim:
Efendimiz savm-ı visâl tutardı. Yani iftarsız oruç tutardı. Hiç iftarı açmadan ertesi güne devam ederdi. Sahâbî de heves etti. Efendimiz; yok dedi, siz dedi, bunu kaldıramazsınız dedi. (Bkz. Buhârî, Savm, 48)
Şimdi demek ki bizim bir savm-ı visâl tutmamız bize yasak.
“…Allah ve Rasûlʼünün önüne geçmeyin…” (el-Hucurât, 1)
Velhâsıl ibadette bile, yani orucu üç saat evvelden başlayalım, üç dakika evvel bozalım, olmaz.
Namazı zamanından evvel, misli olarak kılalım, zamanında kılmayınca olmaz.
Demek ki bir müslüman, Allah ve Rasûlʼünün ölçüleri içinde hayatını mîzân edecek.
Ondan sonra kul, müʼmin, Allah Rasûlüʼnü yakından tanıyacak. Nasıl bir, şâhâne bir servete mâlik olduğunun idrâki içinde olacak.
Çocuğun eline birçok para versen farkına varmaz, o paranın kıymetini de bilmez. Çakıl taşıyla altın koysan fark etmez çocuğun önünde, farkına varmaz o altındır, o çakıl taşıdır. Fakat Cenâb-ı Hak, verdiği nîmetin farkında olmamızı bizim arzu ediyor. Bu âyet ashâb-ı kirâma indi, sıradan insanlara değil, avâma değil, havâssa indi, havâssüʼl-havâssa indi:
“Ey îmân edenler! Sesinizi Peygamberʼin sesinin üzerine yükseltmeyin!..” (el-Hucurât, 2)
Yani ses tonunu bile, Efendimizʼin huzurunda ayarlamasını ashâb-ı kirâmın, istedi.
“…Birbirinize seslendiğiniz gibi Peygamberʼe yüksek sesle seslenmeyin!..” (el-Hucurât, 2) buyurdu.
“…Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa çıkıverir…” dedi. Sıfırlanırsınız.
Demek ki bu, Allah Rasûlüʼnü yakından tanımamızı Cenâb-ı Hak istiyor. Oʼna olan nezâketi muhâfaza etmemizi istiyor. Her an salevât-ı şerîfelerle gönlümüzü Oʼnun gönlüne rabtetmeye gayret edeceğiz.
İmam Mâlikʼe soruyorlar:
“Yâ İmam!” diyorlar…
Ebû (Câfer) Mansur geliyor, ikinci Abbâsî halîfesi. İmam Mâlik mihrapta Ravzaʼda. Birtakım sorular soruyor İmam Mâlikʼe Ebû (Câfer) Mansur, devlet reisi. İmam Mâlik cevap veriyor. Tabi halife olduğu zaman, bazı şeyler istediği gibi cevap olmuyor, Ebû Câfer sesini yükseltiyor. Orada İmam Mâlik diyor ki:
“‒Ey halife! Burada sesini kıs (diyor). Burada haddini bil (diyor). Bu (diyor), Allâhʼın îkaz âyetleri senden çok faziletli insanlar üzerine indi (diyor), ashâb-ı kirâm üzerine indi.” diyor.
O zaman diyor ki halîfe, bir şöyle silkeleniyor:
“‒Peki yâ İmam (diyor). Burada (diyor), duâ ederken (diyor), kıbleye mi döneyim, Ravzaʼya mı döneyim?” diyor.
Orada İmam Mâlik diyor ki:
“‒Burada (diyor), niye yüzünü Oʼndan çevireceksin ki? (Diyor.) O, senin ceddin (diyor) Hazret-i Âdemʼin (diyor), kıyamete kadar Allâhʼa ilticânın bir vesîlesidir (diyor). Bilâkis sen burada Rasûlullahʼa yönel (diyor) ve ondan şefaat iste (diyor) ki Allah Teâlâ sana Oʼndan şefaat ihsan eylesin, nasîb eylesin.” buyuruyor. (diyor) (Bkz. Kàdî Iyâz, Şifâ, II, 41)
Yine, kardeşler! Bakın Kurʼân-ı Kerîm okuyoruz hepimiz -elhamdülillah-. Peygamberlere, “Yâ Mûsâ, yâ Îsâ ve hep yâ, yâ, yâ kelimesiyle geçiyor, isim olarak geçiyor. Hiç “Yâ Muhammed!” diye bir hitap yoktur. Yani “ey Muhammed!” diye bir hitap yoktur ismiyle Kurʼân-ı Kerîmʼde. “Yâ Nebî, yâ Rasûl!” şeklinde hitap vardır. Yani sıfatlarıyla bir hitap vardır.
Demek ki Kurʼân-ı Kerîm dahî bize nasıl bir edep içinde olacağımızı Allah Rasûlüʼne…
Yine Cenâb-ı Hak hiçbir peygamberi üzerine “yemin olsun” buyurmuyor. Fakat yalnız Efendimizʼe “لَعَمْرُكَ” buyuruyor “Senʼin hayatın üzerine yemin olsun…” (el-Hicr, 72) buyuruyor.
Bu, Allah Rasûlüʼnün karşısında yapılan o tâzim, saygı:
“O sesini kısanlar…” (el-Hucurât, 3) Bunlar Allah Rasûlüʼnü tanıyanlar ve “…takvâ imtihanı içinde…” olduğunu bildiriyor. “…Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” buyuruyor. (el-Hucurât, 3)
Fakat bir kavim de geliyor, arka odalarından sesleniyorlar:
“‒Muhammed! Dışarı gel de Sana bir şeyler söyleyelim.” diye.
Onlara da Cenâb-ı Hak:
“…Onlar, aklı ermez kimselerdir.” (el-Hucurât, 4) buyuruyor.
Demek ki aklımızın ermesi, akıl sahibi olmamız, kalbe bağlı. Allah Rasûlüʼnü tanımakla oluyor. Oʼna yaklaşmakla olmuş oluyor.
Cenâb-ı Hak, Efendimizʼe “Habîbim” sıfatını veriyor; “Allâhʼın sevgilisi”. İbrahim -aleyhisselâm- “Allâhʼın dostu”, “Halîlullah”. Efendimiz, Habîbullah. Cenâb-ı Hakkʼın sevgilisi.
İbadette benzemek. O bir kul peygamber olmayı tercih etti. Cebrâil geldi, Cenâb-ı Hakʼtan teklif getirdi.
“‒Ben (dedi), kul peygamber olmayı arzu ediyorum.” dedi. (Bkz. Abdurrazzâk, Musannef, III, 183; Heysemî, IX, 192)
Ve hayatını hep “عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ” (Allâhʼın kulu ve elçisi olarak) bir kulluk içinde îfâ etti.