Ebedî Fecre
Yıl: 2013 Ay: Eylül Sayı: 103
MÜKERREM VARLIK…
Cenâb-ı Hak insanı mükerrem kılmıştır. Ancak bu mükerrem oluş sırrı; insanın sahih îman, sâlih amel, güzel ahlâk ve takvâ üzere yaşamasına bağlıdır. Yani insanın Hak katındaki kıymetini kaybetmeyip, muhafaza edebilmesi için; ilâhî tâlimatlar içerisinde hayat sürmesi, Hakk’ın bahşı olan ilâhî kıymete yakışmayacak kötülüklerin, çirkinliklerin her türlüsünden ictinâb etmesi îcâb eder.
Şu vicdan ve gönül muhasebeleri dâimâ kalbimizi meşgul etmelidir:
İslâm, hayatımızın herkesçe görünen ve görünmeyen her safhasında mevcut mudur? Yoksa İslâm’ı unuttuğumuz yerler var mı?
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın şu ifadesini ne kadar idrâk ediyoruz:
“‒Îman sadece camilerde (hayata aksetmemiş yalnız şekilde kalmış),
‒Mal cimrilerde,
‒Silâh korkaklarda,
‒Yetki de zayıflarda olursa, işler bozulur (her şey altüst olur)…”
Camide, seccade başında Allâh’ın emrine teslim olduğumuz gibi; tezgâhta, masa ve kasa başında, direksiyonda ilh. her yerde Rabbimiz’in istediği gibi hareket ediyor muyuz? Kul haklarına riâyet ediyor muyuz?
Ticarî hayatımız Hak Teâlâ’nın emrettiği, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in öğrettiği gibi mi? Kazancımız helâl mi? Kendimize ne kadar, kendimizin dışındakilere ne kadar? Toplumumuzun ve İslâm dünyasının muzdaripleriyle ne kadar ıstırap çekiyoruz? Kimsesizlerin ne kadar yanı başındayız? İnfâkımız ne nisbette?
Aile hayatımız nasıl? Evimizde, mutfağımızda, odamızda Allah ve Rasûlü’nün hükmetmediği bir yer var mı?
Allah’tan başka kimsenin bilmediği mahrem sahamızda da Hakk’a tam mânâsıyla kul olabiliyor muyuz? Evlâtlarımızın istikbâli için hangi kültüre ehemmiyet veriyoruz?
Allah ve Rasûlü’ne olan muhabbetimizin hakikatinin ve samimiyetinin ölçüsü de bu suallerin cevabındadır.
Çünkü;
Bir varlığa duyulan hakikî bir muhabbet, o varlığın bütün husûsiyetlerine sirâyet eder.
SEVEN SEVİLENİN HÂLİYLE HÂLLENİR
Seven sevilene hayranlık içindedir. Hayranlık, itaati getirir. Sevgiyle gelen bu itaat de sevenin, sevilenin bütün husûsiyetlerinden bir nasîb almasına vesile olur.
Dolayısıyla;
Cenâb-ı Hakk’ı seven bir kişi, O’nun bütün cemâlî sıfatlarının kendisinde tecellî etmesi iştiyâkındadır. Rahmân’ın kullarına karşı; rahmet, merhamet, af, hilm, muhabbet ve meveddet gibi hasletleri kâmil bir şekilde yaşama arzusu ve gayretindedir. O’nun sevmediği vasıflardan da tamamen uzak durur.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbetin göstergesi de O’nun bütün husûsiyetlerinin ve müstesnâ ahlâkının, seven kişide tezâhür etmesidir.
Meselâ acımak;
MERHAMET!
Peygamber Efendimiz’in bütün mahlûkāta şâmil merhamet hasleti, O’nu seven ümmetinde de nasîbi nisbetinde bulunmalıdır.
Bugün globalleşen, kapitalist dünya; merhameti vicdanlardan silmiş durumda. Bugünün müslümanlarının en çok dikkat edeceği husus, merhamettir.
Bugün dünyanın her tarafında müslümanlara yapılan zulümlere karşı bizim merhametimiz ne durumda? Bu zulümlerin içinde kendi oğlumuz yahut kızımız olsaydı bizi ne kadar teessüre gark ederdi. Ya din kardeşlerimizin ızdırapları karşısında teessürümüz ne kadar? Bizde -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tarif ettiği şekilde, bir vücudun âzâları gibi birbirinin elemiyle dertlenme hassâsiyeti ne kadar mevcut? Gözlerimiz mazlum kardeşlerimizin ızdıraplarıyla ne kadar yaşarıyor, dillerimiz onlara duâ için ne kadar ıslanıyor? İmkânlarımızla yaralarına ne kadar merhem olabiliyoruz?
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir din kardeşini görmese onu sorardı. Seyahatteyse onun için duâ ederdi. İhtiyaçlıysa çare bulurdu. Sanki yüreğinde bir mahşer kaynardı. Sadece ashâbının değil, kıyâmete kadar gelecek bütün ümmetinin endişesini taşıdı. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizim de bu husûsiyeti taşımamızı arzu etmekte. Bu sebeple şöyle buyurmakta:
“Müslümanların derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)
Kâmil bir vicdanın, dünyanın her yerindeki zulüm ve ızdıraplardan müteessir olması lâzımdır. Peygamberimiz’in mânevî vârisleri olan Hak dostları, Peygamber Efendimiz’den bu ümmet ızdırabını da tevârüs etmişlerdir. Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin şu kıssasında anlatıldığı gibi:
YETİMLERDEN NE HABER?..
Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin hizmetine bakan talebesi bir gün ona;
“–Biraz et pişirdim; arzu buyurmaz mısınız?” dedi ve üstâdının sükût etmesi üzerine de et yemeğini takdim etti. Ancak Dâvûd-i Tâî -rahmetullâhi aleyh-, önüne konan ete baktı ve sordu:
“–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?”
Yetimlerin hâli her zamanki gibiydi. Talebe çaresiz içini çekip;
“–Bildiğiniz gibi efendim!” dedi. O büyük Hak dostu;
“–O hâlde bu eti onlara götürüver!” dedi. Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden samimî talebe ise;
“–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diye ısrar edecek oldu ise de, Dâvûd-i Tâî Hazretleri kabul etmeyip;
“–Evlâdım! Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar, fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya yükselir!..” dedi.
Din kardeşlerinin ızdırabını paylaşmakta bu derecede hassas olan ehlullah hazerâtı, bu hissiyattan bir an ayrı kalmayı bile büyük bir vebal ve cürüm saymışlardır. Bir gün muhaddis, Hak dostu Seriyy-i Sakatî Hazretleri, talebelerine;
“Müslümanların dertleri ile dertlenmeyen bizden değildir!” hadîs-i şerîfini okuturken bir talebesi koşa koşa geldi ve şu haberi verdi:
“–Üstâdım! Yangın çıktı, mahalle yandı, yalnız sizin ev kurtuldu!”
Hazret, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine olan bu lutfu karşısında;
“–Elhamdülillâh!” dedi.
Ancak bu hamdele, onu derin bir pişmanlığa sevk etti. Çünkü henüz mütâlâa ettikleri hadîs-i şerîfe göre; evleri yanan kardeşlerinin ızdırabını paylaşması, kendi evinin kurtulmuş olmasına şükür ve hamd etmekten önce gelmeliydi. Bir an için bunu ihmâl etmişti. Buna o derecede üzüldü ve mahzûn oldu ki, hâdiseyi yıllarca unutmadı. Otuz sene sonra dahî hâlâ, bir gönül dostuna;
“–Bir lâhza din kardeşlerimin ızdırabından gafil kaldığım o ân için otuz senedir tevbe etmekteyim.” diyerek gönlündeki derin pişmanlığı ifade etmekteydi.
YA BİZ, NE KADAR ÜMMETİZ?
Hakikaten biz bugün mü’min kardeşlerimizin ızdırabını ne kadar düşünebiliyoruz?
Eğer kardeşimizin ızdırabını hissedebiliyorsak, o hâlde kendimizi Peygamber Efendimiz’le dost olabilme yolunda mesafe almış addedebiliriz. Zira hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiği ile beraberdir.”(Buhârî, Edeb, 96)
Cenâb-ı Hakk’ın en sevdiği, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Seven kimse, sevdiğinin bütün husûsiyetlerini de sever. Hayatında bir boşluk kalmaz. Bizim de -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bütün husûsiyetleriyle hâllenmemiz zarûrîdir:
• İbâdette rûhâniyet,
• Muâmelâtta zarâfet,
• Ahlâkta nezâket,
• Gönülde letâfet,
• Sîmâlarda nûr-i melâhat,
• Lisanlarda selâset,
• Duygularda incelik,
• Nazarlarda derinlik…
Âyet-i kerîmede ifade buyurulan «mükerrem insan», hayatının her safhasında Rabbinin çizdiği ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gösterdiği hudutlar içerisinde yaşayan insandır. İlâhî kitaplar, bu hudutları belirler. Peygamberler, bu hudutları fiilî olarak, en güzel örnek olarak yaşayarak gösterirler. En mükerrem peygamber olan Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ümmeti olarak bize; Allâh’ın bize çizdiği hudutları, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye göstermektedir. İşte âyet-i kerîmelerin bildirdiği, Rabbimiz’in sevmediği huy ve davranışlardan bir diğeri:
HADDİ AŞMAK
Allah ve Rasûlü’nün çizdiği hudûdun dışına çıkmanın her türlüsü haddi aşmaktır ve Allah haddi aşanları sevmez. Âyet-i kerîmelerde; savaşta düşmana haksız, yani gayr-i meşrû şekilde taarruzda bulunmak da (el-Bakara, 190), Allâh’ın helâl kıldığı nimetleri haram saymak da (el-Mâide, 87), haddi aşmanın misalleri olarak verilmiş ve şöyle buyurulmuştur:
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ٖينَ
“Allah, haddi aşanları sevmez.”
Nitekim; evlenmeyi terk etmek, hiç ara vermeden devamlı oruç ile, hiç istirahat etmeden devamlı namaz kılmak isteyen sahâbîlerine de Allah Rasûlü mâni olmuş ve;
“Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir.” buyurmuştur.
Bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“Rabbinize yalvara yalvara ve gizlice duâ edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.”(el-A‘râf, 55)
İnsan, Rabbine yalvardığı duâ ânında da haddini ve hudûdunu bilmek mecburiyetindedir. Rabbimiz tarafından «cehûl» yani çok cahil olarak tavsif edilen insan, câhilâne bir şekilde kendi aleyhine de duâ eder. Kur’ân-ı Kerim de ehl-i küfrün kendi azaplarına duâ ettiklerini haber vermiştir.
Mü’min duâ ederken boynu bükük, Allâh’ın azameti karşısında hiçliğini ve muhtaçlığını müdrik olmalıdır. Pervâsızca bağırıp çağırarak, yapmacık bir belâgatle, samimiyetsiz, uzun ve Hak’tan ziyade halkın alkışına tâlip duâlar da haddi aşmaktır.
Nitekim sahih bir hadiste de şöyle vârid olmuştur:
“Siz, ne bir sağıra, ne de bir gāibe duâ ediyor değilsiniz; şüphesiz bir işitene ve yakına duâ ediyorsunuz.”(Buhârî, Meğâzî, 38)
“Allah, güzel konuşuyorum diye ineklerin yalandığı gibi dilini eğip büken kimselere gazab eder.”(Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 65)
Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın insan için tayin buyurduğu hudud; her şey için îtidal, salâh, ıslah, iyilik ve sıhhat ifade eder. Cenâb-ı Hak, sulhu ve salâhı sever; mefhûm-ı muhalifiyle;
ALLAH FESÂDI SEVMEZ
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“İnsanlardan kimi de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider ve o kalbindekine Allâh’ı şahit tutar. Hâlbuki O, İslâm düşmanlarının en yamanıdır.
İş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helâk etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.
Ona; «Allah’tan kork!» dendiği zaman da kendisini gururu günah işlemeye sevk eder. Cehennem de onun hakkından gelir. Cidden o ne kötü bir yataktır!”(el-Bakara, 204-206)
Cenâb-ı Hak, bozgunculuğun en ağır iki adresini şöyle ifade buyurmuştur:
1. Ekinde ifsad. Yani arzda, insanların gıdasında, istifade edecekleri tabiî kaynaklarda, çevrede fesat… Tarlaların ateşe verilmesi. İsraf ekonomisi. Gıda katkı maddeleriyle, genlere şuursuzca müdahalelerle, denizde ve karada insanların suçları sebebiyle meydana gelen bozgunculuk. Neticesinde hayvanların neslinin tükenmesi. Ekolojik dengenin bozulması. İnsanların maddî-mânevî hastalıklara dûçâr olması.
2. Nesli ifsad. Nesli fesâdın türlü şekilleri vardır:
Recî ve Bi’r-i Maûne Fâciaları gibi, Kur’ân talebelerine sûikastlar. Bugün Mısır’da, Suriye’de yaşananlar gibi zulümler. Allah demenin dahî yasaklandığı zulüm, şiddet ve fitne devirleri.
Mânevî olarak da televizyonun, internetin, sokakların nesilleri nefsânî ve şeytânî vadilere, oradan gayyâya yuvarlaması. İdlâl ve ifsad…
Neslin fesâdına sebebiyet veren büyük bir cemiyet yarası da boşanmalardır. Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Allah Teâlâ, çokça boşayan kimseye gazab eder, çokça köle âzâd edeni de sever.”(Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 65)
Boşanma; izdivâcın tamir ve ıslah edilemediği, her tedbire başvurulduğu hâlde, tarafların kalplerinin te’lif edilemediği şartlarda kullanılmak üzere meşrû ve mubah kılınmış son bir hâl çaresidir. Evliliklerde aslolan, hanım ve beylerin birbirlerine dünya ve âhiret yolunda son nefese kadar istinâd olmalarıdır. Huzurlu aile için şu beş temel esas çok mühimdir:
1. Muhabbet: Menşei Cenâb-ı Hak’tır. İki tarafın Allah rızâsına uygun bir şekilde bu hâli artırması, birbirlerinin rûhuna girecek bir damar bulmaları, bu yolda atılacak ilk adımdır.
2. Sadâkat: Zor zamanlarda tarafların fedâkârlığına bağlıdır. Evlilikte sadâkati anlamak için Peygamber Efendimiz’in Hatice Vâlidemiz’e olan gönül hassâsiyetini çok daha iyi idrâk etmek ve yaşamak gerekir. Zira yalnız ve yalnız Hatice Vâlidemiz’in vefat senesine «hüzün senesi» denmiştir.
3. Karşılıklı saygı: Samimiyet ve lâubâlîlik, vakar ve kibir, tevâzû ve zillet dengelerine dikkat etmek ve evlilikte hudutları iyi koruyabilmek…
4. Sabır: Taraflar, zor zamanlarda birbirlerinin güzel huyunu düşünmelidir. Aralarında münakaşa etmemeli, sabrı ve affı tercih etmelidir. Eğer hasbelbeşer herhangi bir münakaşa olursa da, bunu çocukların dünyasına düşürmemelidir.
5. Mes‘ûliyet: Tarafların birbirlerine vazifelerini ihmâl etmemeleri için, mes‘ûliyetlerini bilmeleri zarûrîdir. İki tarafın anne-babalarının aynı hâle gelebilmesi için de bu şarttır. Bilhassa emânet olan yavruların hayır-hasenât ile teçhîz edilmeleri husûsundaki vazifeler, kıyâmet hesabıdır.
Bu sıfatlara uzak yaşayıp da;
Sabırsızlık, tahammülsüzlük, geçimsizlik, kötü ahlâk, bencillik, gaddarlık gibi duygularla yuvaları dağıtmak, evlâtları perişan etmek ailede fesaddır ki, bundan cemiyet de fert de bîzâr olmaktadır.
Boşanma, çözülmesinden ümit kesilmiş bir düğümü kesip atmaya benzer. Fert ve toplum olarak, ailevî meseleleri bu raddeye getirmeden; İslâm ahlâkı, terbiyesi ve ahkâmının işaret ettiği tedbirlerle çözmenin gayretinde olmamız îcâb eder.
Fesâdı sevmeyen Rabbimiz, fesâdın düzeltilmesi, yeryüzünde Hakk’ın şahidi olma, ıslah edici olma vazifesini mü’minlere vermiştir.
Neslin ifsâdında bir başka şekil de sûret-i haktan görünen, idlâl ve ifsâd edici din adamlarıdır. Âyet-i kerîmede Allâh’a iftirâ eden, yeryüzünde savaş, bozgunculuk, kin ve adâvet için, yani fesâd için koşturan Yahudi din adamları hakkında şöyle buyurulmuştur:
“Yahudiler; «Allâh’ın eli bağlı» dediler. Söyledikleri söz sebebiyle onların elleri bağlandı ve mel‘un oldular. Hayır O’nun iki eli de açık, dilediği gibi bahşediyor! Celâlim hakkı için Rabbinden Sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracaktır. Biz, onların aralarına kıyâmete kadar sürecek düşmanlık ve kin atmışızdır. Ne zaman savaş için bir ateş tutuşturdularsa, Allah onu söndürdü. Onlar yeryüzünde hep fesâd için koşarlar. Şüphesiz Allah müfsidleri sevmez.”(el-Mâide, 64)
Yine Tevrât’ı en iyi şekilde okuyan bir âlim iken, dünya malı imtihanına mağlûp olarak, dalâlet ehli olan Kārûn’a da başlangıçta şu telkinlerde bulunulmuş ve servetin kolaylaştırdığı fesâda düşmemesi kendisine hatırlatılmıştır:
“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma! Allâh’ın sana ihsan ettiği gibi, Sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (el-Kasas, 77)
Ehl-i kitabın imtihanları, ümmet-i Muhammed için de vâriddir. Nitekim hadîs-i şerifte de;
“…Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, dalâlete sürükleyen liderlerdir…”(Ebû Dâvud, Fiten, 1/4252. Krş. Müslim, Fiten 19; Tirmizî, Fiten, 32)buyurulmuştur.
Bugün ümmet-i Muhammed’in içinde bulunduğu îtikadî ve amelî fesad ve dalâlet, tefrika, ihtilâf ve şiddet musîbetlerinin altında da; mü’minleri kardeşlerini tekfir etmeye, katletmeye, onlara zulmetmeye sevk eden birtakım dâll ve mudill şahıslar vardır.
Cenâb-ı Hak; mü’minleri müfsid, mudill ve zâlim idarecilerin fitnesinden emîn eylesin. Hunharca öldürülen masum müslümanların şehâdetini kabul eylesin. İslâm’ı muzaffer, dînini ve müslümanları aziz eylesin.
Fesâdın inançtaki karşılığı küfür, hukuk-i ibâd sahasındaki karşılığı zulüm ve hukûkullah bahsindeki mukabili günahtır.
Cenâb-ı Hak, kâfirleri de, zâlimleri de günahta ısrarcı olanları da sevmez.
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِرٖ۪ينَ
“Allah kâfirleri sevmez.”(Âl-i İmrân, 32; ayr. bkz. er-Rûm, 45)
وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمٖ۪ينَ
“Allah zâlimleri sevmez”.(Âl-i İmrân, 57; Âl-i İmrân, 140; eş-Şûrâ, 40)
وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ اَثٖ۪يمٍ
“Allah günahta ve inkârda ısrar eden hiç kimseyi sevmez.”(el-Bakara, 276)
Allah Teâlâ’nın sevmediği bu vasıflar birbiriyle müvâzîdir. İnkâr da, zulüm de, mâsiyet de haddi aşmaktır, fesattır, insanın kaalû belâ ikliminde yüklendiği emânete hıyânet etmesidir.
Bilhassa zulüm…
ZULÜM
Bu ağır günah, Cenâb-ı Hakk’ın şiddetle sakındırdığı bir şenaattir. Cenâb-ı Hak, zâlimlere hidâyet etmez. Zulm ile âbâd olunmayacağı gibi, kısa süre âbâd olduğunu zannedenlerin de âhirleri berbâd olur.
Âdil-i Mutlak olan Cenâb-ı Hak; mahşer yerinde sâir mahlûkātın aralarındaki haksızlıkları dahî giderecek; o gün boynuzsuz koyun dahî, kendisine zulmeden boynuzlu koyundan hakkını alacaktır.
Zulme başvuran zâlimler; mazlumları kahretmek, haklarını ellerinden almak, gasbetmek isterler. Zulümleri neticesinde, bu fânî dünyada ellerine geçici ve haram bir menfaatten başkası geçmezken, kendi boyunlarına ebedî bir azap ve kahır halkası geçirmiş olurlar. Öldürdükleri insanlar ise şehâdet mertebesine erişir. Gasbedilen hakları, âhiret sermayeleri olur.
Âhirzaman hengâmında, fitne ve zulümlerin çoğaldığı bir devirde yaşamaktayız. Bunlar bir yönüyle de şöyle bir ilâhî îkazdır:
Maddenin putlaştırıldığı, mâneviyâtın dışlandığı, insanın bir makinenin dişlisi olarak görüldüğü, vicdansız, merhametsiz, kapitalist ve materyalist dünyada; zulüm ve haksızlıkların ayyûka çıkması, mazlum ve mağdurların feryat ve figanlarının güç sahibi ve muktedirler tarafından işitilmemesi, insanlığın getirildiği noktanın ne hazin ve acı bir hulâsasıdır.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah meleklerden birine;
«–Falan şehri, halkının üzerine çevir!» diye vahyetti. Melek dedi ki:
«–(Yâ Rabbî!) Orada bir kulun var, Sana bir kez göz açıncaya kadar bile isyan etmedi. (Buna rağmen şehri üzerlerine çevireyim mi?)»
Cenâb-ı Hak;
«–Şehri onun da, diğerlerinin de üstüne çevir! Çünkü onun yüzü, (diğerlerinin yaptığı fenalıklar karşısında) bir an bile olsun değişmedi (Allah için onlara buğzetmedi) buyurdu.”(Heysemî, Mecmau’z-zevâid, VII, 270)
Bir başka hadîs-i şerifte Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle îkaz buyurur:
“İsrail oğulları arasında dinden sapma, ilk defa şöyle başladı:
Bir adam bir başka adama rastlar ve;
“Bana baksana! Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terk et. Çünkü bu sana helâl değildir!” derdi. Ertesi gün, aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve kendisini yaptığı kötü işten nehyetmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve yanında bulunmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah Teâlâ kalplerini birbirine benzetti.”
Sonra Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu âyeti okudu:
“İsrâil oğullarından kâfir olanlar Dâvud’un ve Meryem oğlu İsâ’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, başkaldırmaları ve aşırı gitmeleriydi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mâni olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi! Onlardan çoğunun inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin onlara âhiret hayatı için hazırladığı şeyler ne kötüdür! Allah onlara gazab etmiştir, onlar azâb içinde temelli kalacaklardır. Eğer Allâh’a, Peygamber’e ve O’na indirilen Kur’ân’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi, fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.”(el-Mâide, 77-81)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu âyetleri okuduktan sonra şöyle buyurdu:
“Hayır, Allâh’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zâlimin elini tutup zulmüne mâni olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrâil oğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.”(Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4336; Tirmizî, Tefsîr, 5/6, 7; İbn-i Mâce, Fiten, 20)
Tarihin ibret dolu sayfaları, âdetâ bir milletler kabristanıdır. Îmansızlık, ahlâksızlık ve zulüm, milletlerin en büyük helâk ve yok oluş sebepleridir. Îmansız ve zâlim kavimlerin «sekerât-ı mevt»leri ne müthiş ilâhî intikam tecellîleridir.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
ظَهَرَ الْفَسَادُ فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ اَيْدِى النَّاسِ لِيُذ۪ٖيقَهُمْ بَعْضَ الَّذ۪ٖى عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.”(er-Rûm, 41)
İnsan Cenâb-ı Hakk’ın tayin buyurduğu hudut içerisinde yaşadıkça mükerrem; onun dışına taştıkça, davarlardan daha şaşkın, sırtlanlardan daha vahşî bir hâl almaktadır. İbn-i Kayyım el-Cevziyye şöyle der:
“Sübhânallah! Nefiste; İblis’in kibri, Kābil’in hasedi, Âd kavminin azgınlığı, Semûd kavminin tuğyânı, Nemrud’un cür’eti, Firavun’un haddini aşarak tanrılık iddiâsı, Hâmân’ın taşkınlık ve alçaklığı, Kārûn’un zulüm ve fesâdı, Bel‘am’ın hevâsı, Ashâb-ı Sebt’in hilekârlığı, Velid bin Muğîre’nin inadı ve Ebû Cehil’in cehâleti vardır. (…) Lâkin riyâzât ve mücâhede bütün bu menfî vasıfları ıslah edip insanı bu kötü hasletlerden kurtarır.” (İbn-i Kayyım el-Cevziyye, el-Fevâid, Beyrut 1986, s. 98)
Bu tezkiye ve terbiyenin ihmâl edildiği günümüz dünyasında; zulüm ve haksızlıklar çoğalmakta, dünya yeniden câhiliyye girdaplarında boğulmakta. Câhiliyyenin çaresi, İslâm Nûru’nda ve -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnet-i seniyyesindedir. Zulmün karanlıklarında yolunu kaybetmiş olan insanlık, O Sirâc-ı Münîr’in nûruna hasrettir. O nûru, insanlığa götürme vazifesi de; gönül dünyasından zulmü bertarâf edebilmiş mü’minlerin vazifesidir.
BİR BAŞKA ZULÜM…
Zulüm sadece bir başkasına tatbik edilen haksızlık demek değildir. Kur’ân-ı Kerim; insanın kendi nefsine kıymasına, kendi ebedî istikbâline kasd etmesine de zulüm adını vermiştir. Nitekim Hazret-i Âdem Babamız ve Havvâ Vâlidemiz, tevbe ve istiğfâr için Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ederken;
رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا
“Rabbimiz, nefsimize zulmettik…”(el-A‘râf, 23) diye niyâz etmişlerdir.
İnsanın kendini helâk etmesi, küfür, günah ve zulümlerle âhiretini berbat etmesi, bizzat kendisine zulmetmesi demektir.
Ayrıca;
Kur’ân ile istikametlenmemek de kişinin kendisine zulmetmesidir. Cenâb-ı Hak buyurur:
“…Kitabı kullarımız arasında seçtiklerimize verdik. Onlardan kimisi kendisine zulmeder. Kimisi ortadadır. Kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte (Kur’ân’a vâris olanlar için) büyük fazîlet budur.”(Fâtır, 32)
Hayırda yarışma fazîletini bırakıp da Kur’ân’a vâris olduğu hâlde nefsine zulmetmek demek; Kur’ân’a bîgâne ve uzak yaşamak, yaşayışında Kur’ân’ın emir ve yasaklarına riâyet etmemek demektir.
Vâris olduğu hâlde kişinin bu güzel hâlinin boşa çıkması ne kadar kötü bir hüsrandır.
Gerçekten de;
İnsanın kendi kendisine yapabileceği en büyük kötülüklerden biri; yaptığı iyilikleri boşa çıkarmak, işlediği sâlih amellerin iptaline sebebiyet vermektir.
Hakkıyla edâ edilmiş üç aylar, Ramazân-ı şerif, hac ve umre gibi ibâdet mevsimlerinde müttakî mü’minler; sâlih amellere riâyet ve bu mübârek zaman dilimlerinin hakkını vermek için îtinâ ve ihtimam gösterirler. Aynı ihtimam, hattâ daha fazlası; o sâlih amellerin Cenâb-ı Hak tarafından kabul edilmesi ve iptal edilmemesi için gösterilmelidir. Bu ihtimam, sadece mübârek zamanlarda değil, ömür boyu takvâ üzere yaşamak demektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
اِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللّٰهُ مِنَ الْمُتَّقٖ۪ينَ
“Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.”(el-Mâide, 27)
Cenâb-ı Hak, sâlih amelleri mâsiyetle yani günahla yok eden kimse gibi olmamamızı bir teşbih ile şu şekilde bildirmektedir:
“…İpliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (kadın) gibi olmayın…” (en-Nahl, 92)
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da der ki:
“Yaptığınız sâlih amellere gösterdiğiniz ehemmiyetten daha fazlasını onun kabulüne ve korunmasına gösteriniz.”
Bu ihtimâmın en güzel takibi şu hakikati idrâk ile mümkündür:
Bir amelin kabulünün işareti, onu bir başka güzel amelin takip etmesidir. Bir amelin kabul edilmediğinin işareti de, onu bir mâsiyetin yani yanlış işlerin takip etmesidir.
Hazret-i Mevlânâ, sâlih amelleri kazanıp, sonra muhafazasında kusur ile, mâsiyet ve kullukta sû-i edep göstererek onları kaybetmenin âfetini şu temsil ile anlatır:
“Biz, şu dünya anbarında buğday topluyoruz. Fakat topladığımız buğdayları kaybediyoruz. Bir gün aklımızı başımıza alıp da, buğdayın böyle azalmasının, kaybolmasının, anbara giren fareden ve onun hilesinden ileri geldiğini anlayamıyoruz. Fare; anbarımızı delmiş, anbarımız onun hilesinden harâb olmuştur.
Ey Hak tâlibi can; önce anbara giren fareden kurtulma çaresini ara, ondan sonra buğday toplamaya çalış!”
Selef-i sâlihînin Ramazân-ı şeriften sonra altı ay, Ramazan’daki ibâdetlerinin kabulü için; müteakip altı ayda da, yeniden mübârek Ramazân’a kavuşmak için duâ etmeleri, sâlih amellerin kabulüne ve muhafazasına teksif olmanın ne güzel bir tatbikatıdır.
Cenâb-ı Hak; bizleri sâlih amellerini, hayırlı tâatlerle inkıtâ vermeksizin devam ettiren, nûr üstüne nûra boyanan sâlih kullarından eylesin.
Rabbimiz; sevdiği îman, ihlâs, takvâ hasletlerini bizim kalplerimize de sevdirsin. Buğzettiği; haddi aşmak, fesat, mâsiyet ve zulüm gibi şenaatlerin nefretini, bizim kalplerimize de versin.
Âmîn!..