Ebedî Fecre
Yıl: 2008 Ay: Ocak Sayı: 35
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“İki şey vardır ki onlar hakkında insanların çoğu aldanış içerisindedir. Bunlar; sıhhat ve boş vakittir.”
EN KIYMETLİ HAZİNE
İnsanoğlu, elinde bol olarak mevcut olduğunu zannettiği nice kıymetli hazine değerindeki nimetlerin çoğu kere farkında olmaz. Onu ziyan eder. Sert kayalara ve çöllere yağan yağmurlar gibi. Bu hazinelerin başında da hiç şüphesiz ki nefes nefes ömürleri eriten zaman gelmektedir. Ne hikmettir ki, elden kaçınca bir daha geri gelmeyeceği hâlde insanlar zamanı müsrif bir şekilde kullanmaktadır. Tıpkı hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi:
“İki şey vardır ki onlar hakkında insanların çoğu aldanış içerisindedir. Bunlar; sıhhat ve boş vakittir.” (Buhârî, Rikak 1)
Zaman öyle bir kıymettir ki onun değerine dikkat çekmek üzere Cenâb-ı Hak Asr Sûresi’nde; “Zamana yemin olsun!” buyurmaktadır.
Nitekim her şeyi satın almak, değiştirmek, borç alıp, borç vermek mümkündür. Ancak zamanı satın almak, borç alıp vermek ise asla mümkün değildir. Çünkü zaman, herkes için muvakkattir.
Zaman, insana Allâh’ın lutfettiği en kıymetli bir imtihan saatidir. O saat, eldeyken fırsattır. Elden çıkınca ise, ancak nedâmettir. İnsan, bütün yapacaklarını ancak o saatin içinde yapabilir. O saat kaçınca en mahir ustaların bile elleri tutulur artık. Gözler, sadece o saat içinde görür. O saat geçince, her yan kapkara kesilir. Kalpler, o saat içinde çalışır. O saat bitince elektriksiz bir makine gibi donup kalır. Vücutta bütün âzâlar donar, insan sanki sadece etten bir kalıba döner. Dolayısıyla o saati vaktinde değerlendirebilenler, şairin dediği gibi Azrail’e hoş geldin der:
O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrail’e «hoş geldin!» diyebilmekte hüner… [NFK]
Yine şairin dediği gibi:
Bil ki dünyâda hayat, sâdece bir sâattir,
Sor giden kullara, en faydalı iş, tâattir! [Seyrî]
Öyle ki;
KAZANÇ YÖNÜYLE DÜNYA ÂHİRETTEN HAYIRLI
Ömürlerini nefes nefes en güzel şekilde amel-i sâlihlerle bezeyen Hak dostlarından Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri der ki:
“Dünyanın bir günü, âhiretin bin senesinden daha hayırlıdır. Çünkü dünyanın bir gününde rızâ-yı ilâhîyi tahsil etmek imkânı vardır. Âhirette ise dünyadaki gibi amel-i sâlihler yapıp da kazanma imkânı yoktur. Orada sadece hesap vardır.”
Rivayete göre İlyas -aleyhisselâm- Azrâil’le karşılaşınca ürperdi. Bunun üzerine Azrâil -aleyhisselâm- dedi ki:
“–Sen bir peygambersin yâ İlyas, ölümden mi korktun?”
Hazret-i İlyas şöyle cevap verdi:
“–Hayır, ölümden ürkmedim. Fakat hayatımın bittiğine üzüldüm. Çünkü hayatımı ibadetle, tebliğle geçiriyordum. Kulluktan bir lezzet alıyordum. Fakat şimdi kabirde kıyâmete kadar rehin kalacağım. Onun için mahzun oldum.”
Görüldüğü gibi peygamberler başta olmak üzere bütün ehl-i irfan, ellerindeki zamanı bir kazanç mevsimi olarak kullanmışlar ve ömrü bu mânâda değerlendirmişlerdir. Nitekim erbâb-ı tasavvuf bu değerlendirmeyi terimleştirmiş ve sofîyi târif ederken «ibnü’l-vakt» yani vaktin, zamanın oğlu, daha açık ifadeyle zamanla bütünleşmiş, zamanın her ânını nasıl değerlendireceğini bilen ve vaktine sahip olan diyerek anlatmıştır.
Demek ki, ömrümüzden ne gitti, ne kaldı, bunu görmek gerek. Yani ömür takvimimizden dökülen yapraklara karşı âmâ kesilmemek gerek. İşte ömrümüzden;
BİR YIL DAHA GEÇTİ…
2007 bitti, 2008 başladı. Bir sene daha geride kaldı. Hayat defterimizden bir sayfa daha eksildi. “Bir yel esip geçmiş gibi” aylar, haftalar ve günler, maziye karıştı gitti. Acaba bize o geçen günler ne kazandırdı?
Bunun muhasebesini güzelce yapmamız lâzım. Şimdi geçen günleri, elimizde henüz fırsat anları varken mahşer terazisiyle tartmalıyız. Tartmalıyız ki, ziyanımız varsa kazanca dönüştürmek için gayret sarf edelim. Büyükler sık sık tekrar etmişler:
“Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz!”
Hazret-i Ömer’in ifadesiyle:
“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin. Büyük duruşma için hazırlık yapın. Âhiretteki hesap, ancak dünyada nefsini hesaba çekmiş olanlar için hafif ve kolay olacaktır.”
Acaba geçirdiğimiz bir seneyi kirâmen kâtibîn ne ile doldurdu? Acaba güzel amellerimiz kabul oldu mu? Acaba imkânımız olduğu hâlde ne gibi mânevî fırsatlar kaçırdık? İhlâsımız ne durumda? Kalbimiz takvâ azığı ile gıdalanıyor mu? Takvâ sahibi olmak için gayret gösteriyor muyuz? Takvâ ile ilgili ölçümüz ne?
Takvâya, Meymûn İbn-i Mihrân ne güzel temas etmiş:
“Kul; «Yediğini ve giydiğini nereden karşılıyor?» diye ortağını gözetleyip durduğu gibi, kendi öz nefsini denetlemedikçe asla takvâ sahibi olamaz.”
Takvâ nedir?
Takvâ, nefsânî arzuları köreltmek, fıtrattaki rûhânî istidatları inkişaf ettirmek; yani fücurdan (Allah’tan uzaklaştırıcı her türlü fiilden) uzak durabilmek, Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırıcı her türlü güzel amele yakın olabilmektir. Dîni; bir vecd, heyecan ve muhabbet ile yaşayabilmektir.
Ehemmiyetine binâen Kur’ân-ı Kerim’de «takvâ» kelimesi muhtelif kalıplarda yaklaşık 258 defa tekrarlanmaktadır.
Bütün ârifler, bu hususta hassastırlar. Gazâlî Hazretleri, takvâlı bir tefekküre davet ederek der ki:
BUGÜN ÖLDÜĞÜNÜ FARZET!
“Oğlum, bugün öldüğünü farzet! Ne kadar «eyvah, vah vah!» diyerek pişman olacaksın! Bir kabristana gittiğimiz zaman kendi yaşımızda çok mezar taşı buluruz. O bakımdan bundan sonraki ömrünü Allâh’ın verdiği bir nimet olarak bilip, ona göre değerlendir!
Ey oğul! Hadîs-i şerifte de buyurulduğu gibi; istediğin kadar yaşa, nasıl olsa bir gün öleceksin! Dilediğini sev, nasıl olsa bir gün ayrılacaksın! İstediğini yap, nasıl olsa bir gün hesabını vereceksin!..
Ey oğul! Maksadın, rûhunu olgunlaştırmaya, nefsine hâkim olmaya, bedenini de ölüme hazırlamaya gayret etmek olmalıdır. Çünkü son durağın kabir olacaktır. Kabirdekiler, «Ne zaman geleceksin?» diye beklemektedirler. Sakın oraya azıksız gideyim deme!”
Bu şekilde tefekkür, insanın normal hayat akışında göremediği pek çok gerçekleri görmesini sağlar.
Düşünür ki;
NEREDE, EN ÇOK NE VAR?
Bir gün Behlül Dânâ, Abbâsî halîfelerinden Harun Reşid’e sordu:
“–Ey halîfe, sana üç suâlim var: 1. Yer üstünde en fazla olan, 2. Yeraltında en fazla olan, 3. Gökyüzünde en fazla olan nedir?”
Harun Reşid de şu cevabı verdi:
“–Yeryüzünde en çok olan canlılardır. Yeraltında en çok olan mevtalardır. Gökyüzünde en çok olan da kanatlılardır; kelebeklerdir, kuşlardır, vesâire…”
Behlül Dânâ ise mânidar bir şekilde bakarak şu mukabelede bulundu:
“–Hayır ey halîfe, sen işin zâhirî tarafını söyledin. Hakikatini söylemedin. Gerçek şu ki: Yeryüzünde en çok mevcut olan şey; tamahlardır, hırslardır, ihtiraslardır, kıskançlıklardır ve bitmek-tükenmek bilmeyen nefsânî arzulardır. Yeraltında en çok mevcut olan şey de «eyvah, vah vah» ile «keşke»lerdir. Gökyüzünde en çok mevcut olan ise Cenâb-ı Hakk’a çıkan sâlih amellerdir.”
Bu bakış açısıyla bizden ayrılan seneleri, hattâ her nefesi tefekkür etmeliyiz. Boşuna harcanan her zamana «eyvah, vah vah» demeliyiz. Bu nedâmeti, toprak altına girmeden önce göstermeliyiz. Yaşadığımız müddetçe bu tefekkürden gāfil kalmamalıyız. Düşünmeliyiz; Allah şu anda canımızı alsa ne kadar «eyvah, vah vah» derdik?
Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:
“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)
Acaba yeryüzünde bize günün birinde «eyvah, vah vah» dedirtecek ne kadar tamahların, ihtirasların, hasetlerin ve vaktimizi nefsânî arzularla ziyan eden temayüllerin peşinde zebun olmaktayız?
Düşünüyor muyuz niçin;
VAKİTLE İLGİLİ
İLÂHÎ YEMİN VAR
Cenâb-ı Hak;
“Fecre (sabah aydınlığına) yemin olsun!” (Fecr, 1) buyuruyor.
O, her sabah, bizlere takvimden bir yeni yaprak açıyor. Her gün bizleri tefekküre davet ediyor.
Bu davete karşılık biz, bugünümüzü nasıl dolduracağız? Ne kadar Allah rızâsını arayacağız? Kendimize ne kadar, kendimizin dışındakilere ne kadar infakta bulunacağız?
Güneşin batması, akşamın olması sanki bir ömrün bitişi, bir geceye giriş. Her an bir muhasebe hâlinde olmamız zarurî. Günümüzü nasıl tamamladık? Yine gece oldu, yine arkadan sabah geliyor. Cenâb-ı Hak, sanki yine bir «ba‘sü ba‘de’l-mevt» tekrar kıyâmet günü kalkış sahnesini gözlerimizin önüne koyuyor. Bizleri yine bir muhasebeye çağırıyor.
Düşünelim:
“Hangi gündüz ki onun âhiri akşam olmaz.” hikmetiyle gecelere karışıyoruz. Bütün gece-gündüz değişmelerinin en mühim gayesi, umumî bir kanun olan;“Hayat iki gün bir geceden ibarettir.” hakikatini tatbikî bir şekilde öğretmektir.
Umumî görüşe nazaran hayat, dünya günüyle âhiret günü arasındaki ölüm gecesinden ibarettir. Yani dünya, fânî bir gün; ölüm, muvakkat bir gece; âhiret de, ebedî bir hakikat sabahıdır. Bu umumî hayat fikrini temrinleştirmek için kâinatın Hâlık’ı günleri, geceleri, sabahları ömrümüz müddetince değiştiriyor. Gafil insanlara hakikati bildiriyor. Her gece gizli bir ölüm tehlikesi getirirken insanlar, akşamlara ne tatlı dalıyorlar. Gecelerin esrarına kendilerini neşeyle bırakıyorlar.
Eğer ölümden korkmak ve kaçmak îcap etseydi, akşamlar yaklaşırken korkularla titrememiz lâzımdı. Hâlbuki böyle bir korku geçirmiyoruz. Çünkü sabaha kavuşmak bir hilkat kanunu. O hâlde ölümün de koynundan bir hakikat fecrinin sökeceğini, yüksek bir maîşet sabahının belireceğini düşünmemiz ve ona yaklaşırken tatlı bir sabah vaat eden gecelere karışır gibi neşelerle akıp gitmemiz gerekmez mi?
Tabiî bunu gerçekleştirebilmek, tefekkür derinliği içerisinde ömrü bütünüyle değerlendirebilmekten geçer. İşte o zaman, içinde yaşadığımız zamanların her safhası;
BİR TECELLÎ UMMANI
Cenâb-ı Hak, bizi; hâdiselerle, vukuatlarla, zerreden küreye her şeyle îkaz ve irşat ediyor. Bütün kâinat, her vâkıa, her hâdise insanı bir irşat durumunda. Her şeyin bir zâhirî sebebi var. Her sebebin altında bir de bâtınî sebebi var. Ârifler daima bâtınî sebebi düşünürler. Bu hassasiyete güzel bir misal vardır:
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, kendisine bir hafta boyunca misafir gelmeyince oturup ağlamaya başlar. Ona;
“–Niye ağlıyorsun?” diye sorulunca da şu cevabı verir:
“–Benim acaba ne gibi bir mâsiyetim, günahım oldu ki, Allah Teâlâ bana misafir göndermedi.”
Bu muhasebe, bizim için de zarurîdir. Çünkü;
Her hâdisenin altında kulluğumuzun yoklamasını yapmak mecburiyetindeyiz. Bakın; dünyada sürurlu günler de oluyor, mahzun günler de yaşanıyor ve hayat bir med ve cezir hâlinde devam ediyor.
Dolayısıyla bir tecellî ummânı hâlinde yaşadığımız her hâdisede kalbimizi inkişaf ettirerek işin hikmet tarafına intikal edebilmemiz lâzım.
Çünkü;
AKLIN BİTTİĞİ YERDE HİKMET BAŞLAR
Hikmet, kalbin okumasıdır.
Çünkü bilmek, zihnin bilmesi değil, kalbin bir muammayı çözmesidir. Bu muammayı çözmek de, hikmetle mümkün.
Hikmet ki, akla aczi kavratmaktır. Zira akılla kavranamayan sırlar, hikmetle çözülür. Kâinatı okuyabilmek de hikmete bağlıdır. Hikmet olmasa sırlar kapalı kalır. Musa -aleyhisselâm- ve Hızır -aleyhisselâm-’ın misalinde olduğu gibi. Gönüller sırra nâil olunca akıl devreden çıkar. Dolayısıyla insan her zaman âcizdir ve her meselede hikmete ihtiyacı vardır.
Bunun içindir ki peygamberlerin bir vazifesi de insanın iç âlemini tezkiye ettikten sonra, onu, kalbiyle Kur’ân’ın derinliğini ve kâinattaki bütün hikmetleri okuyabilecek hâle getirmek olmuştur.
Çünkü;
Cenâb-ı Hakk’ın esmâsı, insanda tecellî hâlindedir. Halketme/yaratma ve bekâ sıfatı hâriç. Şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerim de, insanın şerhidir. Bu itibarla Mü’min de devam eder, kâfir de. Namaz kılan da devam eder, namaz kılmayan da. Kur’ân-ı Kerîm’in şerhi de kâinattır. Nitekim kıyâmet gelip de insan bittiği zaman Kur’ân-ı Kerîm’in sayfaları silinecek ve kâinat da infilâk edecek. Yeni baştan bir nizam kurulacak.
Hâsılı birbirine bağlı, birbirini en güzel şekilde şerh eden üç âlem; insan, Kur’ân ve kâinattır.
Dolayısıyla Kur’ân’ın derinliklerine tam mânâsıyla varabilenler, hem kendilerinin hem de kâinatın derinliklerine de vâkıf olurlar. O zaman hikmetler çözülmeye başlar.
Hayatının safhalarını bu gerçeğe göre tasnif eden Mevlânâ Hazretleri; Selçuklu Medresesi’nde dersiâm iken aklıyla okuduğu devreyi «Hamdım» sözüyle dile getiriyor. Kalbin okumaya başladığı, yani hikmetleri çözmeye başladığı devreye de «Yandım ve Piştim» diyor.
Unutmamalı ki;
Dünyevî olarak bir insan, Yusuf -aleyhisselâm- kadar güzel de olsa, fakat mâsivâ içinde, fısk içindeyse zarar-ziyandadır. Süleyman -aleyhisselâm- kadar zengin, saltanat ve varlık sahibi olsa, eğer mâsiyet içindeyse, fısk u fücur içindeyse yine zarar-ziyandadır. Öyleyse;
KURTULUŞA KİMLER ERECEK?
Cenâb-ı Hak, Asr Sûresi’nde tam dört teyitle ve tekitle:
“Zamana yemin olsun ki, insanlar elbette bir hüsran/ziyan içindedirler!” buyuruyor.
Ardından bu ziyandan kurtulabilen bahtiyar zümrenin tarifi geliyor:
“Ancak şunlar müstesna: Îman edip amel-i sâlih işleyenler (ibadette dâim olanlar, her zaman makbûl ve güzel işler yapanlar), bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler…”
Demek ki ebedî hüsrandan kurtuluşun yolu;
1. Îmanın kalpte mekân bulması,
2. Onun amel-i sâlih ile tezyin edilmesi,
3. Hakkı yaşayarak tavsiye,
4. Son olarak da sabrı yaşayarak tavsiyedir.
Yani her şeyden önce hak olan yaşanacak. En mühim hak da, Allâh’a karşı olan, bizim Allâh’a karşı olan kulluk borcumuzu îfâ edebilmemizdir.
Bu hususta yegâne örneğimiz, Peygamber Efendimiz’dir.
Eğer O’na muhabbette gönlümüz kıvam bulursa, O’na tâbî olmakta muvaffak oluruz. Böylece ömrümüz; hem Allâh’a hem Rasûlullâh’a hem de bütün mahlûkata karşı hakkaniyet içerisinde geçer.
Sabra gelince…
Sabır, çileler dünyasında en zarurî gıdamızdır. Ayaklarımızın sebat etmesi, sırât-ı müstakimden kaymaması için sabır gıdasına her zaman ihtiyacımız vardır.
Gerçek sabır da, şu imtihan dünyasında değişen vâkıalar karşısında dengeyi bozmamak, onun bize bir hayır getireceğine suhûletle inanıp Allâh’a teslim olabilmektir. Cüneyd-i Bağdadî buyurur:
“Sabır, yüzünü ekşitmeden acıyı içmektir. Hem de yudum yudum ve içine sindire sindire.”
Çünkü Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede:
“Sabır ve namazla Allâh’a ilticâ edin.” (Bakara, 45, 153) buyurmaktadır.
Cenâb-ı Hak, cümlemize ömrü bu kurtuluş reçeteleri etrafında değerlendirmeyi nasip eylesin! Boş şeyleri terk ederek vakti en değerli olan amel-i sâlihler ile yaşamaya muvaffak kılsın! Dünyanın fânî nefeslerini, âhiretin ebedî hazinelerine dönüştürsün!
Âmîn!..