1995 – Subat, Sayı: 108, Sayfa: 016
Padişahın biri, cuma günü câmiye gidiyordu. Muhafızları, caddeye üşüşen halka bir taraftan:
– “Çekilin!..”
diye haykırıyor, diğer taraftan da tekmeyle, sopalarla padişaha yol açmaya çalışıyorlardı. Bu esnada, tesadüfen orada bulunan zavallı bir fakir de, muhafızlardan bir çok sopa yemiş, kan revan içinde kalmıştı. Dayanamadı. Padişahın arkasından şöyle bağırdı:
– “Şu yaptığın zulme bak! Halkın önünde böyle yaparsan, Allah -celle celâlühû- senin gizli zulümlerinden cümleyi korusun!. Güya camiye gidiyor, hayır işlediğini sanıyorsun!.. Senin hayrın buysa, şerrin kimbilir nedir?..”
MESNEVİ
– “Zalimlerin hayırları böyledir; artık kötülüklerini var sen kıyas et!..” (Beyit: 2464)
Tarih, insanlara, zalim ve hodgamların açtığı yara, elem, ızdırap ve acılı manzaraları ve bunların hazin neticelerini bir ibret olarak sunduğu gibi, adil ve salih idarecilerin şefkat, merhamet ve diğergamlık dolu şan ve şeref tablolarını da takdir ve teşvik olmak üzere sergiler.
Asr-ı saadet ve Hulefa-i raşidîn devirleri, tarihte insanlığa emsali görülmemiş huzur ve saadet bahşetmiş, sayısız ve muhteşem insanî örnekler gerçekleştirmiştir.
Hz. Ömer -radıyallâhu anh- hilafete geçtiği zaman:
– “Ey nas! Ben hakdan, adaletten ayrılırsam ne yararsınız?” diye sormuştu. Ahaliden biri:
– “Ya Ömer! Sen eğrilir, hakdan inhiraf edersen, seni kılıcımızla doğrulturuz!” cevabını verince Hz. Ömer -radıyallâhu anh-:
“- Elhamdülillah! Eğrilirsem beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım varmış!” diyerek şükretti ve sevindi.
Yine Hz. Ömer, bilindiği üzere hilafeti esnasında maddî sıkıntı içinde idi. Zor geçiniyordu. Halbuki hazîne ganîmetlerle dolmuş durumdaydı.
Ashabdan bazı ileri gelenler, Hz. Ömer -radıyallâhu anh-‘ın kızı Hz. Hafsa -radıyallâhu anh-‘ya babasının hazîneden geçinecek kadar bir tahsîsat almasını teklif etmesini telkin ettiler. Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in zevcesi olan Hz. Hafsa -radıyallâhu anh- da babasına bu teklifi yapınca, Hz. Ömer -radıyallâhu anh- kızına:
“- Kızım sen Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in zevcesiydin. Bana söyler misin, Hz. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in yemede içmede hali nasıldı?” diye sordu.
“- Kifayet mikdarı idi.” cevabını alınca Hz. Ömer -radıyallâhu anh- sözüne devam etti:
“- İki arkadaşım (Hz.Peygamber ve Hz. Ebûbekir) ve ben, üçümüzün hali, aynı yolda giden üç yolcuya benzer. Biri (Hz. Peygamber) makamına vardı. Diğeri (Hz. Ebûbekîr), aynı yolda giderek birinciye erişti. Üçüncüsü (ben) de arkalarından onlara ulaşmak isterim. Fazla yükle gidersem, onlara erişemem!..” buyurdu.
O, fetihlerin çokluğuna, hazînenin zenginliğine bakmayarak; yaşadığı müddetçe, yeter dereceden fazla hiç bir şey kabul etmemişti. Ve hiç bir zaman dünya servetine tenezzül etmedi. Vefat ederken de borçlu idi.
Hulefa-i Raşidîn devri buna benzer sayısız örneklerle doludur. Dört halîfe devrini, Emevî ve Abbasî devletleri ta’kip etti. Bu devirler ise muhtelif müsbet ve menfî örneklerle doludur. Bunlar arasında Ömer b. Abdülazîz gibi adalet ve merhamette abideleşen şahsiyetler mevcut olduğu gibi, Allah Rasülü’nün torunu Hz. Hüseyin’i Kerbela’da hunharca Şehid ettiren, İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel gibi dünya çapındaki İslâm alimlerini zulümlerine alet edemedikleri için kırbaçlattıran pek çok zıtları da vardır.
Şeyh Sadî Gülistan’da der ki:
Zalim ve fasık biri, bir Allah -celle celâlühû- dostuna:
“- İbadetlerin hangisi efdaldir?” diye sorar.
O da:
“- Senin için uykudur. Çünkü, uykuda olduğun zaman kimseyi incetemezsin!..” cevabını verir.
Bir kimsenin nefsini aşağı tutması ve kimseye azamet satmaması, Allah -celle celâlühû-‘ın kullarında arzu ettiği üstün bir meziyetdir. Dikkat edilecek bir husus vardır ki, o da; tevazuun, dünya ehline sokulmak, paye almak için değil, rıza-i ilahî için olmasıdır. Aksi halde zillet olur.
Tevazuun zıddı olan kibir, azamet taslamaktır. Şöhret, insan için en büyük nefis afetlerindendir. Şöhret sevdasına düşen bir kimse, pek çok zulüm irtikab eder de, farkında bile olmaz. Kendini alçaltır ve zalimlerden olur.
Mevlana -kuddise sirruh- buyurur:
“Bahar mevsimînde bir taş yeşerir mi? Toprak ol kî, senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!..”
Yani baharın berekâtından asıl nasîb alan yalnız topraktır. Ondan dolayı üzerinde türlü türlü çiçekler biter, renk renk goncalar açarken bir taş parçası da baharı görür fakat, ondan nasîb alamaz.
Kalpleri taşlaşmış kimseler de tabiattaki böyle camid (cansız) varlıklar gibidir. Onlara da nisan yağmurunun bir fadiesi yoktur. Nefs engelini aşamayanlar için ibadetler de nefsanî arzulara tabî olur. Böylelerinde nefs, çeşitli afetlerle kıble haline gelir.
Tarîhe şan ve şeref veren devlet adamlarını hep büyük ruh terbiyecileri yetiştirmiştir. Onlar, yetiştirdikleri devlet adamlarına engin bir gönül iklimi kazandırmış ve kendilerini merhamet ve mes’üliyet duyguları ile ebedîleştirmişlerdir.
Ertuğrul Gazî büyük mürşid Edebali Hazretleri’ni kendisine rehber edinmiş, oğlu Osman Gazî’yi de onun terbiyesine teslim etmiştir.
Ertuğrul Gazî, oğlu Osman Gazî’ye, onun şahsında bütün haleflerinin ruhlarına yön verecek şu kıymetli vasiyyette bulunmuştur:
“- BAK OĞUL!
Beni incit. Şeyh Edebali’yi incitme.
O bizim aşîretimizin aydınlığıdır. Terazîsi dirhem şaşmaz!
Bana karşı gel, ona karşı gelme!
Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim. Ona karşı gelirsen, gözlerim sana bakmaz olur, baksa da seni görmez olur.
Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir.
Bu dediklerimi vasiyetim say!..”
Çok hareketli bir genç olan Osman Gazî’yi, Edebali Hazretleri terbiyesine ve tasarrufu altına almış, ona ma’rifetullah’ın (Allah -celle celâlühû-‘ı tanıyabilmenin zevkini tattırmış, onu, güzel ahlak, diğergamlık, ağırbaşlılık ve olgunluğa kavuşturmuştur. Böylece onu cihanşümul bir devletin başkanlığına hazırlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin asıl mi’marı Şeyh Edebali Hazretleri’dir. Diğer beyliklerde bir Şeyh Edebali olmadığı için erimeler olurken Osmanlı Beyliği, kısa zamanda devlete, devletten de cihan hakimiyetine yükselmiştir. Dünyayı altı asır İslam’la tanıştırmış, adaletin ve hakkın tevzîinde bulunmuş ve Hakk’ın terazîsi olmuştur.
Şeyh Edebali Hazretleri’nin Osman Gazî’yi ve onun şahsında gelecek olan devlet adamlarını istikametlendirecek tavsiyelerinden bir kısmı şöyledir:
“- Ey Oğul!
Beysin, bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül alma sana… Suçlamak bize; katlanmak sana… Acizlik yanılgı bize; hoş görmek sana… Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana… Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana…”
“- Ey Oğul!
Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana…”
“- Ey Oğul!
Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı.. Allah -celle celâlühû- yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hakk yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin.”
“Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va’d edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.”
“Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir.”
“Milletin kendi irfanı içinde yasasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.”
“En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.”
“Ülke, idare edenin, oğullan ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştürdüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar, yaşatamadılar..” (Bu nasihat Osmanlı’yı 600 sene yaşatmıştır.)
“İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkamaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar, laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir…”
“Akacak kan boş yere akmamalı. Ona yol ve yön lazım.. Zîra kan, toprak sulamak için akmaz. Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur.”
“Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı… Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli.”
“Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat, bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz.”
“Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az…”
Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekin zamanını bilen çitfçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da… Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin.”
“Sevgi da’vanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez.”
“Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman, geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın…”
İşte bu kıymet hükümleriyle Edebali Hazretleri, Osman Bey’i hamur gibi yoğuruyordu. Yoğurması da gerekiyordu. Çünkü Osman Bey zor durumdaydı. Her yönden gelip kendine iltihak eden beylikleri mi birlik içinde tutsun; dengeyi bozmasın; Bizans’ı mı kollasın; Germiyan’ı mı, Moğol’u mu gözetsin; tekfurlarla mı savaşsın?..
İşte Edebali Hazretleri bütün bu mevzularda Osman Bey’e bir manevî ışık olup ona yardımcı oluyor, ona çıkar yollar gösteriyordu.
Osmanlı Devleti’nde şehzadelerin yetiştirilmelerine de çok ehemmiyet verilirdi. Tahsil ve eğitimi çok küçük yaşlarda başlatılırdı. Bu eğitim devrin birer otorite olan şahsiyetlerince ikmal ettirilirdi. Bilhassa manevî terbiyesi üzerinde çok durulurdu. Çünkü istikbalde mülk, ona emanet edilecekti. Mülkün adaletle devamı, devletin te’minatı olacak idi.
Padişah olduktan sonra bile ona karşı gerekli îkazlar ve mürşidlerin yardım ve irşadları devam ederdi.
Mürşidlerin teveccühleri, her devirde idarecilere daima bir ana kucağının şefkat ve sıcaklığı gibi olmuştur. Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri’nin III. Murad’a îkaz ve irşad edici, hatta sertçe pek çok mektupları vardır. Yine onun zamanında Ferhat Paşa kumandasındaki ordu ile İstanbul’dan Tebriz’e kadar sefere çıkmıştır. Asker ve Tebriz halkı, bu gönüller sultanının rühaniyet ve dualarına mazhar olmuşlardır.
Padişahlara karşı vaki’ ikazlara ait bir misal verelim:
Padişahlar cuma namazı için sarayın merdivenlerinden inerken bir mabeyinci:
“- Padişahım çok yaşa, uğrun açık ola!..” diyerek dua eder ve muhabbetlerini arz eder idi.
Padişah, camiye de halkın tezahüratı arasında iki sıra muhafız alayı arasından geçerek giderdi. Padişahın, nefsanî duygularına, halkın da tezahürat ve iltifatlarına mağlûb olmaması için, bu defa da muhafız kıt’ası hafif bir sesle:
“- Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var!..” nakaratı ile îkazda bulunurdu.
Padişah, devleti ve milleti yönlendiren, onlara ruh veren, coşturan, zaman zaman vecde getiren Edebali silsilesi devam ettiği müddetçe, imparatorluk tarihin akışına şan ve şeref kattı.
Yıldırım’ın Emir Sultan’ı, II. Murad’ın Hacı Bayram Velî’si, Fatih’in Akşemseddîn’i, II. Bayezid’in Mehdi Paşa’sı, Yavuz’un İbn-i Kemal Paşa’sı, Kanunî’nin Merkez ve Sünbül efendi’si, III. Murad, I. Ahmed ve IV. Murad’ın Aziz Mahmud Hüdayî’si devam eden Edebali silsilesinin birer şanlı örneğidir.
Yavuz Selim’den bir hatırayı devrin vak’a-nüvisi şöyle nakleder:
“Yavuz, Mısır’a girdiği zaman halk Yavuz’un ihtişamını seyretmek için pencerelere koştu ve caddeleri doldurdu. Yavuz ise, en önde değil, mütevazî askerlerinin ortasında yürüyordu. Kavuğu ve elbisesinin de etrafındakilerden bir farkı yoktu. Mısır dönüşü Şam’da cuma hutbesinde kendisinden bahsedilirken “Mekke’nin ve Medine’nin hakimi” (hakimü’l-harameyn) denince;
“- Yok yok, belki hizmetçisi!” (hadimü’l-harameyni) diye ağlayan kanlı gözlerle cevap verdi.
İstanbul’a dönüşte gündüz Üsküdar’a vasıl oldular. İstanbul halkının, kendisine büyük tezahürat yapacağını haber aldığından arkadaşı Hasan Can’a:
“- Hava kararsın, herkes evlerine donsun, sokaklar boşalsın, ben ondan sonra İstanbul’a gireyim. Fanilerin alkışları, zafer takları ve iltifatları bizi mağlub edip yere sermesin!..” dedi.”
Yavuz’u, o korkunç Sina çölünde bir arslan, Mısır’a girişte mütevazî, gözü yaşlı şükreden bir mü’min, Üsküdar’da kendisini bir nefs muhasebesiyle yönlendiren ilahî ve derûnî lezzetlere müstağrak bir derviş olarak görüyoruz.
Hasan Can’a şu mısra’ları okuyordu:
“Padişah-ı alem olmak, bir kuru kavga imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden a’la imiş!..”
Yavuz’un lalası olan Hasan Can, Yavuz’un vefatını şu şekilde anlatır:
“Sırtında şirpençe adı verilen bir çıban çıkmışta. Çıban kısa zamanda büyüdü bir delik haline geldi. Yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Yanına yaklaştım:
“- Padişahım artık Allah -celle celâlühû- ile beraber olmak zamanınız herhalde geldi!” dedim.
Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı:
“- Hasan!.. Sen beni bu ana kadar kiminle zannediyordun?.. Bana bir Yasîn oku!” dedi. Ve Yasîn’in arasında ruhunu Rabbine teslîm etti.
Dokuz senelik saltanatı boyunca kazandığı muazzam zaferler dünyaya ait üniformalar, fanilerin iltifatları kendisini sekre sürükleyip mağlûb edemedi. Daima rabbi ile beraber olabilmek, yanlız ona kulluk edebilmek ve yalnız ondan yardım istemek şuuru ile yaşadı…