DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
İSTİKÂMET
Kıyâmet Günü Bedenimiz, Rûhânî Yapımıza Göre Şekillenecek
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin aziz, latîf, mübârek, mücellâ, musaffâ, pâk rûh-i tayyibelerine; ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümlemizin geçmişlerinin rûh-i şerîflerine; dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, şerirlerin şerlerinden muhafazasına; bu ilticâ ile, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Cenâb-ı Hak insanı, mükerrem varlık, iki vasıfta halketti.
Bir; bedenî vasfı var, bedenî hususiyeti. Bir de rûhî hususiyeti var.
İnsan, beden olarak toprağa mensup. Kendi imtihanının sonunda, yani son nefesinden sonra yine toprağa beden döndürülecek. Beden, rûhun bir elbisesi. İbadet, tâat, hizmet, kulluk, bedenle mümkün. Cenâb-ı Hak rûha beden giydirerek bizi dünyaya getirdi. Bedenin fonksiyonu bitecek son nefeste. Etten bir kalıp hâline gelecek ve toprağa dönecek. Tekrar yaratılışımız, kıyâmet günü… O da, dünyadaki rûhânî yapımıza göre yeni baştan bir beden giydirilecek. İnsanın rûhânî yapısı ise Cenâb-ı Hakkʼa mensup.
Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي buyuruyor. “…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” (el-Hicr, 29)
Yani Cenâb-ı Hak insana, kendinden kâbiliyetler veriyor. Ve bu kâbiliyetler, mânevî istîdatlar inkişâf edecek, duygular yıkanıp temizlenecek. Nefsânî arzular bertaraf edilecek. Kalben merhaleler katedilecek. Her rekâtta; اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ diyoruz.
Yani “(Yâ Rabbi!) Bize doğru yolu/sırât-ı müstakîmi göster.” (el-Fâtiha, 6) diyoruz. Cenâb-ı Hakʼtan sırât-ı müstakîm talep ediyoruz.
Diğer bir âyet-i kerîmede; sırât-ı müstakîm nedir? Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe;
عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ
“Sen sırât-ı müstakîm üzeresin.” (Yâsîn, 4) buyruluyor. “Doğru yol üzeresin.” buyruluyor.
Efendimizʼin burada, güzîde, müstesnâ hâl, ahvâl ve ahlâkı bildiriliyor. Yani insan -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin ahlâkıyla ahlâklandığı nisbette sırât-ı müstakîm üzeredir.
Bu sebeple, Efendimizʼin hâliyle hâllenmeye gayret edilecek. Neticede kalp, mükerrem hâle gelecek.
“Benî Âdemʼi mükerrem kıldık…” (el-İsrâ, 70) buyruluyor. O mükerremliği elde edecek. Böylece Dâruʼs-Selâm, yani Cennet dâvetiyesini, Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla kazanacak. İnsan mükerrem olacak ki, ihtişâmı sonsuz Cennetʼte, Rabbimizʼin izniyle mekân bulabilsin.
Bu cihan, imtihan dünyası olarak hazırlandı. Herkes için meçhul olan son nefese kadar hayat takvimimiz devam edecek. Cenâb-ı Hak, herkesin takvimini meçhul bırakıyor. Herkes kendi takviminden kendinin haberi yok. Her an hazırlıklı olması zarûrî.
Son nefes ile bir mezar âlemi başlayacak. Bu kabir âlemi, dünya hayatındaki mânevî duruma göre tecellî edecek. İmtihan yurdu olan bu dünya da, dershâne olarak kuruldu. Son nefesten sonra; bütün kâinat infilâk edecek, yani kıyâmet kopacak. Mahkeme-i Kübrâʼya çıkılacak, yani büyük mahkemeye.
اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا
“Kitabını oku!..” (el-İsrâ, 14) Hayatını oku. Kirâmen Kâtibînʼin yazdıklarını oku.
“…Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14) denilecek.
Vücut organları konuşmaya başlayacak. “Gözler konuşacak” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. Fussilet, 20) Allah gözleri niye verdi, nerede kullandın? Seni gözsüz yaratmadı. Her ihsân ettiğinin mukâbilini Cenâb-ı Hak isteyecek. Kulaklar konuşacak, deriler konuşacak, mekânlar konuşacak. Velhâsıl, kendi hayatımızı kendimize orada Cenâb-ı Hak yeni baştan seyrettirecek. Bütün dünyada unuttuklarımız orada önümüze gelecek. İki yoldan bir tarafa sevk edilecek insanoğlu. Geriye dönüş de yok.
En üstün varlık olarak Cenâb-ı Hak insanı halketti. Kulluk için yaratıldığını, onu kâinattaki hikmetlerle îkaz hâlinde. Kur’ân-ı Kerîmʼle îkaz hâlinde. Peygamber Efendimizʼle îkaz hâlinde.
Yani kâinatta yardımcı bize, üç tane ilâhî tecellî:
Birincisi kâinat… Cenâb-ı Hakkʼın esmâ ve sıfat tecellîlerinin fiilî bir sergisi.
İki; Kur’ân-ı Kerîm… Beşerin kıyâmete kadar muhtaç olduğu kemâlâtı, hakîkati, esrârı ihtivâ etmekte. Öyle ki beşeriyetin bütün ihtiyaçlarına cevap vermekte.
Âyet-i kerîmede ifade buyrulduğu üzere:
“…Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık kitaptadır.” (el-En‘âm, 59)
Hiçbir boşluk yok. Yani 1400 sene evvelinden insana kıyamete kadar gelen insana, en alt kademeden en üst kademeye kadar bütün ihtiyaçlara cevap durumunda Kur’ân-ı Kerîm.
Zâhiri 6600 küsur âyetten ibâret. Fakat muhtevâsı, beşer idrâkinin saymaktan âciz olduğu pek çok mânâları ve sırları ihtivâ etmektedir.
Üçüncüsü ise; peygamberler… Zirvesinde bu ilâhî tecellîlerin; Peygamber Efendimiz, zirvenin son noktası.
Cenâb-ı Hak bizi kâinatla, Peygamber Efendimizʼle ve Kur’ân-ı Kerîmʼle irşâd etmektedir.
Okunan âyet-i kerîme, ilk, Âl-i İmrân Sûresiʼnin 189. âyeti. 180-190-191. âyetleri okundu.
Bilâl -radıyallâhu anh- sabah namazına ezan okumaya geldi. Efendimizʼi çok perişan gördü.
“–Yâ Rasûlâllah! Hâlden hâle girmişsiniz. Bu gece ne oldu?” deyince:
“–Bilâl!” dedi. “Öyle âyetler nâzil oldu ki, üzerinde düşünmeyen, tefekkür etmeye yazıklar olsun!” buyurdu.
Âyetler:
“Göklerin ve yerin hükümranlığı Allâhʼındır. Allâhʼın her şeye gücü yeter.” (Âl-i İmrân, 189)
Yani ilâhî azametle Cenâb-ı Hak kulu uyandırıyor. Kul dâimâ hamd hâlinde olacak, şükür hâlinde olacak, amel-i sâlih hâlinde olacak.
Ondan sonra misaller veriyor kâinattan:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, akl-ı selîm sahipleri için, gerçekten açık ibretler vardır.” (Âl-i İmrân, 190)
Yine diğer bir âyette:
“…Kaldır başını bak, bir fütur görüyor musun?” diyor. “Kaldır tekrar bak…” diyor, Tebârekeʼde. (Bkz. el-Mülk, 3-4) Bir trafik kazası var mı? Güneş, fazla harâretini veriyor, az hararetini veriyor, doğuşunda-batışında bir takdim-tehir var mı? “Kaldır başını bak.” diyor. Yani Cenâb-ı Hak, azamet-i ilâhî tecellîleri… Kâinatta mikrodan makroya her şey ilâhî azametin şâhidi. Fakat tabi kalp merhaleler katedecek. Bunun idrâki içinde olacak.
Cenâb-ı Hak bunun için bizden kalp istiyor, yürek istiyor. Bu yürekle bizi Cennetʼe davet ediyor. “Kalb-i selîm” buyruluyor. Rafine olmuş, tertemiz bir kalp. “Nefs-i mutmainne” buyruluyor. Cenâb-ı Hakʼla huzur bulmuş, tatmin olmuş, bütün problemler bitmiş. Dünyevî bütün problemlerin bir tesiri kalmamış. Kalp Cenâb-ı Hakʼla beraber, hepsi bertaraf edilmiş. Bunun hâl durumunu Rabbimiz arzu ediyor. Nefs-i mutmainne olmamızı.
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerindeyken (her vakit) Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Yani Cenâb-ı Hakkʼı unutmazlar.
Diğer bir âyet, Enfâl Sûresiʼnde:
وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ “…Allah anıldığı zaman, kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2)
Bu kadar ilâhî azamet karşısında duygu derinliği olacak. Cenâb-ı Hakkʼın ikramları karşısında duygu derinliği olacak.
Cenâb-ı Hakkʼın “Hâdî” sıfatının tecellîsi için bir duygu derinliği olacak.
“Verdiğim nîmetleri sayamazsınız.” buyuruyor. (Bkz. İbrahim, 34; en-Nahl, 18) Verdiği nîmetler tâdâd edilecek, tefekkür hâlinde olunacak.
Velhâsıl;
“Ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) buyruluyor.
Bunun neticesinde ne olacak? Derin bir tefekkür başlayacak. Nereye tefekkür başlayacak?
“…Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler…” (Âl-i İmrân, 191)
Gökler, zâten idrak mümkün değil. Ne kadar yıldız var, nasıl bir sirkülasyon var, nasıl bir ekolojik denge var? Trilyonlarca yıldız… Onlar da insan gibi, diğer mahlûkat gibi, onlar da fânî… Doğuyor beyaz delikten. Ömrünü tamamlıyor. Kara delikten yıldız mezarlığına giriyor. Bizim idrâkimizin dışında binbir türlü ibretler, hikmetler…
Göklerin yaratılışı… Yerin yaratılışı… Yani mikrodan makroya… Bir atomun içinden -düşünün- proton, elektron, netron, onların sirkülasyonları… Onlar bir bozulsa, infilâk etse ne oluyor? Nasıl bir hızla dönüyor? Bir hidrojen atomu, çekirdeğin etrafında saniyede 2000 km hızla dönüyor.
Gökyüzü ayrı bir âlem. En küçük madde ayrı bir âlem. Toprak ayrı bir âlem; bütün mahlûkâtı besliyor. Her mahlûkâta sofralar kuruluyor. Birinin yediği, öbürüne ayrı. Hepsinin yemek târifesi ayrı. Hiçbiri eksilmiyor, devamlı Cenâb-ı Hak ihsan ediyor.
“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine düşünürler. Ve şöyle derler (bu, nefs-i mutmainneye varanlar): «Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın.» derler…” (Âl-i İmrân, 191)
Bu gökyüzü boşuna değil, yeryüzü boşuna değil. Bütün mahlûkat boşuna değil. Cenâb-ı Hakkʼın “el-Bârî, el-Musavvir” sıfatlarının ayrı ayrı tecellîleri, ayrı ayrı manzaralar…
“…«Sen bunları boşuna yaratmadın. Senʼi tesbîh ederiz. (Senʼi zikrederiz.) Bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Yani Allâhʼın bu kadar nîmetleri karşısında bir eziklik içinde yaşarlar.
Velhâsıl, kalp inkişaf edecek. Hayatın hiçbir safhasında, hiçbir nefeste Rabbini unutmayacak. Tefekkür derinleşecek.
Yine Cenâb-ı Hak diğer bir sûrede, A‘râf Sûresiʼnin 69. âyetinde; Allâhʼın nîmetlerini tefekkür edip (şükrüne koşan müʼminler) felâha ermiştir.
Şükrüne koşmak; “Yâ Rabbi şükür!” lâfızda. Lâfızla beraber hâlde şükür olacak. Akâidinle bir şükredeceksin. Sarsılmaz bir akâid. İbadetlerinle bir şükür olacak. Nasıl rûhuna bir huzur hâli veriyor. Muâmelâtınla, güzel ahlâkla şükür olacak. Hepsini ihsan eden Cenâb-ı Hak.
Nitekim Cenâb-ı Hak:
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28]) buyuruyor. Kalpler ancak Cenâb-ı Hakʼla beraber olmakla bir huzur bulur. Zikretmekle huzur bulur.
İşte peygamberler… En çok çileler peygamberlerin başından geçiyor. Rasûlullah Efendimiz; en çok çile çemberinden geçen peygamber benim, buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472) En huzurlu insan, bütün dünyaya, kâinâta huzur tevzî eden Rasûlullah Efendimiz. En çok çile de Rasûlullah Efendimizʼin başından geçmiştir.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak birtakım nefsânî merhaleleri aşmamızı arzu ediyor. “Emmâre” aşılacak. Yani niçin dünyaya geldin, kimin mülkündesin, nereye gideceksin? -Allah korusun- farkında olmadan yaşayanlar, diğer mahlûkat gibi. Hattâ diğer mahlûkat belki daha da duyuşlu.
Onun bir üstünde “Levvâme.”
لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ وَلَا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
“Kıyâmet gününe yemin ederim. Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz).” [el-Kıyâme, 1-2])
Cenâb-ı Hak kıyâmeti bildiriyor. Arkasından nefs-i levvâmeyi. Mutlaka hesaba çekileceksiniz.
Dengesiz; bir kısmını yapıyor, bir kısmını yapmıyor, unutuyor vs. Gaflet sarmış.
“Mülheme”: Biraz daha hak ve şer ayrılmış, fakat tam kıvam bulmamış. Cenâb-ı Hak bu üç tabakayı da bir muhatap olarak almıyor.
Ancak “nefs-i mutmainne”, yani Cenâb-ı Hakʼla huzur bulmuş bir nefis.
Allah ne verdi; akıl verdi, kalp verdi, güç-kuvvet verdi, ne imkânlar verdiyse Kur’ân istikâmetinde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin sırât-ı müstakîm üzere kullananlar.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“Ey Rabbine itaat edip itmiʼnâna/huzura eren nefis!” (el-Fecr, 27)
“…Sen Oʼndan râzı/hoşnut…” (el-Fecr, 28)
Yani hayatın birtakım iniş-çıkışlarında, onlar da ayrı ayrı birer imtihan. Sebepsiz hiçbir şey yok. Orada Allahʼtan râzı…
“Merdıyye”: Orada Cenâb-ı Hak kendinden, o hulûs-i kalbiyle, güzel niyetiyle, hâlisâne, Cenâb-ı Hak da o kulundan râzı.
Ondan sonra daha öte, en son makam olan “kâmile”; peygamberler ve yüksek evliyâullâhın hâli. Cenâb-ı Hakʼla dost olanlar. İşte bu makamlarda başa gelen iptilâlar, daha aşağıdakilere göre çok daha fazla.
Nitekim -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“İnsanlar içinde en şiddetli iptilâlara uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra da onlara yakınlık derecesine göre diğer kimselerdir. İnsan, dindarlığı ölçüsünde iptilâlara mâruz kalır.” (Tirmizî,Zühd, 57)
Fetih Sûresiʼnin sonunda; peygamberlerin yanında olanları bildiriyor Cenâb-ı Hak. Onların bir vasfı da; “…Allahʼtan rızâ ve lûtuf isterler…” (el-Fetih, 29) Yani hayatın her safhasında Cenâb-ı Hakkʼın râzı olmasını dilerler, Peygamberʼin yanında bulunanlar.
Demek ki biz de Peygamber Efendimizʼin ne kadar yanındaysak bu lûtuftan istifâde etmemiz…
Böyle bir gönül için hayat, bütün sevinç ve kederler aynı olmuş oluyor. Zira bilir ki hepsi Cenâb-ı Hakʼtan…