Ebedî Fecre
Yıl: 2014 Ay: Mart Sayı: 109
İSTÎDATLI ÜMMET
Biz âhirzaman ümmeti, Cenâb-ı Hakk’ın en büyük nimetlerinden birine erişmiş ve Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet olmuşuz. Rabbimiz âyet-i kerîmede, bizleri teçhiz ettiği husûsiyetleri ve bizden arzu ettiği kulluk keyfiyetini şöyle beyan buyurur:
وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهٖ۪يدًا…
“Böylece sizin insanlığa şahitler olmanız (yani İslâm’ı temsil etmeniz), Rasûl’ün de size şahit olması için sizi mûtedil (istîdatlı, vasat) bir ümmet kıldık…” (el-Bakara, 143)
İnsanlığa Hakk’ın şahidi olacak vasıfta bir şahsiyet ve ahlâk, bu kıvamda bir ibâdet, muâmelât, içtimâî hayat… Ayrıca bizlere şahit tutulacak olan Hazret-i Peygamber’in hoşnutluğunu, memnuniyetini kazanabilecek, o gül sîmâyı tebessüm ettirecek bir zarâfet kıvâmında bir hayat…
Âdetâ Cenâb-ı Hak, son olarak gönderdiği en büyük insan terbiyecisinin, en zirve ve en üstün muallimin öğrencileri olarak, bizlerden; sergileyeceğimiz örnek davranışlarla, gelmiş geçmiş bütün talebelere nümûne olmamızı ve müstesnâ muallimimizi mahcup etmememizi arzu ediyor. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân, 31)
Vazifelerimiz tek taraflı değil. Hem zâhirde, hem bâtında… Hem ferdî ve kalbî hayatımızın derinliklerinde; hem de içtimâî, iktisâdî hayatın bütün safhalarında… Hayatın bir tarafındaki vazifeyi yapmak, asla diğer tarafı ihmâle sebep teşkil edemez. Hepsi bir bütün olarak lüzumlu ve her birinin hesabı var.
Asr-ı saâdetten bir misal olarak Tebük Seferi’ni tefekkür edelim.
BİR CEPHEDEN DİĞERİNE
Yıllarca nice eziyetler, meşakkatli seferler ve savaşlar yaşamış olan sahâbe; bir imtihana daha tâbî tutuldu. Kavurucu sıcakta, hasat zamanında, devrin en güçlü ülkesine karşı savaşmak üzere, yüzlerce kilometre yol kat etmek…
Onlar bu imtihanı da geçtiler. «Zorluk Seferi» adı verilen bu meşakkatli yolculukta derileri kemiklerine yapıştı.
Demek ki; fiilî, bedenî, zâhirî gayretlerde her şeyi ortaya koymak şart. Zorluklara göğüs germek, menfaatlerden vazgeçebilmek zarûrî… Sahâbî bu büyük dersi almış olarak, cihad ve tebliğ yolunda büyük bir vazifeyi edâ etmiş olarak, Tebük’ten Medine’ye dönüyordu. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“–Şimdi küçük cihaddan, büyük cihâda dönüyoruz.”
Ashâb-ı kiram hayrete düşüp sordu:
“–Bundan daha büyük cihâd olur mu, yâ Rasûlâllah”
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle îzah etti:
“–Evet! Şimdi küçük cihaddan en büyük cihâda; nefs ile mücâhedeye dönüyoruz!”(Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 73)
Demek oluyordu ki; zâhirde, içtimâî hayattaki en büyük gayretlerden de büyük ve mühim bir cenk de iç dünyada yaşanmaktaydı. Nefs mücâhedesi.
Nefs mücâhedesi nedir?
Cenâb-ı Hakk’ın kuluyla dostluğunu temin edebilmek. İç dünyada âyet-i kerîmelerde; وَيُزَكّ۪ٖيهِمْ“(Peygamber Allâh’ın izniyle) onları tezkiye ve terbiye eder, iç dünyalarını arındırır.” şeklinde ifade edilen gönül sâfiyetini, kalb-i selîm kıvâmını, kalb-i selîmi tahsil ederek, Cenâb-ı Hak ile dostluktan nasîb almak. Kalbin huzurunu, itmi’nânını tahsil edebilmek.
Kalbin itmi’nânı, sonsuz bir terakkî sahasıdır. Âyet-i kerîmede anlatılan şu hâdise, Hazret-i İbrahim’in kalbini mutmain hâle getirme gayretindeki derinliği aksettirir:
HALÎLULLAH OLMUŞ BİR KALBİN TATMİNİ
وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّ اَرِن۪ى كَيْفَ تُحْىِ الْمَوْتٰىقَالَ اَوَلَمْ تُؤْمِنْ قَالَ بَلٰى وَلٰكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْب۪ى
قَالَ فَخُذْ اَرْبَعَةً مِنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ اِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلٰى كُلِّ جَبَلٍ مِنْهُنَّ جُزْءًا
ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَاْت۪ينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
“İbrahim bir zaman;
«–Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!» demişti.
Rabbi ise;
«–Yoksa inanmıyor musun?» buyurdu.
İbrahim;
«–Elbette inanıyorum, fakat kalbim iyice kanaat getirip yatışsın diye bunu istiyorum.» dedi.
Bunun üzerine Allah şöyle buyurdu:
«Öyleyse dört kuş yakala, onları kendine meylettir, alıştır, iyice tanı; sonra onları kesip âdetâ hamur hâline getirerek her bir dağın tepesine ondan bir parça bırak. Sonra onları çağır, bak nasıl koşarak sana gelecekler. Şunu iyi bil ki, Allah; kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.»”(el-Bakara, 260)
Hazret-i İbrahim, halîlullah derecesine vâsıl olmuştu. Canıyla, malıyla, evlâdıyla, kavminin hidâyeti için gayretiyle, hicretiyle, teslîmiyetiyle türlü imtihanlardan geçmiş, kalbini selâmete eriştirmiş ve Hakk’ın dostluğuna vâsıl olmuştu. Ancak nihayetsiz, sonsuz terakkî sahasında mârifetullah derecesini yükseltmek ve Hakk’ın halîli olup olmadığı husûsunda kalbini tatmin etmek için, Cenâb-ı Hakk’a bu suâli tevcih etti.
O, Cenâb-ı Hakk’ın مُحْي۪ى ve مُع۪يدْ «Dirilten» ve «Yeniden Yaratan» esmâsına îmân ediyordu. İlm-i yakîn ile Cenâb-ı Hakk’ın bu sıfatlarını tanıyordu. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın lutfetmesiyle bu tecellîleri bizzat görmek ve ayne’l-yakîn derecesine ulaşmak istedi.
Hazret-i İbrahim âdetâ;
“Yâ Rabbî! Dostluk makamında olup olmadığım hakkında kalbimin mutmain olması için bu müşâhedeyi arzu ettim. Yâ Rabbî! Sen’in indinde husûsî bir makamda, hullet (dostluk) derecesinde miyim?” demekteydi.
Cenâb-ı Hak ise; «halîl»ine bu sıfatları, hakka’l-yakîn derecesinde bizzat yaşattı. Âyetteki üslûba dikkat edilirse, Hazret-i İbrahim’in talebi;
«Allâh’ın nasıl dirilttiğini görmek» iken, cevap;
“–Bak çağırdığımda nasıl gelecekler.” şeklinde değil;
“–Sen çağır, sana nasıl gelecekler.” ifadeleriyle gelmiştir. Hazret-i İbrahim, kalbî itmi’nan ve halîlullah vasfında o dereceye ermiştir ki, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsında hakka’l-yakîn tecellîlere mazhar olmuştur.
Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri der ki:
“Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- «halîlullah» yani Allâh’ın dostu idi. Dostluğun kemâli için, iki dost arasında müşterek vasıfların artması lâzımdır. O’nda celâl sıfatları mahfuz olmalı, bundan kula bir sirâyet olmamalıdır. Bu sıfatlar setir hâlinde bulunmalıdır. Fakat bu sıfatların derinliğinden de Hak dostu istifâde etmelidir. (Rahmet, lütuf, af, hilm, re’fet, setr gibi) cemal sıfatları ise faal hâlde olmalıdır. Burada Cenâb-ı Hak, dostu İbrahim -aleyhisselâm- elinde «muhyî: Ölüleri diriltici» vasfını tecellî ettirerek onu «ilme’l-yakîn» makamından evvelâ «ayne’l-yakîn», sonra da «hakka’l-yakîn» makamına ulaştırmıştır. Bu şekilde esmâ-yı ilâhiyeye ait ilmi tekâmül etmiştir. İlâhî azamet, kudret akışları ve ilâhî sanat nakışları karşısında İbrahim -aleyhisselâm-’a ayrı bir derinlik lutfedilmiştir. Bu derinlik sayesinde, hakikî zikre erişip Cenâb-ı Hak ile kalben beraberliği elde etmiştir. Allâh’ın her an kendisiyle beraber olduğunu hiç unutmayacak bir intibah ve teyakkuz hâline yükselmiştir. Allâh’ı kendisine şahdamarından daha yakın hissederek, içinden geçen düşünceleri bile zapt u rapt altına almış; Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmayacağı en küçük bir düşünceyi bile kalbinden geçirmeyecek bir takvâ hâlini tahakkuk ettirmiştir. Böylece nefs-i mutmainne yani gerçek mânâda Cenâb-ı Hak ile itmi’nâna ermiş bir nefis hâline gelerek; mal, can, evlât ve herşeyini tam bir ihlâsla Allah yolunda fedâ edecek rûhî bir kıvâma ulaşmıştır. Bu fedâkârlık da kâfî gelmeyerek, hayatın bütün med-cezirleri karşısında her türlü sarsıntılardan kendini muhafaza edip devamlı rızâ hâlinde bulunmuştur. Bu makamda râdıyye ve merdıyye hâlleri tecellî etmiştir.”
Demek ki, gönül dünyamızda sonsuz bir itmi’nan açlığı vardır. Cenâb-ı Hak bizden de itmi’nâna ermiş kalpler ve nefsler istiyor. Âyet-i kerîmede buyurulur:
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.”(er-Ra‘d, 28)
Cenâb-ı Hak ile dostluk bir fânî ile dostluk gibi değildir. Cenâb-ı Hak ile dostluk, O’nun ahlâkıyla ahlâklanma gayretidir.
İtmi’nan; tatmin olmak, çalkantılardan kurtulmak, huzura erişmektir. Samimî bir kulluk için, hakikî fedâkârlıklar için bu huzur kıvâmına erişmek zarûrîdir.
Kalpleri huzura kavuşturan; zikir, kelime-i tevhid, Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerini zikretmektir! Kur’ân-ı Kerîm’in hakkını vererek ve anlayarak tilâvet etmektir.
Bu;
Allâh’ı hatırlatan ve O’nun birliğini gösteren deliller üzerinde tefekkür etmekle gerçekleşir. Böylece O’nun sonsuz kudret ve azametini idrâk etmekle kalpler huzur bulur.
İnsan, kalbiyle; «Allah!» deyince O’nun sonsuz kudret ve azametini tefekkür edince düşünceler, hareket alanının son noktasına erişmiş, boş mantıklar (aklî hesaplar) durmuş, bütün duygular, bütün korkular ve ümitler, rûhânî hâle gelerek son merhalesine ulaşmış olur. Kalbin başka yöne doğru hareketine imkân ve ihtimal kalmaz.
Buna bir misal olarak; Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de Firavun’un sihirbazlarını bildirir. Onlar, Hazret-i Musa ile münazara hâlindeyken; onun gösterdiği mûcize karşısında ânî bir tekâmül ile hidâyete, kalbî itmi’nâna erer ve ona îmân ederler. Bu yaptıklarının, o âna kadar patronları ve hükümdarları olan Firavun’u kızdıracağını gayet iyi bilmektedirler. Fakat eriştikleri yakîn içinde, bunun hesabına ve tereddüdüne düşmezler. Nitekim; Firavun, onları çarmıhlara gerdirip kol ve bacaklarını çapraz kestirerek, işkenceler içinde öldürme tâlimâtını verdiğinde dahî, onlar eriştikleri itmi’nan hâlini, o vâsıl oldukları îmanda kemal hâlini muhafazadan başka bir şey düşünmemiş ve;
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِم۪ينَ
“Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman olarak canımızı al!”(el-A‘râf, 126) diye duâ etmişlerdi.
Yani son nefeslerini îmanla vermenin korku ve heyecanından başka hiçbir şey hatırlarına gelmemiştir; hattâ Firavun’a bedduâ etmek bile… bu hâle gelenler için âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak buyurur:
“Biz o mü’minlerin göğüslerinde diğer insanlara karşı kin, haset, sû-i zan nâmına ne varsa hepsini söküp atarız. (Girecekleri cennette) altlarından da ırmaklar akar. Onlar:
«Bizi bu hidâyete eriştiren Allâh’a hamd olsun. Eğer bize doğru yolu göstermeseydi, biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık. Demek Rabbimiz’in peygamberleri bize gerçeği getirmiş.» derler.
Onlara şöyle seslenilir:
«Dünyada yaptığınız iyi amellere karşılık mîrasçı olduğunuz muhteşem cennet işte budur!»” (el-A‘râf, 43)
Bu âyete güzel bir misal:
Habîb-i Neccar, kavmi tarafından şehid edildiğinde hâlinden şikâyet etmedi. Kavmine bedduâ etmedi. Aksine;
«Keşke kavmim, Rabbimin bana nasıl sonsuz ikramlarda bulunduğunu bilselerdi de onlar da hidâyet nimetinden mahrum kalmasalardı. Onlar da Allah yolunda seve seve vermeye can atsalardı.» dedi.
Cenâb-ı Hakk’ın bizzat râzı ve hoşnut olduğu bir nefs olan merdıyyede (مَرْضِيَّةً) kötü huylar yok olmuş, güzel huylar ve ahlâkî meziyetler inkişâf etmiştir. Öyle ki, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara sevgi, şefkat, merhamet, cömertlik, affedicilik, hassâsiyet onda bir lezzet hâlindedir. Bu mertebedeki bir mü’min, nefsini en güzel şekilde muhasebe ve murâkabe eder. Her nefeste varlık ve benlik keyfiyetlerini gözeterek şeytânî hilelere karşı gaflette bulunmaktan sakınır. Dâimâ ilâhî azamet karşısında bir hiçlik hâlindedir. Zira İbrahim -aleyhisselâm-, zirve bir peygamber ve Hak dostu halil, dâimâ bir kıyâmet endişesi içinde;
“Yâ Rabbî insanları dirilteceğin gün beni mahcup etme!” diyordu.
Ashâb-ı uhdud da; eriştikleri îmandaki yakîn, kalbî huzur ve itmi’nan hâlini, bu hâlin kemâlini yitirmemek için ateş çukurlarına atılmaya râzı oldu.
İlk Îsevîler, Roma’da sirkte aslanların ve kaplanların dişleri arasında îmanlarını korumanın mücadelesi içinde oldular.
İlk müslümanlar olan muhâcirler de aynı hâlin tecellîsiyle her türlü cefâya katlanmakta, her türlü fedâkârlığı sergilemekteydi.
Câbir -radıyallâhu anh-’ın babası Abdullah -radıyallâhu anh-, Uhud’a giderken şehâdet şerbetini içmek üzere düğüne gider gibi gitmiştir. Hattâ oğluna;
“–Oğlum, senin de savaşa katılıp şehid olmanı çok arzu ederdim. Fakat geride himâyeye muhtaç kızkardeşlerin var. Müsaade et, ben şehid olayım, sen de onları himâye et!” demiştir.
Îmânın heyecanı ve kalbinin itmi’nânı, insanı işte böyle Allah için seve seve mal ve canı infâk etmeye sevk etmektedir.
Nitekim Sa‘d bin Heyseme ile babası Bedir günü kimin gazveye gideceği husûsunda kur’a çektiler. Kur’a Sa‘d’a çıktı. Babası;
“–Yavrucuğum, bugün îsarda bulun. Beni kendine tercih et de, senin yerine gazveye ben gideyim.” dedi.
Sa‘d -radıyallâhu anh-;
“–Babacığım bunun sonunda cennetten başka bir şey olsaydı, dediğini yapardım.” dedi.
Nihayet Sa‘d -radıyallâhu anh- Bedir’e çıktı ve orada şehid oldu. Babası Heyseme -radıyallâhu anh- da Uhud günü şehid oldu.
Onları ihsân ile takip eden «evliyâullâh»ın da benzeri hâllerine misaller çoktur. Kalbî itmi’nânı aramak, niyet ve samimiyetini muhasebe etmek onların düstûru idi.
Meselâ İmâm-ı Gazâlî -rahmetullâhi aleyh-, 300 talebesinin muallimiydi. O da, kendini vicdan muhasebesine tâbî tuttu:
«Acaba ben Hak rızâsında mıyım, yoksa şöhret arzusunda mı?»
Malını infâk etti. Bir müddet uzlete çekildi;
“–Rasûlullâh’ın rûhâniyeti yetişti, huzur buldum ve kurtuldum.” dedi.
Hüdâyî Hazretleri de, kādı’l-kudât (hâkimlerin en yükseği) olduğu hâlde şöhretinin kendinde oluşturabileceği kibir ve varlık sebebiyle korktu, endişe etti. İçindeki menfî hisleri tezkiye için Bursa sokaklarında ciğer satmaya başladı. Bu zorlu rûhî hamlelerinden sonra büyük tecellîlere mazhar oldu. Cihana yön veren cihan sultanlarına ve ümmete yön vererek nümûne-i imtisâl oldu.
Cefâlara katlanmak ve mahlûkāta merhamette de rızâ ve huzur hâlindeydiler:
Hallâc-ı Mansur, kendisini taşlayanlar için;
“–Yâ Rabbî! Benden evvel onları affet! Çünkü onlar, Sen’in rızan için beni taşlıyorlar. Zira benden tecellî eden hâlleri bilmiyorlar. Bilselerdi, taşlamazlardı. Beni taşlamakta mâzurdurlar. Onun için benden evvel onları affet!” diye duâ etmiştir.
İbrahim bin Edhem Hazretleri ise, kendisinde bu itmi’nandan gelen lezzet hâlini şöyle ifade eder:
“–Krallar ve güç sahipleri bizdeki olan lezzeti müşahhas bir şey zannetseler ve bilseler, güçlerini kullanarak bizden bu lezzeti almak isterler.”
İşte bu kıvâma erişenlere şu hitâb-ı ilâhî erişecektir:
“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27)
Kalb-i selîme ulaşmak, kalpte itmi’nan derecesine vâsıl olmak, sadece ferdî ve iç dünyada yaşanan mücâhede ile hâsıl olmaz. Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarından hisse almanın elzem yolu, kulun bütün gayretini Allâh’ın kullarını hoşnut etmeye sarf etmesidir. Hâlık’ın bakışıyla mahlûkāta bakış tarzını kazanmasıdır. Ana-babasını, ailesini, komşusunu, akrabasını, din kardeşini, hattâ bütün insanlığı ve hattâ bütün mahlûkātı şefkat ve merhamet kanatları altına almasıdır.
Cenâb-ı Hak, kulundan ancak bu şekilde râzı olur.
Ashâb-ı kiram; ensar-muhâcir kardeşliğiyle, infak yarışıyla, Hakk’ın kelâmını dünyanın her tarafına ulaştırma azmi ve heyecanıyla yaşayarak Hakk’ın rızâsına ve Hazret-i Peygamber’in hoşnutluğuna erişti.
Kalplerini hamd, şükür ve zikir ile, istiğfâr ile itmi’nâna eriştiren kâmil mü’minler çoğaldıkça ve ruhlarından rahmet taşırdıkça; toplum da huzur ve saâdete kavuşacaktır.
Yâ Rabbî! Kalplerimize duyuş ve ürperişler nasîb eyle. Bizlere muhabbet ve mârifetinle sonsuz itmi’nan yolculuğundan hisseler bahşeyle.
Yâ Rabbî! Ümmet-i Muhammed’e yardım eyle, merhamet eyle, ümmet-i Muhammed’i affet, bağışla, ıslâh eyle. Bizleri sonsuz huzurundan nasiplendir yâ Rabbe’l-âlemîn.
Âmîn!..