Ebedî Fecre
Yıl: 2011 Ay: Nisan Sayı: 74
ON SEKİZ BİN ÂLEMİN MUSTAFÂ’SI…
İnsanı yaratıp, kulluk imtihanı için dünyaya gönderen Cenâb-ı Hak; bu imtihanda hidâyeti insanlığa göstermek için mukaddes kitaplar sûretinde kelâmını ve o kelâmı tebliğ edip yaşayacak, bu sûretle beşeriyete fiilî kıstas olacak peygamberleri gönderdi.
İlk insan Hazret-i Âdem’den Hazret-i İsa’ya -rivâyete göre- 124 bin küsur peygamber gelmiş; insanı, Allâh’a itâat etmeye, Allâh’ın rızâsına ermeye, O’nu tanımaya, O’na kulluk etmeye, O’nunla dost olmaya ve nihayetinde selâmete ve cennete davet etmişlerdir. Bütün bu peygamberler ancak kendi kavimlerine, kendi toplumlarına gelmişlerdir. Kâinâtın Fahri, Enbiyânın Serveri olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise 124 bin küsur peygamberin yegâne istisnâsı olarak bütün beşeriyete gönderilmiştir. Zira Rasûlullah, Cenâb-ı Hakk’ın insanda tecellî eden en zirve sanat hârikasıdır. O’na aşk ile yaklaşan her mü’min, hayatın bütün problemlerini O’nda çözebilir. O, milyarlarca insan için yegâne fiilî kıstastır. Bu itibarla âyet-i kerîmede buyurulmuştur:
“Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)
Önceki peygamberlerin risâlet ömrü ekseriyetle hayatları müddetiyle sınırlı iken, Efendimiz; Risâlet makamının hâtemi, yani Son Peygamber olması cihetiyle kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa gönderilmiştir. Yine âyet-i kerîmede buyurulur:
“Biz Sen’i bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’, 28)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisini bu muazzam makam nisbetinde büyük bir mes’ûliyet içinde görmüştür. Başta akraba ve hemşehrilerini, sonra ulaşabildiği bütün havâliyi, sonra asr-ı saâdetinde mevcut bütün insanlığı, sonra âhirete kadar gelecek ümmetini, bütün mahlûkatı, bütün varlığı; gönderildiği rahmete gark etmek için gayretlerin en yükseğini sergilemiştir.
Bunun için taşlanmayı göze alarak Tâif’e gitmiştir. Bunun için kendisini taşlayanlara da bedduâ ve lânet etmemiş, hidâyet ve rahmet dilemiştir. Bunun için bir şehrin kendisini reddetmesiyle ye’se kapılmamış, yolda karşılaştığı bir kölenin hidâyetiyle mesrûr olmuştur.
O Rahmet Peygamberi’nin ümmeti de, O’na ümmet olmak gibi yüksek bir şâna ve bunun getirdiği büyük bir mes’ûliyete sahiptir.
Çünkü âyet-i kerîmelerle sâbittir ki, kıyâmet gününde, peygamberler ve gönderildikleri topluluklar sorguya çekilecek; (el-Ârâf, 6); her peygamber, ümmetinin (icâbet edenlerinin lehine, icâbet etmeyenlerinin aleyhine) şahidi olacak. Peygamber Efendimiz; bütün peygamberlere, ümmet-i Muhammed de, bütün ümmetlere şahitlik edeceklerdir. (en-Nisâ, 41; Buhârî, Tefsîr, 2/13, Enbiyâ, 3; Tirmizî, Tefsîr, 2/2965)
Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:
وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًا
“İşte böylece sizi vasat (istîdatlı ve örnek) bir ümmet yaptık ki, bütün insanlar üzerine şahitler olasınız, Rasûl (Hazret-i Muhammed) de sizin üzerinize şahit olsun…” (el-Bakara, 143; Ayr. Bkz. Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60)
Ümmet-i Muhammed; İslâm’ın güler yüzünü dünyaya göstererek; adâlet, zarâfet, merhamet, ez-cümle şahsiyet tevzî ederek, yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın dînini temsil etme mevkiindedir.
Elbette bu kıymete, sadece Efendimiz’in risâlet devrinde ve devamında dünyaya gelmekle erişilmez. Allâh’ın şahitleri olma derecesine eriştirecek kıvam, Allah katında gerçek kıymet ölçüsü; takvâdır. Çünkü takvâ;
ALLAH KATINDA EN KIYMETLİ HASLET…
Âyet-i kerîmede buyurulur:
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ
“Allah katında en kıymetliniz, Allah’tan en çok korkanınızdır.” (el-Hucurât, 13)
Takvâ; iki cihan saâdetimize vesile Kur’ân ve sünnetteki yüce talimatları; aile hayatı, ticarî hayat, içtimâî hayat… ez-cümle hayatın her safhasına intikal ettirmektir.
Diğer bir ifadeyle takvâ;
Dînî hükümleri heyecan, vecd ve istiğrak içinde îfâ edebilmektir. Yani Allâh’ın emir ve yasaklarına riâyette titizlik göstermek, ilâhî kameranın altında olduğumuzun idrâki içinde bulunabilmek, bu hassâsiyetle günahlardan şiddetle kaçınmaktır.
Bize takvâyı öğretecek en ulvî rehberimiz;
“Ben Allâh’ı en iyi bileniniz ve O’ndan en çok korkanınızım.” (Buhârî, Edeb, 72; Müslim, Fedâil, 127) buyuran Fahr-i Kâinât Efendimiz’dir.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Kur’ân lisânıyla muazzam diye vasfedilen ahlâkıyla, düşmanlarının dahî itiraf mecburiyetinde kaldıkları şahsiyetiyle, her meslekten, her vasıftan ümmetin her ferdi için en müstesnâ örnek, en mükemmel kılavuz, en güzel fiilî kıstastır.
İşte, iki cihanda Hakk’ın şahidi olacak vasıfta hayırlı bir ümmet olabilmenin tek yolu; Hazret-i Peygamber’i canından daha ileri bir muhabbet ile sevmek ve o sevgiyi, O’nun hâliyle hâllenmek, ahlâkıyla ahlâklanmak, rûhânî dokusundan nasip almak şeklinde bir beraberlik hâline dönüştürme gayretinde olmaktır.
Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz de, dünyada kendisiyle beraber olmak bahtiyarlığına kavuşan, fakat âhirette ayrı düşmek endişesiyle yanıp tutuşan ashâbına, çareyi bu hayat düstûruyla verdi:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
KİŞİ SEVDİĞİ İLE BERABERDİR…
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir adam geldi ve;
“–Yâ Rasûlâllah! Kıyâmet ne zamandır?” dedi.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Kıyâmet için ne hazırladın?” diye sorunca o da;
“–Allah ve Rasûlü’nün muhabbetini…” cevabını verdi.
Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“–Öyleyse sen sevdiğinle beraber olacaksın.” buyurdular.
Enes -radıyallâhu anh- bu rivâyetin devamında der ki:
“İslâm’a girmekten başka hiçbir şey bizi; Allâh’ın Nebîsi’nin;
«Muhakkak sen sevdiğinle berabersin.» sözü kadar sevindirmemiştir. İşte ben de Allâh’ı, O’nun Rasûlü’nü, Ebûbekr’i ve Ömer’i seviyorum ve -her ne kadar onların yaptıkları amelleri yapamadıysam da- onlarla beraber olmayı umuyorum.” (Müslim, Birr, 163)
İşte sahâbe-i kiram; Allah Rasûlü ile iki cihanda da beraber olmanın yolunu, yani muhabbet ile ittibâı öğrendiklerinde çok sevindiler. Çünkü Efendimiz; ashâbını sohbetiyle yetiştirmiş, onları nurlar saçan güzel ahlâkıyla ve şahsiyetiyle, güneşin nebâtı olgunlaştırdığı gibi kemâle erdirmiştir.
O, âlemlere rahmet olmanın kıymet ve mes’ûliyetiyle; bütün mahlûkata Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmış, bilhassa ümmetine büyük bir muhabbet duymuş, âkıbetleri için derin bir şefkat ve merhametle titremiş, ümmetinin âhiret saâdeti için bir ömür kavlî ve fiilî duâ hâlinde yaşamıştır.
Ashab için de muhabbet, sevenin sevilene tâbî olması neticesini veren, şevk ve heyecan dolu, hayra sevk edici bir enerji hattı hâline gelmiştir.
İşte O’nun Kur’an ahlâkından, ashâbını da mânen yıldızlaştıran hasletlerinden susuz gönüllerimizi ferahlatacak birkaç damla:
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz buyurur:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, yalandan daha kötü ve çirkin gelen bir huy yoktu. Ashâbından birinin herhangi bir hususta azıcık yalan söylediğini duysa, onun tevbe ettiğini öğreninceye kadar kendisini o sahâbîden uzak tutar, fazla görüşmek istemezdi.” (İbn-i Sa‘d, I, 378)
Demek ki Efendimiz’in ümmetine ve ashâbına olan şefkat ve muhabbeti; vasıflı, ulvî bir sevgidir. Olduğu hâlde bırakmayan, yanlışa göz yummayan; düzelten, ıslah eden, yükselten, yücelten, güzelleştiren bir sevgidir.
Muhabbet, içinde rekabet ihtivâ eden bir histir. Seven sevilenin gözünde ve gönlünde tek olmak ister. En fedâkâr, en cefâkâr, en sâdık olmaya, bununla sevdiğinin sevgisine ve iltifâtına lâyık olmaya çalışır. Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, insandaki bu fıtrî hasleti hayra tevcih ederek, ashâbını dâimâ bir hayır yarışına teşvik hâlinde olmuştur.
Hayırda yarışmak, yeryüzünde Hakk’ın şahidi olan bir mü’minin, vaktini hiç zâyî edilmeyecek bir sermaye olarak kullanmasına da vesile olur.
Efendimiz, birinci derecede ashâbını, devamında da kıyâmete kadar bütün ümmetini; bu hayır yarışına sevk etmek için, sohbetinde bulunanlara teşvik edici sualler sorardı, cennetlik olanların vasıflarını sayardı, güzel ve hayırlı ameller telkin ederdi. İşte bir misal:
BUGÜN YOKSUL DOYURAN VAR MI?
Abdurrahman bin Ebûbekir -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabah namazını kıldıktan sonra ashâbına döndü ve şöyle buyurdu:
“–İçinizde bugün oruçlu olan var mı?”
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;
“–Yâ Rasûlâllah! Dün gece oruç tutmak aklıma gelmedi, onun için şimdi oruçlu değilim.” dedi.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-;
“–Dün gece ben oruç tutmayı düşündüm ve sabaha oruçlu olarak çıktım.” dedi.
Rasûlullah Efendimiz, suallerine devam etti:
“–İçinizde bugün bir hasta ziyaretinde bulunan var mı?”
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu kez biraz da hayretle;
“–Yâ Rasûlâllah! Sabah namazını henüz kıldık ve yerimizden hiç ayrılmadık, nasıl hasta ziyaret edebilelim ki?” dedi.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise;
“–Duydum ki kardeşim Abdurrahman bin Avf rahatsızlanmış. Mescide doğru çıktığımda, bakayım durumu nasıl olmuş diye yolumu o tarafa uğrattım, ziyarette bulundum.” dedi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz bir sual daha buyurdu:
“–İçinizde bugün bir yoksulu doyuran var mı?”
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;
“–Yâ Rasûlâllah! Namaz kıldık ve yerimizden hiç ayrılmadık?!.” dedi.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise şu cevabı verdi:
“–Mescide girdiğimde, ihtiyacını arz eden birini gördüm. Oğlum Abdurrahmân’ın elinde bir parça arpa ekmeği vardı. Hemen onu alıp yoksula verdim.”
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın cevaplarından dolayı memnuniyetle dolan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Seni cennetle müjdelerim.” buyurdu.
Hazret-i Ömer bir iç çekti ve;
“–Âh cennet!” dedi.
Rasûlullah Efendimiz Hazret-i Ömer’i de memnun edecek bir söz ilâve etti:
“–Allah Ömer’e rahmet eylesin, Allah Ömer’e rahmet eylesin! Ne zaman bir hayır yapmak istese Ebûbekir muhakkak onu geçer.” buyurdu. (Heysemî, III, 163-164. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 36/1670; Hâkim, I, 571/1501)
Mü’min dâimâ; sâlih amel, hizmet, hayır-hasenat üzere güzel bir niyet içinde olmalıdır. Niyetlerini fiiliyâta geçirmek için de; duâ, irâde ve gayret hâlinde olmalıdır. Bunun talimatı Kur’ân-ı Kerim’dendir:
BİR İŞ BİTİNCE DİĞERİNE…
Cenâb-ı Hak buyurur:
فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ
“Bir işi bitirince diğerine koyul, yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirâh, 7-8)
Bu şuuru kazanan sahâbe-i kiram, Efendimiz’in Hakk’a irtihâlinden sonra da bir an gevşememiş; yeryüzüne ilim, irfan, tebliğ ve cihad erleri olarak yayılmış, Medîne-i Münevvere’de tutuşturdukları gönül meş‘alelerini; Semerkand’a, Çin’e, İran’a, Anadolu’ya, İstanbul önlerine, Afrika’ya, Atlas Okyanusu kıyılarına kadar götürmüşlerdi.
Bu ulvî ve meşakkatli yolculuklarında hiçbir zaman yorgunluk ve bezginlik göstermediler.
Çünkü onlar;
Allah Rasûlü’nden aldıkları feyizle gittiler. Bitmez tükenmez enerjileri bu idi.
Tek düşünceleri; Allah rızâsını aramak ve esas hayat olan âhiret hayatında Allah Rasûlü’ne akrabiyet, yani yakın olmak idi.
Vasıfları da; Allah Rasûlü’nün el-Emin, es-Sâdık şeklinde hulâsa edilebilecek güzel ahlâkı ve mükemmel şahsiyetiydi. O’nun hâliyle hâllenerek emr bi’l-mârufta, tebliğde bulundular. O bereketle muvaffak da oldular. İnsanlar fevc fevc, millet millet İslâm’ın nûruyla nurlandılar.
Çünkü ashab ve onların tâbîleri, Allah Rasûlü’nden insana hürmeti de öğrendiler;
İNSANA SAYGI
Yâlâ bin Mürre -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında pek çok defa seferlere katıldım. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, herhangi bir insan ölüsüne rastladığında, derhâl defnedilmesini emreder, onun müslüman veya kâfir mi olduğunu sormazdı.” (Hâkim, I, 526/1374)
Her insan, Allâh’ın sırrını taşır. İnsan hakkındaki son hüküm, son nefesi verişindeki hâl üzere verilecektir. O sebeple, her insana mühlet tanımak ve saygı göstermek gerekir. Zira kalp pencereleri Cenâb-ı Hakk’a açıktır. Peygamberlerin ve onların işaret buyurduğu kişilerin dışında herkesin son nefesi meçhuldür.
Tebliğin muvaffak olması için de bu saygı şarttır. Çünkü insan, kendisine bu saygıyla yaklaşıldığında, özündeki cevheri idrâk eder, kendisinde görülen mânevî istîdâdın farkına varır.
Ecdâdımız da, asırlarca adâletle hükmettikleri Balkanlar ve Avrupa’da, bölgenin hıristiyan ahâlîsine merhamet ve şefkatle muâmelede bulunmuşlardır. Anadolu’dan İslâm’ın güler yüzünü sergileyen, Hakk’ın şahitleri olan aileler getirilerek bu bölgelere yerleştirilmiş, bu sayede, ahâlîden fıtratları İslâm’a hazır niceleri -başta Boşnak ve Arnavut milletleri- İslâm ile müşerref olmuşlardır.
Efendimiz’deki ümmete şefkat, merhamet ve muhabbet; ashâbına, o şanlı nesilden de takipçilerine in’ikâs etti.
Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’in teyid ve âdetâ tebrik ettiği, ümmetine düşkünlüğünü; Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ihvânından (din kardeşlerinden) birini üç gün göremezse, onu sorardı. Uzaktaysa onun için duâ eder, evindeyse ziyaret eder, hasta ise «geçmiş olsun» demeye giderdi.” (Heysemî, II, 295)
Ümmeti için kendisi hep duâ hâlinde olduğu gibi, ümmetine duâ edilmesini de arzu ederdi. Hattâ Hak dostlarından Mârûf-i Kerhî kuddise sirruh şöyle buyurur:
“Kim her gün on defa;
اَللّٰهُمَّ اَصْلِحْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ
«Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in hâlini ıslah eyle!
Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in sıkıntılarını gider!
Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’e rahmet eyle!» derse, o kimse Allah dostları arasına yazılır.” (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366)
Duâ bir niyettir. Âciz kulun, zâtından başka hiçbir kuvvetin olmadığı ilâhî azamet sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a; niyetini gerçekleştirebilmek için niyazda bulunmasıdır. Bu duâlar ile dil ve dudaklarımız ıslanırken, ümmet-i Muhammed’in ıslahı, dertlerden, ıstıraplardan kurtuluşu ve rahmet-i ilâhiyyeye nâiliyeti için ellerimiz, imkânlarımız, malımız ve canımız da seferber olmalıdır. Bütün gayretler ümmet şuuruyla;
KARDEŞLİK RÛHUYLA…
Her güzel hasleti, önce kendi yaşayışında, kendi hayatında gösteren Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi, kardeşin kardeşe göstermesi gereken ilgi ve alâkayı, düşkünlüğü; cihanın görmediği bir fedâkârlık ve merhamet ile göstererek şöyle buyurdu:
“Ben her mü’mine, mutlaka, dünya ve ahirette insanların en yakınıyımdır. Dilerseniz (bu hususla ilgili olan) şu âyeti okuyun: «O Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden evlâdır…» (el-Ahzâb, 6) Hangi mü’min (vefâtında) bir mal bırakırsa vârisleri onu alsınlar. Borç veya bakıma muhtaç birini bırakmışsa o da bana gelsin, ben onun mevlâsıyım (himâye ve yardım edicisiyim).” (Buhârî, Tefsîr, 33/1, Kefâlet 5, Ferâiz 4, 15, 25; Müslim, Ferâiz 14)
Bize nefsimizden de yakın olan, bize canımızdan daha müşfik olan Efendimiz’i biz de canımızdan ileri sevebiliyor muyuz? «Seviyoruz» diyebiliyorsak, niyetlerimiz, amellerimiz, ahlâkımız, bu sözümüzü tasdik ediyor mu?
Efendimiz, sözünü fiiliyle de tasdik ettiriyordu. Seferlerde arka safları dolaşıyor, zayıfların koluna giriyor, yardımcısı oluyor, gönüller alıyordu. Ganimetleri derhâl fukarâya dağıtıyor, çoğu kez evinde içecek sudan başka bir şey bırakmıyordu. O’nun kendi canını ne kadar, ümmetini ne kadar düşündüğünün cevabını veren bir başka misâl:
Mesrûk -rahmetullâhi aleyh- şöyle demiştir:
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemizi ziyaret ettim, bana yemek ikrâm ettirdi ve;
“−Bir yemekten doyduğum zaman ağlayasım gelir, gözyaşlarıma hâkim olamam.” dedi Ben de;
“−Neden?” diye sorunca şöyle dedi:
“−Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dünyadan ayrılıp gittiği ânı hatırlarım, vallâhi et ve ekmekten günde iki defa karnını doyurmamıştı.” (Tirmizî, Zühd, 38/2356; Müslim, Zühd, 1)
Hayatı ve şahsiyetiyle îsâr ve fedâkârlığın böyle müstesnâ misallerini sergileyen Allah Rasûlü, kardeşler arasındaki muhabbetin artması için de birçok tedbirler aldı. Selâmı yaymayı tavsiye etti. Hediyeleşmeyi, yardımlaşmayı, dardaki kardeşine borç vermeyi teşvik etti. Güler yüz göstermenin sadaka olduğunu beyân buyurdu. Efendimiz de dâimâ tebessüm hâlindeydi. Ashâbı da O gül sîmâya benzemek gayretiyle yarış içindeydi.
Ümmü’d-Derdâ -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:
“Ebu’d-Derdâ, bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi. Bir gün ona şöyle dedim:
«–İnsanların (senin tebessümündeki hikmet ve derinliği idrâk edemeyerek) sana mecnun demelerinden korkuyorum!»
Cevabı tebessümünün hikmetini ifadeden ibaret oldu:
«–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi.»” (Ahmed, V, 198, 199)
Yani insanlar ne derse desin, ne düşünürse düşünsün, bir sahâbînin tek derdi Allah Rasûlü’nün rûhânî dokusundan hisseyâb olmaktı.
Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- şöyle der:
Ben, annem ve teyzem Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey’at edip yanından ayrıldığımızda, annem ve teyzem hissiyatlarını şöyle dile getiriyorlardı:
“Yavrucuğum, bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü ondan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.” (Heysemî, VIII, 279-280)
Efendimiz’in mübârek izinden giden ashâb-ı kiram ve Hak dostlarının lisânından da dâimâ pırlanta sözler çıktı. O sözler, muhataplarına bir akarsuyun şırıl şırıl akışı gibi bir ferahlık vesilesi oldu.
İslâm ahlâkıyla ahlâklanmış bir mü’min olarak; taze açmış nefis bir çiçek gibi; güzellikleriyle, temizlikleriyle, hoş râyihalarıyla, ruhları okşadılar, gönülleri cezbettiler.
Ashâb-ı kiram;
Hazret-i Peygamber’e müstesnâ bir muhabbetin şevki ve sevkiyle; Efendimiz’in hayat dolu talimat ve tavsiyelerini yerine getirmek husûsunda her zaman bir heyecan içinde ve âdetâ yarış hâlindeydiler. İşin ucunda yorgunluk, tehlike, ölüm olup olmadığına bakmadan;
« وَاَطَعْنَا سَمِعْنَا İşittik ve itâat ettik» diyorlardı.
Uhud’un hemen akabindeki günlerdi… Efendimiz, Medine’ye henüz dönmüştü. Fakat düşman tehlikesi geçmemişti. Allah Rasûlü; mü’minlerin izzetini göstermek, düşmana bir gözdağı vermek için, ashâbına teşvik mâhiyetinde sordu:
“–Düşmanları kim takip etmek ister?”
Allah Rasûlü ister de, onlar istemez miydi? Onların, Hazret-i Peygamber’in iradesinden gayrı bir iradeleri hiç olabilir miydi?
Derhâl ashâb-ı kiram, Rasûlullâh’ın emrine icâbete koştu. Düşmanı takip için çıkılan bu sefere katılanların hemen hepsi yaralı idiler.
Bu esnada; Uhud’da ağır yara alarak Medine’ye dönen Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî -radıyallâhu anhümâ- da Allah Rasûlü’nün sefer davetini işittiler ve şöyle dediler:
HİÇ KAÇIRIR MIYIZ?!.
“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bulunduğu bir seferi hiç kaçırır mıyız?!.”
Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın gâh yürümesine yardım etti, gâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Âlemlerin Efendisi’nin yanından ayrılmadılar. (İbn-i Hişâm, III, 53)
Efendimiz’e muhabbet ve Efendimiz’le beraberlik ashâbın nazarında böyle idi… Sıradan bir bağlılık yetmez, fedâkârlık isterdi; histen ibaret kalmaz, fiiliyat isterdi.
Bu gerçekten hareketle ashâb-ı kiram;
Ümmet-i Muhammed’in «icâbet eden bahtiyarları» olarak, «icâbet etmemiş bedbahtlar»ın ebedî mes’ûliyetini omuzlarında hissediyor, onlara dâimâ, bir hastanın, bir mahrumun muhtaç olduğu şefkati gösteriyorlardı.
Çünkü bu nimetin şükrü, onu mahrumlara ulaştırmak idi…
HİDÂYETİN ŞÜKRÜ
Hidâyet nimetinin şükrânesine, o hidâyet nûrunu karanlıkta kalmış insanlara ulaştırmanın da dâhil olduğunu biliyor, o mes’ûliyet ve heyecan ile hizmette asla yorulmuyorlardı.
Çünkü onlar, bütün soru işaretlerini, Allah Rasûlü’nün gönül âleminden aldıkları feyizlerle bertarâf ettiler. Yine O’nun ruh feyzini kendilerine yegâne sığınak, barınak ve dayanak edinip sonsuzluğun seyyâhı oldular. Onların dünya hayatına ait bir endişeleri yoktu. Onlar, her gittikleri yere Allah Rasûlü’nün şahsiyetini taşıma gayreti içindeydiler. Bu sebeple hayatlarının yegâne gayesi; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ahlâkı olan Kur’ân’ı öğrenmek, okumak, hissetmek, gönüllerinde hazmetmek; sözleriyle, davranışlarıyla, hâlleriyle ve ahlâklarıyla tebliğ etmek idi.
Bizim de idealimiz; o fedâkâr, gayretli, hassas, zarif ve metin sahâbe nesli olmalıdır. Ölçümüz de nebevî ahlâkın nurlu akislerine berrak bir ayna olan sahâbe olmalıdır.
Şiârımız da onlar gibi; Efendimiz’in «Kişi, sevdiğiyle beraberdir.» düstûru olmalıdır.
Bu düstûrun muhtevâsına ne kadar girebildiğimizi muhasebe etmeliyiz…
Sevgimizi, beraberliğimizle ölçmeli; beraberliklerimizi, sevgimizle mukayese etmeliyiz.
Sormalıyız:
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönül dünyasından ne kadar hisse alabildik?
O Varlık Nûru’nun hayatından, rûhâniyetinden, şahsiyetinden bizlerde ne kadar nasip var?
BİZLERDE NE KADAR NASİP VAR?
«İbâdetlerimizdeki rûhâniyet» hangi gönül kıvâmında?
Yani ibâdetlerimiz; bizleri vecde, duygu derinliğine götürüyor mu? Huşû ve kalp huzûruna ne ölçüde varabiliyoruz?
«Muâmelâtımızdaki zarâfet» hangi seviyede?
Yüreklerimiz ne kadar bir rahmet dergâhı hâlinde? O dergâhtan ne kadar merhamet tevzî edebiliyoruz? Muâmelâtımız, «Allah râzı olsun»larla mı taçlanıyor; «Hakkım harâm olsun!»larla mı neticeleniyor?
«Ahlâkımızdaki nezâket» hangi ölçülerde?
Başkalarına sergilediğimiz nezâketimiz, onlardan beklediğimiz incelikle aynı seviyede mi? Nefsâniyetten, enâniyetten, kibirden kurtulabildik mi? Tevâzumuz samimî mi?
«Gönüllerimizdeki letâfet» hangi derinlikte?
Bütün mahlûkatı ne kadar bağrımıza basabiliyoruz? Yüreklerimizi muhtaçlar için, garipler için ne kadar bir dergâh hâline getirebildik? Merhametimiz ne kadar şâmil, ne kadar faal?
«Sîmâlarımızdaki nûr-i melâhat» hangi parlaklıkta?
Peygamber Efendimiz’in maiyetindeki mü’minlerin vasıflarını sayan âyet-i kerîmede geçen;
سٖ۪يمَاهُمْ فٖ۪ى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ
“…Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir…” (el-Fetih, 29) tarifinden nasîbimiz ne kadar? Sîmâmızda secdelerden ne kadar akisler var?
«Lisanlarımızdaki selâset» hangi âhenk ve akıcılıkta?
Lisânımız ne kadar ruhlara huzur tevzî ediyor? Sözlerimiz, muhataplarımıza ne kadar ferahlık veriyor?
«Duygularımızdaki incelik» hangi derecede?
Bütün mahlûkatın bize emânet olduğunun şuurunda mıyız? Allâh’ın âyetleri karşısında, mes’ûliyetlerimiz karşısında, yaklaşan ecel ve kıyâmet karşısında hassâsiyetimiz hangi kıvamda? Kalplerimiz titriyor mu? Gözlerimiz yaşarıyor mu?
«Nazarlarımızdaki derinlik» hangi ufuklarda?
Gönüllerimiz, ilâhî azamet tecellilerini, kudret akışlarını ve ilâhî nakışları ne kadar seyredebiliyor? اِقْرَاْ «Oku!» (el-Alak, 1) talimatının ne kadar içindeyiz? Zâhirden, kuru bilgiden, faydasız ilimden ne kadar kurtulabildik? Sır ve hikmetlere ne kadar muttalî olabildik?
Velhâsıl;
“(Ey Rasûlüm) Şüphesiz ki Sen yüce bir ahlâk üzeresin…” (el-Kalem, 4) âyet-i kerîmesi ile medh u senâ buyurulan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce ahlâkından hangi ölçüde ve engin gönül deryasından hangi miktarda nasiplenebiliyoruz? O, gönlünden âlemlere rahmet taşıran Nebîler Serveri’nin bütün güzelliklerinden bizlerde ne kadar var?
Bu ateşten sualleri, bu derin muhasebeleri; müsbet neticelere bağlayabilen, hüsn-i hâtimeye ulaşabilen ümmet-i Muhammed’e ne mutlu!
Efendimiz’in birer vârisi, Cenâb-ı Hakk’ın birer şahidi olarak cihandan cinâna uçup gidenlere ne mutlu!
Rabbimiz, bizleri Habîbi’nin nurlu yolunda giden, mahzâ Kur’ân olan ahlâkıyla ahlâklanan sahâbe ve Hak dostlarının hâlleriyle hâllendirsin…
Bizleri, hakikî bir aşk-ı Muhammedî ile kemâle erdirsin; bizleri Efendimiz’le dünyada kalben beraber eylesin, ukbâda da bizi Efendimiz’in maiyyetinde olanlardan eylesin…
Âmîn!..