Sır ve Hikmet Deryasında; HAMDIM, PİŞTİM, YANDIM!

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2012 Ay: Eylül Sayı: 91

Hazret-i Mevlânâ eğitim vadisinde henüz otuz küsur yaşlarında iken zâhirî bilginin zirvesine yaklaşır. Alacağı mesafe neredeyse kalmamış gibidir. Tam o sıralarda karşısına sır dolu esrarengiz bir derviş çıkar:

Şems-i Tebrizî.

Elini öpüp kaybolur.

Daha sonra tekrar gelir ve öyle bir sual sorar ki, kitapların satırları cevaptan habersizdir. Sorulan şey, sualden ziyade Hazret-i Mevlânâ’nın bilgi katrelerinin ardındaki deryâyı alevlendirecek bir aşk kıvılcımıdır.

Baştan;

“–Bu ne biçim sual?” diyen Hazret-i Mevlânâ, o aşk kıvılcımıyla tutuşup yanmaya başlayınca bilgi katrelerinin ardındaki deryânın yolunu kesen engeller kül olur.

Bir bakıma;

Şems’in âdetâ îzah şeklinde sorduğu sual, Hazret-i Mevlânâ’yı sırf aklın aydınlattığı zâhir ilmin hududuna getirip dayar. O hudutta kalarak suâle cevap vermek mümkün değildir. Şems, hâl silâhıyla O’nu bu noktadan ileriye iter. İlerisi uçsuz bucaksız bir «ledün âlemi»dir.

Böylece Şems; muhatabını, onda mevcut olduğu hâlde habersiz bulunduğu mânevî bir iklimin ufkuna doğru şimşek süratiyle bir keşif seyahatine çıkarmış olur!

Bu ânî gelişmenin tesiri ile Hazret-i Mevlânâ; sanki daha evvel ezberlemiş bulunduğu zâhirî ilmin mütalâalarından birini dile getiriyormuşçasına kolaylıkla cevap verir.

O esnada acaba nasıl bir tecellî yaşandı ki Hazret-i Mevlânâ bir zerrenin içinde uçsuz bucaksız bir deryâ oldu.

Acaba bu sır dolu tecellîde;

ŞEMS, MEVLÂNÂ’YA NE VERDİ?

Her şeyden önce;

Şems; Celâleddîn-i Rûmî’ye kendi özünü, iç dünyasında sahip olduğu mânevî istîdatlarını ve hakikatlerini fark ettirerek derûnundaki nefsâniyet zincirlerini kopardı. Çünkü Mevlânâ uçmaya hazır bir kartaldı. Şems, onun ayağındaki bu bağları çözdü. Ona gönül penceresinden öteleri gösterdi.

Bundan sonra Hazret-i Mevlânâ, ışık etrafındaki pervâneler gibi Şems’teki tecellînin câzibesine kapılarak yanmaya başladı.

Nasıl ki müslümanların îman güneşi, Hazret-i Ömer’in İslâm’ı kabulüyle kuvvet bulmuşsa; Şems-i Tebrizî Hazretleri’nin de mânevî memuriyeti Hazret-i Mevlânâ ile kemâle erdi. O âna kadar kimsenin cihan şeyhi olduğunu bilmediği Hazret-i Şems de, Hazret-i Mevlânâ’nın muhabbet ışığı ile aydınlandı; dillere destan oldu. Bu iki büyük mürşidin birbirlerine olan muhabbet ve ihtiramları ise, gerçek bir mürid ile mürşidi arasındaki hâli ne güzel yansıtmaktadır.

Hazret-i Şems’in Hazret-i Mevlânâ’ya verdiği en sırlı hediye ise, mahrûmiyyet, hasret ve muhabbet yangınından başka bir şey değildi.

Bu hediyeyi Mevlânâ’ya kazandırdıktan sonra Şems; vazifesinin bittiğine kanaat getirdi ve ona ilâhî tecellîler ile dolu ebediyyet ufuklarında yanması için bambaşka bir kanat taktı…

Böylece onu vuslatın zorlu merhalesinden büyük bir firkate düşürerek hasretin bereketli ikliminde ebediyyet seyyahı eyledi.

Böylece;

Celâleddîn-i Rûmî, Şems ile buluştuktan sonra ortaya asıl Mevlânâ çıktı. O, Şems ile görüşmesinden evvel bir âlimdi; sonra âlim bir âşık ve bağrı yanık bir ârif oldu.

Dedi ki:

“Aşk gibi bir muallim yoktur!..”

Böylesi muallim gibi bir aşka nâil olduktan sonra Hazret-i Mevlânâ’nın kalbi, hikmet ve mâneviyat incileriyle dolup taştı. Sırlar hazinesine dönüştü.

Mâneviyat cömerdi Hazret-i Mevlânâ da, derhâl onları kelâmın altın gibi mûtenâ ve rakîk ifadelerinde muhtaçlarına bol bol ikram ve tevzî etmeye başladı. İkrâm ettikçe o hazine daha da çoğaldı. Çoğaldıkça ikrâmını artırdı.

Artık kuru bilginin dar kalıplarından kurtulmuş, sonsuzluk ilmi olan mârifetullah deryâsının sahilinde hiç sönmeden yanan bir âteş-i aşk ile tutuşmuş ve böylece ışık etrafında dönerek kanatlarını yakan pervâneler gibi kendini ilâhî sevdaya râm etmiştir. Artık gönlüne ötelerin vuslat bahçesinden bir pencere açılmış ve orada ilâhî kudret, azamet tecellîleri, kudret akışları ve ibret nakışları ayân olmuştur. Artık sonsuzluktaki sır ve hikmet âleminden ilâhî şebnemlere ve ebedî feyizlere mazhardır.

Bu arada kat ettiği bütün ilim ve irfan safhalarını;

“Hamdım, piştim, yandım!..” şeklinde özetleyerek her şeyi bildiğini zanneden bir kütüphâne güvesi olmaktan çıkmış; bütün bildiklerinin nokta kadar bile olmadığı sonsuz bir aşk kitabının nûrunda kanatlarını yakan bir pervâne olmuştur.

O yanık pervânenin artık herkese tembihi de, yanmaktır.

Der ki:

YAN Kİ, BOZULMAKTAN KURTUL!

“Hiçbir ayna, tekrar demir olmadı. Hiçbir ekmek dönüp de yeniden buğday olmadı. Hiçbir üzüm tekrar koruk hâline dönmedi. Piş ve olgunlaş, yani iyice yan ki, bozulmaktan kurtul!”

Çünkü bir bakıma Hazret-i Mevlânâ, sahip olduğu ilmi de kalbi de aklı da ancak bu şekilde nefsâniyet uçurumundan kurtarmıştır. Zira yanarak olgunlaşmak, bozulma ihtimalini iyice azaltır.

Yanmayan her şey hamdır. Hiç güneş görmemiş karpuz gibi tatsız, renksiz ve vitaminsizdir. Akıl da öyledir, gönül de. Bilgi de öyledir mârifet de. Demir bile yanmadan hamdır ve hiçbir şekle girmez.

Bu bakımdan;

Mevlânâ Hazretleri, zâhirî kitap okuma devrine «hamdım»; kâinat kitabının esrârını okuma devrine «piştim»; ilâhî esrârın yakıcılığından kavrulma devresine de «yandım» ifadelerini kullanarak geçirdiği mânevî merhaleleri ifadelendirmiştir.

Çünkü o, kâinat kitabında satırlarda olmayan ve kelâma sığmayan aşk sırlarını okuyup yandıkça dile geldi ve dedi ki:

HER ŞEY BANA YANMAYI ÖĞRETTİ

“Aşk uğrunda pervâne, ateşe atıldı. Alevler içinde kanat çırpıyor, yanıp yakılıyordu da hâl lisânıyla: «Sen de böyle ol!» diyordu.”

“Yağı konmuş, fitili tutuşturulmuş kandil; kırık boynu ile hem yanıyor, hem de yavaş yavaş, yumuşak yumuşak; «Sen de böyle ol!» diyordu.”

Mum, hem yanıyor hem de ağlıyordu. Kendini ateşe, ıstıraba vermişti. Fakat gözyaşlarını dökerken etrafa ışık saçıyordu. Bana da; «Benim gibi ol! Sen de nefsinden sıyrılarak böyle yan; böyle eri!» demekte idi. Yine o mum; «Bu dünyada kazanç elde etmek, yararlanmak için; altınlar, gümüşler saçsan, bunlar sana ne fayda sağlar? Mânevî kâr elde etmek istiyorsan, benim gibi Hak’ta yanmaya, aşkta erimeye bak!» diyordu.”

Deryâ, eteğini incilerle doldurmuş, başköşeye çekilmiş, kurulmuş; içindeki incileri belli etmemek için kendisini acı göstermeye kalkışıyor ve bana; «Gösterişten kaçın; cevherini içinde gizleyerek sen de benim gibi ol!» demek istiyordu.”

“Bahçede bulunan gül; yanağını kirlerden arındırmış, gömleğini yırtmış ve goncasını açmış tebessüm ediyor. Dikenlerin verdiği acılara, kederlere sabrediyor. Âdetâ; «Ey insanoğlu, sen de benim gibi ol! Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim? Neden kendimi kedere salayım? Ben ki gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesilesi ile âleme güzellikler ve hoş kokular takdim etme imkânına kavuştum. Dikenle hoş geçinmek, bana, daha neler neler kazandırdı…» diyordu.”

Büyük Hak dostu Es‘ad Erbilî Hazretleri de bu minvalde aynı olgunluğu şöyle ifadelendirir:

“Aşk gülistanının yolundaki dikenden korkulmaz! Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım.”(Dîvân-ı Es‘ad, s. 94)

“Dervişlik bostanında ıstıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam, rüyamda gülü görürüm.”(Dîvân-ı Es‘ad, s. 96)

Sözlerine devamla Hazret-i Mevlânâ, kulağına fısıldanan ilâhî sırları şöyle terennüm eder:

“Hazret-i Âdem, tam kırk yıl tevbe ile yalvarıp yakardı. Günahının bağışlanması için yas tutup ağladı. Evde çocuklarına; «Siz de benim gibi olun!» diyordu.”

“Sus! Sabret! Şu dağdaki kayaya bak da ibret al! O bile hiçbir şey söylemiyor, öylece susmakta, fakat sessiz ve için için ağlamakta. Âdetâ o da: «Ey insanoğlu, sus; benim gibi ağla!» demek istemekte.”

Âdetâ;

“… Taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, yarılır da ondan su fışkırır.”(el-Bakara, 74)âyetinden sırlar fısıldamakta.

“O hâlde ey basîret sahibi akıllı kişi! Kâinattaki aşk dersini güzelce oku da sen de yan! Eri! Bağrını yırt! Gafletin için yas tutup ağla! Ya da dağlardaki kayalar gibi sessizliğe gömülerek gözyaşlarını içine akıt!..”

Bu kâinâtın sayısız varlığının sayısız lisânından Hazret-i Mevlânâ daha nice sözler işitti. İşittikçe Şems-i mârifetle yandı. Ârif pervâne gibi yandıkça kendini sevda alevlerinin içine attı:

ÖMÜR BOYU YANARAK ÇIRPINDI

Bir çekiç sesi bile onun kalbini yaktı, kül etti. «Allah!» diyerek çırpınmaya başladı. Şems-i mârifetle / Şems’in tutuşturduğu mârifet güneşiyle kendisi nasıl kavrulup yandıysa, aynı şekilde başkalarının da yanması için çırpındı. Bir gönül bulabilmek için çırpındı.

Hazret-i Mevlânâ meşrebinde olan Ferîdüddîn Attâr Hazretleri de, tıpkı onun gibi kendisini anlayacak ve sırrını taşıyabilecek bir dost bulamamanın sıkıntısı içinde yaşamıştı. Şu sözleri ile âdetâ hem kendisinin hem de Hazret-i Mevlânâ’nın hâline tercüman olmaktadır:

“Ben bir kuş idim ki, sırlar âleminden uçup geldim. Tâ ki aşağıdan yukarı bir av alıp götüreyim (yani sırrımdan anlayan bir dost bulayım). Lâkin o sırlara mahrem olacak kimseyi bulamadım. Çaresiz, geldiğim kapıdan çıktım ve gittim.”

Onların gelişleri de gidişleri de hep çırpınış oldu.

Bilhassa Hazret-i Mevlânâ;

Ney misâli nice sırları ve hikmetleri anlata anlata, yanık yanık çırpındı. Ezel beraberliğini ebed vuslatına dönüştürebilmek için her nefes çırpındı, çırpındı, çırpındı.

O çırpınışlar karşısında gözleri kamaşıp onun ardına düşenlerden biri olan Muhammed İkbal, onda gördüğü çırpınışların sırrını güve ile pervâneyi konuşturarak şöyle ifade etti:

“Bir gece kütüphânemde bir güvenin pervâneye (ışık etrafında dönen kelebeğe) şöyle dediğini duydum:

«–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen satırları ve o satırlardaki bütün harflerin arasında yattım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…»

Yarı yanmış pervânenin şu güzel ve ince cevabını hiçbir kitapta bulamazsın. Dedi ki:

«–Çırpınıştır hayatı daha canlı yapan; yanış ve çırpınıştır hayatı kanatlandıran!..»

Bu çırpınışın en güzel örneğini ömrü boyunca şahsında sergileyen Hazret-i Mevlânâ, bu hakikatten uzak yaşayan ilim sahipleri hakkında şöyle dedi:

MAHVOLAN ÖMÜR

“Çok âlim vardır ki, irfandan nasibi yoktur. İlim hâfızı olmuştur da, Allâh’ın habîbi olamamıştır.”

Olamayınca da onlar, insanın ebedî saâdeti için lüzumlu olan mârifetullah ilmini elde etmenin ehemmiyetini bile idrâk edememişler ve sonsuz irfan hazineleri karşısında zavallı bir müflis olarak kalmışlardır.

Bunların hazin âkıbeti, Hazret-i Mevlânâ’nın ifadelerinde çok mânidar sergilenir:

Bir nahiv (dilbilgisi) âlimi gemiye binmişti. Sefer esnâsında ilmine mağrur bir şekilde gemici ile sohbete koyuldu. Gemiciye zaman zaman muhtelif sualler sordu ve muhatabından «bilmem» cevabını alınca da ona karşı ilmiyle iftihâr etmek üzere:

“–Yazık! Cehâletin sebebiyle ömrünün yarısını hebâ ve ziyân etmişsin.” diyerek onunla istihzâ etti.

Temiz kalpli gemicinin, bu küçük düşürücü davranışa gönlü kırıldı ise de, olgunluk gösterip nahivciye cevap vermedi, sustu. Derken şiddetli bir fırtına çıktı ve gemiyi müthiş bir girdabın içine sürükledi. Herkesi büyük bir telâşın kapladığı o hengâmede gemici, nahivciye döndü ve;

“–Ey üstad, yüzme bilir misin?” diye sordu.

Nahivci, solmuş-sararmış bir vaziyette titrek bir sesle kekeleyerek;

“–Hayır bilmem!..” dedi.

Bunun üzerine gemici, mahzun bir edâ ile şu mukabelede bulundu:

“–Nahiv bilmediğim için benim yarı ömrüm mahvolmuştu, öyleyse şimdi senin bütün ömrün mahvoldu. Zira gemimizin bu girdaptan kurtulma imkânı yoktur. Ey nahivci! Bu deryâda nahivden ziyade yüzme ilminin daha faydalı ve zarûrî olduğunu bilmiyor muydun?..”

Burada nahiv ilmi, sadece dünyevî ve zâhirî ilimlerdir.

Asıl faydalı ilim ise, ihtiyaca cevap veren ilimdir. Beşerin en büyük ihtiyacı da, bedenle birlikte rûhun da ebedî saâdetini temin etmektir. Bu da, Allah rızâsını kazanmaya bağlıdır. Allâh’ın rızâsı ise, kâmil îmanla birlikte sâlih amellerle elde edilebilir.

Yani;

Bu fânî vücut gemisi ölüm girdabında çırpınırken, daha açık tabirle dünyaya büyük vedâ ânı olan ecel yaklaşınca; asıl ihtiyaca cevap vermeyen, yaşanmayan, irfâna dönüşmeyen, ruhsuz, kuru ve sırf nefsi palazlandıran, ten plânına alkış tutan bilgiler fayda vermeyecektir.

O fayda vermeyen bilgiler, vebalden ve azaptan başka nedir?

Gerçekten, insanı, ibliste olduğu gibi, gurur ve kibre sevk eden, sonunda da helâk girdabında boğan bir ilim; zâhiren güzel ve faydalı şeylerden ibaret olsa bile hakikatte vebalden başka nedir?

Rasûlullah Efendimiz ne güzel duâ buyurmuş:

“Allâh’ım! Fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten ve kabul edilmeyen duâdan Sana sığınırım!..”

İlmin asıl faydası nerede belli olur?

Hiç şüphesiz ki kıyâmet gününde ve o günün başlangıç ânı olan son nefeste belli olur.

Ubeydullah Ahrar Hazretleri anlatıyor:

Bir aziz zât, dünyadan ayrıldıktan sonra Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’ni rüyasında görmüş. Ona;

“–Kurtuluş için ne yapalım?” diye sormuş.

Hâce Hazretleri de şu cevabı vermiş:

“–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa, onunla meşgul olun! Yani son nefeste nasıl ki tamamen hâlimizi ve kulluğumuzu düşünüp bütünüyle Hakk’a râm olmamız lâzımsa, hayatınız boyunca da devamlı o şekilde uyanık olunuz!” (Reşâhat, s. 130)

İşte gönlü böyle uyanık tutan bilgiler, faydalıdır. Diğerleri sadece kîl u kāl. Onları Hazret-i Mevlânâ, şu şekilde vasıflandırır:

İBLİS HÜNERİ

“Hünerli ve bilgili kişi iyidir ama, İblis’ten ibret al da ona pek değer verme! Zira İblis’te de bilgi vardı. Ama o; Âdem’in topraktan yaratılışını, dış yüzünü gördü de, onun hakikatini göremedi.”

Aslında:

“Denizi damlada, güneşi ise zerrede görmek mümkün!.. Fakat yazık ki gafiller, mehtaptan daha parlak olan (güneş gibi bir) mum önünde bile ışık göremiyorlar!..”

Bu göremezlik içerisinde:

“Nice ilim, akıl ve anlayış vardır ki, hakikat yolcusuna eşkiyâ kesilir, yolunu vurur. Onun için cennetliklerin ekserîsi, filozofların şerlerinden korunabilmiş, saf ve ehl-i kalp kimselerdir. Ey gafil! Gururdan, kendini beğenmekten kurtul ve lüzumsuz şeyleri üstünden at ki her an sana ilâhî rahmetler yağsın.”

“Sırf zâhir âlimi olanlar; sahalarına göre geometri, astronomi, hekimlik ve felsefenin inceliklerini bilirler. Bilirler ama, bunlar hep göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçen şu fânî dünyaya ait bilgilerdir. Gerçek ilmin ancak kabuklarıdır. Bunlar, insana yedinci kat göğün üstüne, yani mîrâca çıkacak yolu göstermezler.”

Çare?

GÖNÜLLE BİLMEK

“Allah yolunu ve o yolun varılacak menzillerinin bilgisini, nefislerine mahkûm gafiller bilmezler! Allah yolunun bilgilerini ancak; gönül ehli olan ârifler, akılları ile değil, gönülleri ile bilirler!”

Çünkü;

İlmin bir gerçeği vardır.

O da;

Hikmette derinleşmektir. Muammâyı çözmektir. Her şeyde mevcut Cenâb-ı Hakk’ın hikmet tecellîlerine kalbin âgâh olabilmesidir. Meselâ tıp bilgisi, Allâh’ın vücuda yerleştirdiği muazzam kaidelerle ilgilenir. Ancak sadece kaidelerde tıkanmayıp daha ötelere ulaşmanın gayreti içinde olmalı ve vücuttaki kaidelerde meknûz ilâhî sanatı görebilmelidir. Çünkü ilim, seyretmek değil, sırları çözmektir.

Bunun yolu da;

HEVÂ VE HEVESİ KÜL ETMEK

“Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsını, ancak hevâ ve hevesini ateşe verip kül etmiş (yani nefsini ve benliğini yok etmiş), böylece Kur’ân’ın önünde eriyip kurban olmuş ve rûhu Kur’ân kesilmiş kimseler anlar…”

Bu anlayışla;

“Eğer, Peygamber Efendimiz’in bildiklerini bir kişi bilmiş olsaydı; ne niyâz etmeye, yalvarmaya gönlünde bir güç bulabilirdi, ne bedeninde ibâdete bir kuvvet kalırdı.”

İŞTE BU ANLAYIŞLA

Hazret-i Mevlânâ, Şems-i mârifetle yandı.

Bu anlayışla hayat buldu ve 1200’lü yıllardan bugüne 8 asırdır hâlâ devam eden bir diriliğe nâil oldu.

Bu anlayışla yazdığı Mesnevî’si;

Başka ülkelerde bile en çok okunan eserler arasında yer aldı. Geçtiğimiz seneler içinde onun 700’üncü yılı UNESCO tarafından «Mevlânâ Yılı» ilân edildi. Global, merhametini ve gözyaşını kaybetmiş, vicdanını karartmış iklimlere, nefsânî arzuların şiddetiyle her gün daha beter kirlenen bir dünyaya kurtuluş kapısını gösteren bir güneş oldu.

Çünkü Hazret-i Mevlânâ, Şems-i mârifetten yanmanın getirdiği bir anlayışla;

Hasret dünyasında vuslat için kavrulan bir neyin feryâdı ile yaşadı. Bin bir feryâd ile dedi ki:

“Benim derûnî âlemim, acaba neden feryâd u figān ediyor? Benim derdime, ıstırabıma kim muttalî oluyor?”

“Herkes beni kendi istîdat ve temâyülüne göre dinliyor. Kötü kişi, beni kendi hisleriyle telif ediyor ve öyle anlıyor. Hak yolcusunun ise, benimle rûhâniyeti artarak, hissiyâtı coşuyor ve ney, ona şifâ oluyor.”

Burada neyden maksat, hiç şüphesiz ki insân-ı kâmil. Feryat ise, ezelden ebede hakikî sevgiliye vuslat çırpınışı.

Bu çırpınış hâli, her Allah dostunda;

FARKLI BİR TECELLÎ

Bütün Hak dostları, Allah Rasûlü’nün zamana yayılan vârisleridir. Her biri, farklı bir tecellîye mazhardır. Çünkü kâinatta ikiz yoktur.

Fakat her tecellîde de kelâmın yeri, sır ve hikmetlerin yeri, müstesnâ ve baş tâcı olmuştur. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri;

“Tarîkatimiz sohbetledir.” buyurarak ilâhî sırların gönüllere aktarılmasında sır dolu kelâmın ehemmiyetine dikkat çekmiştir.

Bu çerçevede Hazret-i Mevlânâ da, «evliyâullâh»ın gönül sırlarına tercüman olmuş, onlardaki hikmetlerin kelâmdaki temsilciliği ile vazifelendirilmiştir.

Zaten;

Kur’ân-ı Kerim’de de bildirildiği gibi Musa -aleyhisselâm-’a bir ilim verilmiştir, o Hazret-i Hızır’da yoktur; Hızır -aleyhisselâm-’a bir ilim verilmiştir, o da Hazret-i Musa’da yoktur. Aynı şekilde Hazret-i Geylânî bir Hazret-i Mevlânâ olamayacağı gibi, Hazret-i Mevlânâ da bir Hazret-i Geylânî olamaz. Yine Şâh-ı Nakşibend bir Ahmed er-Rifâî olamayacağı gibi Ahmed er-Rifâî de bir Şâh-ı Nakşibend olamaz.

Çünkü aynı vahdet-i Hakk’ın etrafında pervâne olan sayısız kesret-i kudret tecellîleri misâli, her iki tarafa verilenler ve kendilerinden istenilen hizmetler ayrı ayrıdır.

Bütün renkleri bir tabloya yerleştirsek, hepsi ayrı gibi görünür, fakat vahdet pervânesi hâlinde çevrildiğinde sadece tek bir renk ortaya çıkar: Beyaz. İşte bu sıbgatullah, yani Allah’ın rengidir. İşte «evliyâullah»taki rengârenk sayısız tecellîler de aynı eksende böylesi tek bir renkten ibarettir. Yani;

Onlarda vahdet etrafındaki ayrı ayrı tecellîlerde hiçbir gayrılık yoktur.

Zira hepsinde asıl gaye, kulluk ve mârifettir. Çünkü Rabbe giden yollar, mahlûkātın nefesleri sayısınca çoktur. Diğer taraftan Cenâb-ı Hak; sayısız Hak dostlarının her birini, kıyâmete kadar devam ettireceği yüce nûrunun bir yönüne ayna yapmıştır. Değişik tecellîler ile her aynada kendi kudretini sergilemiştir. O bakımdan her Allah dostunun kendi içinde vazgeçilmez bir vazifesi vardır. Buna göre de nasıl ki zâhirî bilgileri yorumlayıp onları tefsir ve îzah için âlimler gerekliyse, mânevî bilgileri de aynı şekilde gönüllere sunacak evliyâullah gereklidir. Ebû Hanife Hazretleri ne kadar zarûrî ise, Bahâeddin Nakşibend Hazretleri de o kadar zarûrîdir.

Hiç şüphesiz ki aşkın tezâhürü de;

Her âşık ve ârifte ayrı ayrı tecellî eder. Bu değişik tecellîler dolayısıyla Hazret-i Mevlânâ, içi kavurucu sevda ateşiyle dolu semâ ve engin kelâm okyanusunda kurtuluş gemisi olarak; Hallâc-ı Mansur, aşkın seveni sevilende kaybettiren «Ene’l-Hak» ikliminde cezbelere kapılarak; Bahâeddin Nakşibend Hazretleri de, yıllarca yaralı ve muzdarip hayvanâta bakma, yıllarca yolların temizliği ile meşgul olma ve herkesin iğrendiği hastaların şifâ ve ihtiyaçları ile ilgilenmek şeklinde ehl-i hizmet olarak kendi yollarında hepsi de Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakış tarzıyla Allâh’a koşmuşlardır.

Usûller ayrı, maksat ve istikamet hep aynıdır:

Aşk ve muhabbetullah ile dopdolu olmak…

İlmi, aşk ile irfana dönüştürüp ihsan kıvâmına ulaşabilmek…

Bu gayede her bir Allah dostunun gönül çırasını tutuşturan bir mâneviyat kutbu mutlaka oldu.

Hazret-i Mevlânâ’nın da, engin ve uçsuz-bucaksız bir aşk ufkuna yönelmesi; bir gönül güneşi olan Şems ile başladı. O, Şems ile tanıştıktan ve ondan ilham aldıktan sonra yangın bir «aşk ney»i hâlinde hakikat goncasının bülbülü hâline geldi.

Son nefesine kadar da ravza-i sevda içinde Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âşığı ve kurbanı olarak yaşadı.

Dedi ki:

KUR’ÂN’A KÖLE, MUHAMMED’E KURBÂNIM…

“Bu can bu tende oldukça Kur’ân’a kulum, köleyim; Muhammed Muhtar -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım… (bende zuhurat olarak ne varsa O’ndandır.)

Hâl böyleyken;

Birisi çıkıp da benim sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse, o kişiden de bîzârım, o sözden de…”

Bu yanık vurguyu bir de şiirin diliyle okuyalım:

Tende durdukça bu can bende-i Kur’ân’ım ben,

Ben Muhammed yolunun toprağıyım, ey yâren!

Bu sözün zıddına kim etse rivâyet benden,

Bil ki bîzârım o sözden, o şahıstan, alenen…

                                         (Nazmen terc. SEYRÎ)

Bu sebeple;

Hazret-i Mevlânâ’yı sadece derin bir mütefekkir ve coşkun bir şair olarak görmek, hele hikmetli ifadelerini kendi dünyasının dışında ambalâjlara sarmak, onun hakikatinden çok uzak bir değerlendirme, hattâ ihânet olur.

Onun bütün ifadeleri, derinliği, her şeyi Kur’ânî ve nebevî eksendedir.

Onun kaleme aldığı;

MESNEVÎSİ DE;

Kur’ân-ı Kerîm’in hakikat ve esrârından gönül ehline sunulan şebnemlerdir.

26 bin küsur beyitlik Mesnevî, Hazret-i Mevlânâ’nın gönül âleminin satırlarda şekillenmesi ve mısralara aksetmesidir.

Mesnevî, Hazret-i Mevlânâ’nın Şems ile başladığı ledünnî seyahatinde ulaştığı ihtişamlı hakikatlerden her çeşit insanın idrak ve ihtiyaçlarına göre yazılmış bir lutuf-nâmedir.

Ayrıca Mesnevî, Hazret-i Mevlânâ’nın gönül ıstıraplarından taşan bir feryâd-nâmedir. O, bu âh u figanla, derdini açacak bir gönül bulamamasından dolayı; kaybettiği Şems’i için dâimî bir feryat hâlindedir.

Kendisi Mesnevî’yi şöyle tarif eder:

“Mesnevî, hakikate ulaşmak, ilâhî sırlara vâkıf ve âşinâ olmak isteyenlere nurlu bir yoldur.”

Mevlânâ âşığı, mütefekkir hocamız Nurettin TOPÇU; Mevlânâ ve Mesnevî bahsinde derdi ki:

“Biz, Mevlânâ Celâleddîn’in vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz.

Biz Hazret-i Mevlânâ’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibaret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz.” (Nurettin TOPÇU, Mevlânâ ve Tasavvuf, s. 139)

İşte böyle bir şahsiyetin eseri olan Mesnevî;

İç içe girmiş yüzlerce hikâye. Hepsi muhakeme ve mukayese dolu. Maksat, insanların onlardan daha kolayca ders alabilmeleri. Yani beşer idrâkinin anlamakta zorluk çektiği gizli sır ve hikmetler, kıssa yoluyla çok rahat kavranabilecek âşikâr hakikatlere döndürülmekte. Buna işaretle Hazret-i Mevlânâ buyurmakta ki:

“Maksat, kıssadan hisse almaktır; yoksa sana hikâye anlatmak değil!”

“Ey kardeş! Kıssa bir ölçeğe benzer; mânâ da, içindeki taneye… Akıllı kişi taneyi alır; ölçek var mı yok mu, ona bakmaz!”

“Hikâyenin zâhirini dinle; fakat taneyi samandan ayırmayı unutma!”

“Hâşâ benim anlattıklarım kupkuru bir hikâye değildir. Tefekkür eyle; bu, benim ve senin bugünkü hâlimizdir…”

İşte Hazret-i Mevlânâ’nın eşsiz sır, hikmet ve hakikatleri mecaz dünyasının imkânları ile dile getirmesinin sebebi. Bu aynı zamanda Hazret-i Ali’nin beyânına paralel bir idrak ve şuurun meyvesidir. Peygamber ilminin kapısı buyurur ki:

Nükteli ve hikmetli söz ve davranışlarla ruhlarınızı dinlendirin. Zira bedenlerin yorulduğu ve zayıfladığı gibi ruhlar da yorulur.”

“İnsanları, düşündürücü hikmetli sözlerle îkāz edin ki, kalpleri huzur bulsun.”

Ancak bunun için Şems-i mârifetle yanmak gerek.

Tıpkı bir ney gibi.

Tıpkı;

Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i aşkı gasletmek,

Cesed âteş, kefen âteş, hem âb-ı hoş-güvâr âteş!

“Bu kadar ateşle aşk şehidini yıkamak mümkün mü? Ceset ateş, kefen ateş, şehidi yıkayacak hoş tatlı su dahî ateş kesilmiş!” diyen Erbilî Hazretleri gibi.

Tıpkı Mevlânâ gibi.

Tıpkı Nakşibendî Hazretleri gibi.

Tıpkı Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali gibi…

Cenâb-ı Hak, o bağrı yanık Hak âşıklarının kervanına bizleri de dâhil eylesin.

Âmîn!..