Ebedî Fecre
Yıl: 2010 Ay: Ekim Sayı: 68
–Allah -celle celâlühû- ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Beraberlik–
BİN BİR LÜTUF VE İHSAN
Bu dünyaya gelişimiz ilâhî lütuf ve ihsânın neticesi…
Yaratılmamız, var olmamız…
Başka bir mahlûk değil de, insan olarak yaratılmış olmamız…
Mahlûkatın ve eşyanın insan olmamız hasebiyle, bize âmâde kılınmış, tasarrufumuza, yani hizmetimize verilmiş olması…
Küfür ve cehlin karanlıklarında değil de, îman nûruyla kalplerimizin tenvîr edilmiş olması…
Yüz yirmi dört bin peygamberden, en büyüğü, en yücesi, Kâinâtın Fahri, Allâh’ın Habîbi’ne ümmet olmamız…
Hür ve müslüman bir muhitte, mü’min kardeşlerimizle birlikte yaşıyor olmamız…
Bütün bu nimetlere, meccânen sahip olduk. Yani hiçbiri için bir bedel ödemedik. Sıfır sermaye ile dünyaya geldik. Bütün bu nimetler ilâhî bir lütuf… Lâkin yolculuğumuz bir bedel mukabili olacak. Bu imtihan âlemi, bize âhiret için verilmiş bir mühletten ibaret. Diğer taraftan suhuf, kitap ve peygamberler, yine bizler için o mühleti en güzel şekilde değerlendirmeye vesile olan ilâhî bir yardım.
Yani;
Cenâb-ı Hak; en büyük nimetine, cennet ve «cemâlullâh»a erişmemiz için bir malzeme olarak bize bu nimetleri verdi.
Cenâb-ı Hakk’ın لطيف ve هادى sıfatlarının tecellîsiyle insan olarak yaratılıp, îman şerefine erip, Fahr-i Kâinât’a ümmet olmak, sâir mahlûkata üstün tutulup, eşyaya tasarruf etmek…
Bunca ilâhî nimet ve ihsanların karşılığını ödememiz zarûrî…
NEDİR BU NİMETLERİN BEDELİ?
Cenâb-ı Hak; yaratılışımızın sebep ve hikmetini;
لِيَعْبُدُونِ «Allâh’a kul olmak» şeklinde beyân ediyor. Hak dostları, bu beyânı;
لِيَعْرِفُونِ «Mârifete erebilmek, Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek» sözü ile tefsir etmişlerdir. Mârifet ve kulluk neticesinde, kalbimizin beş hasletini, beş beraberlik ölçüsünü rızâ-yı ilâhîye uygun hâle getirebildiğimiz takdirde; ilâhî nimetlerin şükrünü ve bedelini haddimiz ölçüsünde îfâ edebilmiş oluruz.
Bu beraberlik ölçüleri şunlardır:
Kalbin;
1. Allah ile beraberliği,
2. Allah Rasûlü ile beraberliği,
3. İslâm kardeşleriyle beraberliği,
4. Mahlûkat ile beraberliği,
5. Eşya ile beraberliği.
1. KALBİN CENÂB-I HAK İLE BERABERLİĞİ
Bize bir fânî; ikramda bulunsa, biz de mukābilinde bir şey ikrâm ederiz. Bir bardak su ikrâm edene teşekkür etme mecbûriyeti hissederiz.
Cenâb-ı Hak; bize ebedî saâdetin anahtarı olan îmânı lutfetti. Îmânın bedelini Cenâb-ı Hakk’a ödemek durumundayız. Bu da ancak kalbimizin Cenâb-ı Hak’la beraberliğiyle mümkün.
Kalbin Cenâb-ı Hak ile beraberliği nedir, nasıl olmalıdır?
Âyet-i kerîmede buyurulur:
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)
Demek ki kalbin Cenâb-ı Hak ile beraberliği; kalbin hiçbir zanam, hayatın hiçbir safhasında Allâh’ı unutmaması demek… Cenâb-ı Hakk’ı hiç unutmamak; dilini isminden, kalbini muhabbet ve haşyetinden, âzâsını itâat ve ibâdetinden ayırmamak…
Yine âyet-i kerîmede mü’minlerin vasıfları sadedinde şöyle buyurulur:
اَلَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ ف۪ى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلًا سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
“Onlar; ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâh’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler (ve şöyle derler:) «Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbîh ederiz. Bizi cehennem azâbından koru!»” (Âl-i İmrân, 191)
Demek ki kalbin Cenâb-ı Hak ile beraberliği; mikrodan makroya, en basit hücreden en cesîm varlıklara kadar kâinattaki ilâhî kudret ve azamet akışlarını ve bin bir türlü nakışları temâşâ ederek derinleşmek ve bu şuurla dâimâ hamd, şükür ve zikir hâlinde yaşayabilmek…
Göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür etmek, gecenin-gündüzün peş peşe gelmesini düşünmek… İlâhî takvimi kalp gözüyle temâşâ etmek… Hiçbir bozulma var mı; hiçbir plânsız takdim, tehir var mı; hiçbir ârıza var mı?
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi; azamet tecellîlerinin, ilâhî kudret akışlarının bir vitrini. Cenâb-ı Hak, kulun kalbinin uyanmasını;
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذٖ۪ى خَلَقَ
«Yaratan Rabbinin adıyla oku!» (el-Alak, 1) emrine ittibâ ile kalbî, zihnî, fiilî her şeye Cenâb-ı Hakk’ın adıyla başlamasını, kâinat kitabının sayfalarını çevire çevire okuyarak ilâhî azameti hatırlamasını arzu ediyor.
Yine âyet-i kerîmede buyurulur:
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذ۪ٖينَ اِذَا ذُكِرَ الّٰهلُ
وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَاِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ اٰيَاتُهُ
زَادَتْهُمْ ا۪ٖيمَانًا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
“Mü’minler ancak; Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (el-Enfâl, 2)
Demek ki kalbin Cenâb-ı Hak ile beraberliği; «Allah!» dendiğinde haşyet ve muhabbetle titreyecek bir gönül kıvâmına erişmektir. Bunun nasıl hâsıl olacağını, âyette sayılan hakikî mü’min vasıfları bize bildirmektedir:
1. Takvâ, yani nefsânî arzuları bertarâf ile Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği rûhânî istîdatları inkişâf ettirerek ilâhî müşâhedenin (ilâhî kamera altında olduğumuzun) kalpte bir idrak ve şuur hâline gelmesi…
2. Mü’min kardeşleriyle arasını düzeltmek;
3. Allah ve Rasûlü’ne itâat içinde, Kur’ân ve Sünnet’in rûhânî muhtevâsında yaşayabilmek;
4. Kur’ân âyetlerini okuyup kalpte bir derinlik husûle gelerek hayatın her safhasına intikali;
5. Değişen şartlar altında muvâzeneyi bozmayıp, dâimâ Allâh’a tevekkül ve teslîmiyet içinde olmak;
6. Namazı huşû ile kılmak. Secdelerle Allâh’a kalben yakınlığını artırmak;
7. Kendilerine verilen rızıktan Allah yolunda harcamak…
İşte bu hasletler, kalbinde Cenâb-ı Hak ile beraberlik kıvâmına ulaşan kimselerin özellikleridir. Hâsılı kalbin Cenâb-ı Hak ile beraberliği, insanın Allâh’ın kendisine verdiği rûhânî istîdatları inkişâf ettirerek, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarıyla muttasıf hâle gelebilmesidir.
İşte böyle bir kıvâma müstesnâ bir örnek;
EŞSİZ BİR MİSAL
Bir gün Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- ve arkadaşları Medine’nin dışına, tenezzühe, gezintiye çıktılar. Gölgelik bir yere sofralarını kurarlarken, yanlarından sürüsüyle beraber bir koyun çobanı geçti ve onlara selâm verdi. İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- dedi ki:
“–Gel ey çoban, sofraya otur. Beraber yiyelim.”
Çoban;
“–Ben oruçluyum.” dedi.
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- takdir ve tebrik ederek;
“–Bu şiddetli, boğucu sıcakta oruç tutuyorsun ve bu hâlde koyun güdüyorsun, öyle mi?” dedi. Abdullah İbn-i Ömer kendisini tanımayan bu çobanın verâ ve takvâ bakımından hâlini görmek, kalbî derinliğini anlamak için;
“Çoban; bize bir koyun satar mısın? Hem koyunun parasını veririz, hem de etinden iftar edeceğin kadar bir miktar sana bırakırız, olmaz mı?” dedi.
Çoban hiç tereddütsüz reddetti:
“–Benim sürüm yok, bu koyunlar efendimindir. Ben bir köleyim.”
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- muhatabının derinliğini tamamen ölçmek istiyordu. Âdetâ kalbine matkap atarcasına onu bir kez daha denedi:
“–Kayboldu, dersin canım. Efendin nereden bilecek ki?”
Çoban birdenbire heyecanlandı, yüzünü göğe çevirdi ve parmağını semâya kaldırdı:
“–Allah görmüyor mu? Allah nerede?” dedi.
İbn-i Ömer çobanın bu samimî, şuurlu hâlinden çok müteessir oldu, çobanın sözünü sık sık yâd eder;
“Çoban dedi ki: «Allah nerede? Allah görmüyor mu?»” diye tekrarlardı.
İşte Cenâb-ı Hak’la beraber olan bir kalbin hassâsiyeti…
Hazret-i Abdullah Medine’ye gelince çobanın efendisine bir vekil gönderip, sürüyü ve çobanı satın aldı. Çobanı âzad edip sürüyü de kendisine bağışladı.
Bir düşünelim; bu hassas kalpli çobanı kim eğitti?
KİM YETİŞTİRDİ?
Düşünelim bu çoban kimin talebesiydi, hangi fakülteden diploma aldı? Ona bu dürüstlüğü, hangi formasyon kazandırdı?
Cevap; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.
Her sanatkârın mahâreti, ortaya koyduğu eserden anlaşılır. Bu sebeple, cahiliye toplumundan sahâbe neslini yetiştiren Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de insanlığın görmüş olduğu en mükemmel eğitimcidir.
Peygamber Efendimiz’in yegâne muallimi Cenâb-ı Hak idi. O, bir beşerden ders almadı. Fakat bugünkü psikoloji, pedagoji ve sosyal antropoloji olsun insana hitap eden, insan rûhunu tahlil eden ne kadar ilim varsa, onların hepsinde zirveyi teşkil etti.
O’nun yetiştirdiği toplumda psikiyatrik bir hastaya rastlamak mümkün değildi. Tabir câiz ise, Hint Okyanusu’nun dibinde, karanlıklar içindeki insanı Himalaya Dağı’nın zirvesine çıkararak o cahiliye toplumundan bir fazîletler medeniyeti meydana getirdi.
O’na tâbî ve talebe olanlar da birer fazîlet âbidesi hâline geldi.
Ya biz? Biz kimin talebesiyiz? Biz kendimizi ve evlâtlarımızı, kime, kimlerin anlayış ve prensiplerine emânet ediyoruz?
Ya bu imtihan dershânesinin mezuniyet günü olan kıyâmet gününde, kimden şefâat isteyeceğiz?
İşte bu suallerin muhasebesi neticesinde, dikkat edilecek ikinci husûsiyet;
2. KALBİN PEYGAMBER EFENDİMİZ’LE BERABERLİĞİ
Kalbin Cenâb-ı Hak’la beraberliği, îman nimetinin bedelini ödeyebilme gayreti içinde îmandan ihsâna yolculuk etmektir. Bunu gerçekleştirebilmek için zarûrî olan bir başka merhale de; kalben Peygamber Efendimiz’le beraberliktir ki bu da Peygamberimiz’e ümmet olmanın şerefini ödeyebilme gayretidir.
Efendimiz’e ümmet olmamız, îmandan sonra en büyük nimet…
Çünkü Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği yüz yirmi dört bin küsur peygamberin imâmı, hepsinin en yücesi, en büyüğü…
Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın insanda tecellî eden ilâhî bir sanat hârikası. En alt kademeden en üst kademeye kadar misal… Her mesleğe misal…
En güzel örnek, üsve-i hasene…
Yani Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1400 sene evvelinden kıyâmete kadar gelecek bütün insanlara, bütün beşeriyete örnek…
Öyleyse insan; problemlerini, o üsve-i haseneye yaklaşabildiği, O’nunla kalbî beraberliği sağlayabildiği nisbette çözebilecektir. O’na yaklaşan, O’nun rûhânî dokusundan hisse alabilen, problemlerini çözer ve dünyada huzur bulur.
Efendimiz, engin bir umman… O’nu idrak, O’nu ihâta bizim idrâkimizle mümkün değil. Avuçlarımızla okyanustan ne kadar su alabilirsek Allah Rasûlü’nü de ancak o kadar tanıyabiliriz. Sahâbî dahî bu hususta muhtelifti, farklı derecelerdeydi.
Ebûbekir -radıyallâhu anh- Efendimiz O’nun en yakını idi. Kalbî beraberliği o derecedeydi ki bir gün Efendimiz;
“Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” buyurunca, Ebûbekir -radıyallâhu anh- gözyaşları içinde;
“Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) diyerek, canının ve malının Efendimiz’den ayrı ve gayrı imiş gibi zikredilmesine dahî dayanamadığını izhâr etti.
Zira o, O’nun yanında iken bile O’na hasret içinde yaşardı.
Cenâb-ı Hak; bizim Efendimiz’i tanımamızı, O’nun azametli ahlâkını, örnek hayatını kendimize rehber edinmemizi, iki cihanda âb-ı hayat olan sünnetine sarılmamızı arzu ediyor.
Kalben beraber olmamızın emredildiği Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, kalben bizimle, yani biz ümmetiyle beraber…
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı Raûf ve Rahîm’dir / çok şefkatli ve merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)
Efendimiz ise ümmetine şefkatini şöyle beyân buyuruyor:
“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesilesiyim. Vefât ettiğimde ise, kabrimde;
«Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!..» diye ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile kalben beraber olmamızı Cenâb-ı Hak emrediyor. Âyet-i kerîmede buyurulur:
اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰۤئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَاۤ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْل۪يمًا
“Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na salevat getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)
Allâh’ın Peygamberi’ne salâtı nedir? Bizim idrâkimizin üstünde… Cenâb-ı Hak, Habîbi’nin, kendi nazarındaki kıymetini bizlere böyle yüksek bir sûrette beyân ediyor. O’na teslim olursanız, O’nunla beraber olursanız, kurtulursunuz mesajını veriyor.
İşte sahâbî bu mesajı aldı. Onların yürekleri ve nabızları Efendimiz ile attı. Efendimiz’in en ufak bir arzusuna;
“Canım, malım, her şeyim Sen’in için fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedi. Bu sözü yalnız dilden değil, kalpten söyledi. Canını ve malını Allah Rasûlü’ne fedâ etmeyi, bu imkânı bir nimet bildi.
Keşke Allah Rasûlü bir emir verse de bunu fedâkârâne bir biçimde yerine getirsem diye heyecan içinde yaşadı.
Ashâb-ı kiram; sözde sahâbî değil, amelde sahâbî idiler. Muhabbetlerini amelleriyle ortaya koyuyorlar, ispat ediyorlardı.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- için fedâkârlığın bin bir türünü sergilediler. O’na ittibâın en parlak misallerini ortaya koydular.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- az maldan sadaka vermenin fazîletinden bahsetmişti. Diğer taraftan da infâk âyetleri nâzil oluyordu. İmkânı olmayan ashâb-ı kiram da, bu talimatlarla amel edebilmek için sırtlarında odun taşıyarak infakta bulundular.
Onlar, söze değil, amele ağırlık verirlerdi.
Peygamber Efendimiz’in Bedr’e çıkardığı ashâb-ı kirâmın hayatını incelediğimizde onların her birinin yeryüzünde yürüyen bir İslâm temsilcisi olduğunu görürüz. Her birinin yeryüzünde yürüyen bir canlı Kur’ân olduğunu müşâhede ederiz. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Kim benim sünnetimi ihyâ ederse, o, kesinlikle beni sevmiştir. Kim de beni severse, benimle birlikte cennette olacaktır…” (Tirmizî, İlim, 16-2678)
Velhâsıl Peygamber Efendimiz’i sevdiğini iddia eden kişi O’nun bütün sünnet-i seniyyesini ihyâ edebilmenin gayreti içinde olmalıdır. Sünneti ihyâ etmek ise, ancak amel-i sâlihlerle olur. İnsanı yükselten, amel-i sâlihlerdir. Toprağın sînesine de onlarla gömüleceğiz.
İlim, amel içindir. Ashâb-ı kiram, amel etmek için ilim öğrendiler. İlim ve irfanlarının özünde de hep muhabbet hâkimdi. Bilhassa Allah Rasûlü’ne muhabbetleri hasretin zirvesinde idi.
ALLAH RASÛLÜ’NE HASRET
Hasret iştihâyı artırır ve hasrete doyulmaz. Yukarıda ifade edildiği gibi Ebûbekir Efendimiz, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanındayken bile hasret içindeydi.
İsmi dahî «ünsiyet» menşeli olan insan, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî esmâsının en yüksek seviyede tecellî ettiği, en büyük ilâhî sanat eseri olan Fahr-i Kâinât Efendimiz’i tanımaya muhtaçtır. Kemâle eren bir kalp, O’na hasrettir. İnsanlar da bu kıvamdaki gönüllere muhtaçtır ve gerçekte dünya, günümüzde de onları hasretle aramaktadır.
Bu arayış ve hasreti, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri müşahhas bir hikâye hâlinde şöyle anlatır:
Gece vakti evimden dışarı çıktım. Kırlarda geziyordum. Baktım birisi el feneriyle dolaşıyordu. Sordum:
“–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?”
“–Bir ideal insan, bir dost arıyorum.” dedi.
Dedim ki:
“–Yazık! Boşuna yoruluyorsun… Ben yurdumu terk ettim de yine onu bulamadım. Git yat, ben çok aradım, bulamadım.”
Bana şöyle acı acı baktı:
“–Ne olursun, beni yalnız bırak. Hiç değilse onun hasretiyle yanayım. Onu aramaktaki zevki tadayım.”
İşte sahâbî hep O’nun hasretiyle yandı. Çünkü O’nu tam olarak idrak mümkün değildi. O’nun yanında bile O’nu daha fazla tanımaya, daha fazla O’nunla kalbî beraberliğe meftûn idiler.
Efendimiz ile beraber olmanın fizikî beraberlikten ibaret olmadığını idrâk ettiklerinden, bilhassa, âhiret yurdunda da O’nunla olmak arzusuyla yanıyor, O’ndan ayrı kalmak endişesiyle tutuşuyorlardı.
SEVBÂN GİBİ…
Sevbân -radıyallâhu anh- bir köleydi.
Belki dünyada dikili bir ağacı, bir çadırı bile yoktu. Efendimiz’in huzûruna gelir, sohbetini dinler, hâlden hâle geçer, yine gider. Tekrar gelir, yine sohbetini dinler hâlden hâle geçer.
Bir gün geldi. Efendimiz onu çok mağmum, mahzun, kederli gördü.
“–Sevbân nedir derdin?” buyurdu.
Sevbân içli içli anlattı:
“–Anam, babam ve bu cânım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Sohbetinde hâlden hâle geçiyorum. Eve gidiyorum hasret kalıyorum. Nûrundan ayrı geçirdiğim her an bana ayrı bir hicran… Dünyada böyle olunca âhirette nice olur diye dertleniyorum. Orada siz peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise, ne olacağım ve nerede bulunacağım belli değil! Üstelik cennete giremezsem, sizi görmekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hâl beni yakıp kavuruyor ey Allâh’ın Rasûlü!”
Efendimiz bir müddet sükût etti. Ondan sonra;
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Sevbân, kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165)
O zaman âyet-i kerîme indi:
وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَاُولٰئِكَ مَعَ الَّذ۪ٖينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪ٖنَ وَالصِّدّ۪ٖيقٖيِنَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحٖ۪ينَ وَحَسُنَ اُولٰـئِكَ رَفٖ۪يقًا
“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itâat ederse işte onlar; Allâh’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (en-Nisâ, 69)
Bu hadîs-i şerif ve âyet-i kerîmeden, Allah ve Rasûlü ile beraberliğin şartının; kalben tavizsiz bir muhabbet ve her şeyimizle o muhabbetin îcâbı olan itâat ve teslîmiyet olduğunu anlıyoruz.
Kişi sevdiğiyle beraberdir.
Kişi sevdiğiyle hayatının her safhasında beraberdir.
Her şeyinde, her işinde, nabzının her atışında beraberdir.
Sözü, fiili, yürüyüşü, oturuşu, kalkışı, vefâtı ve haşri… Her şeyi sevdiğiyle bir ve beraber olur. Çünkü muhabbet, sevenin sevdiğiyle aynîleşme ihtiyacını meydana getirir. Bu da sevenin sevilene itâati, teslîmiyetidir. Bu; muhabbetle olduğu için, mecburiyetle değil meclûbiyetle olur.
Mü’minin sevdiği Peygamberiyse sormalı kendine:
Hayatımızın her safhasında ne kadar Allah Rasûlü ile beraberiz?
O ki…
Yüzünde nûr-i melâhat, sözlerinde selâset, hareketlerinde letâfet, lisânında talâkat, kelimelerinde fesâhat, beyânında fevkalâde belâğat vardı.
Kendimizi O’ndaki bu sıfatlarla mîzân etmeliyiz:
Kendi kendimize iken, bir başımıza iken hâlimiz O’na benziyor mu?
O’nunla ne kadar beraberiz ve kıyâmette ne kadar O’nunla yakın olmak arzusundayız?
Aile hayatımız O’nun hayat düsturlarına ne kadar uyum içinde?
Evlâtlarımızı yetiştirişimiz; O’nun Fâtıma Vâlidemiz’i, Hasan, Hüseyin Efendilerimizi terbiye edişine benziyor mu? Evlâtlarımızı eğitirken üzerinde durduğumuz hususlar, O’nun dikkat çektiği noktalar mı?
Efendimiz gibi; evlât ve torunlarımızın mâneviyâtı üzerinde duruyor muyuz? O’nun gibi neslimizi takvâya yönlendiriyor muyuz?
O’nun torunu Hasan’ı koruduğu gibi, evlâtlarımızı haramdan sakınıyor muyuz? O’nun kızını, damadını kaldırdığı gibi, evlâtlarımızı teheccüde, sabah namazına kaldırıyor muyuz?
Onlara; kanaati, tevekkülü, dürüstlüğü mü aşılıyoruz, yoksa dünyaya tamahı, hırsı, lüksü mü?
Onlara neyin tahsilini yaptırıyoruz? İstikbâli verecek Cenâb-ı Hak’tır gerçeğini öğretiyor muyuz?
Efendimiz dahî;
“Ey Fâtıma! Kendini cehennemden kurtarmaya bak! Çünkü sizi Allâh’ın azâbından kurtarmaya benim gücüm yetmez.” (Müslim, Îmân, 348, 351) buyurmuşken; çocuklarımızın dünyevî istikballerine endişelendiğimiz kadar, uhrevî istikballeri için titriyor muyuz?
Ya ticârî hayatımızda, meslekî hayatımızda Allah Rasûlü ile beraber miyiz? Haramlar, helâller, şüpheliler karşısında tavrımız O’nun müstesnâ temizliği ve titizliğine ne kadar benziyor?
Ebedî saâdetin şartı olan kalbî beraberlikler husûsunda Allah Rasûlü ile ne kadar beraberiz?
Cenâb-ı Hak; cümlemize Zât’ı zikredildiğinde ürperen, Allah ve Habîbullah muhabbetiyle çarpan, mâsivâdan arınmış, din kardeşi için fedâkâr, bütün mahlûkat için merhamet ve şefkat dolu, dünya ve içindekilere tenezzül etmeyen diri kalpler nasîb eylesin…
Bizleri, kalp katılığından, gafletten, kindarlıktan, gaddarlıktan, cimrilikten muhafaza eylesin.
Âmîn!..