Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri
Yıl: 2012 Ay: Ekim Sayı: 92
İnsanın varlığı nedir?
Hâfız-ı Şîrâzî’nin ifadesiyle;
يکقطرهخونستوهزارانديشه
Yek katre hûnest u hezâr endişe…
“Bir damla kan, bin bir türlü endişe…”
Necip Fâzıl’ın ifadesiyle;
İnsan üç-beş damla kan, ırmak üç-beş damla su…
İnsan, zâhiren dünyadaki toprak ve sudan hayat bulan biyolojik zincirin bir halkası… Fakat vicdan ve iz’an sahibi hiçbir idrak, insanı tenden ibaret görmeyi kabul edemez. İnsanda meknuz, sırlı, saklı istîdatlar, ötelere ait mânevî ve rûhânî kabiliyetler vardır. Şeyh Gālib’in ifadesiyle;
Bir şûlesi var ki şem-‘i cânın,
Fânûsuna sığmaz âsumânın…
“İnsandaki ruh kandilinin öyle bir alevi var ki, bu fânî âlem onu ihâta edemez. Başka bir âleme taşar.”
İnsan; bütün mahlûkatın, emrine musahhar / âmâde kılındığı bir halîfe…
İnsan, bütün varlıklardan üstün olarak, ahsen-i takvîm üzere yaratılmış, mükerrem kılınmış, ilâhî nefhaya mazhar bir varlık…
Fakat insan; nefsinin süflî temâyülleri, şeytanın aldatıcı iğvâları ve dünyanın aldatıcı sahneleri sebebiyle bu mânevî ve ulvî hakikatinden habersiz, gafil bir hayata saplanabilmekte. Bu yüzden hayvanattan da aşağıya, esfel-i sâfilîne yuvarlanabilmekte…
İnsanı çok iyi tanıyan Hazret-i Mevlânâ, onun idrâkini ötelere çevirmeye çalışır:
“Ey can! Sende, bu toprak perdesi ile örtülmüş gizli bir hayat vardır… Burada, gayb âleminde gizlenmiş yüzlerce Yûsuf gibi güzeller mevcuttur…”
İnsanın cismânî varlığı, toprak ve sudur. Rûhânî varlığı ise, o cesede üflenmiş ilâhî bir nefhadır. O nefhanın hürriyeti, insanın cismânî arzularından kurtulmasında saklıdır:
“Bu toprak, vücudun arzularından kurtulmadıkça; eğilip âb-ı hayat sahibine secde etmek ve o mânevî deryâ suyundan doya doya içmek imkânsız olur.”
Hazret-i Mevlânâ, cismânî arzulardan kurtuluşun yolunu az yemek, az uyumak sûretinde gösterir. Zira ters bir orantı hâlinde maddî gıda azaldıkça, mâneviyat güçlenecektir:
KUR’ÂN İLE BESLEN
“Samanla, arpayla beslenen hayvan, kurban olur; Hak nûru ile gıdalanan da yaşayan bir Kur’ân olur.”
“Ten midesi, insanı samanlığa doğru çeker götürür. Gönül midesi ise, reyhanlığa ulaştırır.”
“Bu ağır, kesif rızık kırıntılarından kurtulursan; yüce, latîf ve hafif rızıklara nâil olursun.”
“Mideden vazgeçip gönle doğru yürü de, Allah’tan sana perdesiz, açık bir şekilde selâm gelsin!”
“Bu bedene ait olan ağzı kaparsan, sende mânevî ve rûhanî bir ağız açılır da, o ağızla ilâhî sır ve mârifet lokmalarını yersin.”
Bedene yedirilen gıdalar, ne kadar hoşa gitse de, fazla yenemez. Bedenin bir sindirme kapasitesi vardır. Bunun üstüne çıkıldığında ağırlık yapar. İnsanı tıkar. Lezzeti de kaybolur. Mânevî gıdalar ise böyle değildir:
“O mânevî rızıklardan binlerce okka yesen, yine de peri misâli tertemiz, tüy gibi hafif bir hâlde yürür gidersin.”
“Allah yemeğinden, o rûhâniyet gıdasından denizler kadar ye! Yine de hoş bir hâlde gemi gibi yüzer gidersin.”
“Ey gafil kişi! Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da; «Hakk’ın verdiği rızıktan yiyin!» diye buyurduğu rızkı, sen hikmet sanmadın da ekmek sandın. Allâh’ın verdiği rızk; kişinin mertebesine, anlayış ve seziş kabiliyetine göre, hikmet ve mârifettir. O, yiyenin boğazında durmaz, onu öldürmez.”
Mide ve gönül, maddî gıda ve mânevî nasipler… İnsan yapısındaki, bu ten ve ruh mücadelesini Hazret-i Mevlânâ; Hazret-i Musa ve düşmanı Firavun ile temsil eder.
FİRAVUN’U YENMENİN YOLU
“Nefis sahibi olan kimse, Musa -aleyhisselâm- gibidir. Teni ise onun Firavun’udur. Nefis sahibi bir kimse, kendi dâhilindeki nefsi bırakır da düşman nerede diye hariçte aranır durur.”
“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Musa da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!”
Hazret-i Mevlânâ, açlık ve riyâzâtın, nefis terbiyesindeki ehemmiyetli rolünü de bu misalle alâkalı olarak serdeder:
“Nefis, kıtlık zamanı Musa’nın huzûrunda yerlere kapanıp yalvaran Firavun’a benzer.”
Firavun; tok, güçlü, maddiyata sahip olduğu zamanlarda Hazret-i Musa’nın önünde kibir ve gururla, çalım satar. Onu küçümser. Kıtlık gelince ise, Hazret-i Musa karşısında yalvarıp yakarmaya başlar.
İnsanın iç dünyasında yaşanan ruh ve nefis mücadelesinde de durum aynıdır. İnsan; nefsinin arzularını verdikçe, düşmanını güçlendirmiş olur. Onları kifâf-ı nefs ölçüsünde, riyâzat hududunda tuttuğunda ise, düşmanını kontrol altına almış olur.
“Bilmiş ol ki, beden aç kalmadıkça, Hakk’a doğru yönelmez, boyun eğmez; kafa tutar. Onu tok iken yola getirmek, soğuk demiri dövmek gibidir.”
“Şunu iyi bil ki açlık, ilâçların padişahıdır. Açlığı canla başla benimse, onu hor görme!”
İnsan zâhirden öteye geçemezse, bu telkinler onun için hiçbir şey ifade etmez. Zamanımızın tenperestleri, maddeperestleri, nefsin hazlarına tapınan hedonistleri, nefsin hürriyetini tabulaştıran liberalleri gibi, hayatın varlığını sadece cismânî zevkleri tatmin zannetmeye devam eder. Fakat insanın hiç de gizli saklı olmayan bir vâkıası vardır ki, tenin fânîliğini ve rûhun bâkîliğini insanın gözünün önünden hiç eksik etmez.
O hakikatin adı ölümdür!
ÖLÜM HAKİKATİ
Ölümün sessiz bir lisânı vardır. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ifadesiyle o; konuşmayan, sükût eden fakat bu sükûtuyla nice öğütler veren bir hatiptir. Hazret-i Mevlânâ bu sükûtun sesini dinlemeye davet eder:
“Mezarlığa git de orada bir müddet sessizce otur!.. Orada susmuş söyleyenleri dinle!”
Ölüm; insanın asıl beslemesi gereken varlığının, rûhu olduğunu ispatlar:
“Bu ten sûreti, yani ceset, toprağa kurban verilince, o can sûreti kalır…”
“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”
İnsanın fânî varlığı, topraktan gelmiştir, yine toprağa gidecektir.
Ölüm; fânî ve cismânî hayatta ısrar edenlerin dâimâ kaçtığı, uzak durmaya çalıştığı bir vâkıadır. Her insan, öleceğini bilir. Gün gelir, annesini, babasını, eşini, arkadaşını bizzat toprağa verir. Fakat ölüm hakikatinden yine de kaçmaya çalışır. Fakat arkasında birçok adresler bırakır.
Dolayısıyla kaçış beyhûdedir:
“Ölüm, bizi birer birer çekip alıyor. Onun heybetinden akıllıların beti benzi sararıp solmada…”
“Ölüm, yolda durmuş bekliyor. Gafil efendi ise gezip tozma sevdasında…”
“Ölüm, kaşla göz arasında, onu hatırlamaktan bile bize daha yakın… Fakat gaflete dalanın aklı nerelere gitmede?.. Bilmem ki!..”
İnsan rûhu, kafesine alışmış ve uçmaktan korkan bir kuş gibidir.
“Ölümü korkutucu kılan, onu zorlaştıran, şu ten kafesidir. Teni bir sedef gibi kırdığın zaman, ölümün bir inciye benzediğini sen de göreceksin!..”
İnsanın bu korkusu, anne karnında kordonla beslenen bir çocuğun doğmaktan korkmasına benzer:
“Bil ki ölüm, rûhun bir başka âleme doğması hâdisesinin sancısıdır. Yani bu fânî âlem için adı ölümdür, ama bâkî ve ebedî olan âlem için adı doğumdur!..”
Ölüm, yine bir hadîs-i şerîfin ifadesiyle, uykudan uyanıştır. Gafil kimseler; ölüm ile birlikte, rüya gibi geçen ömürlerini bir hiç uğruna hebâ ettiklerini idrâk eder, kâh ağlar, kâh ağlanacak hâllerine gülerler:
GÜLER MİSİN, AĞLAR MISIN?
“Ölüm meleği, gafilin canını almak sûretiyle onu uykudan uyandırır. O kimse, gerçekte sahip olmadığı bir mal için dünyada çektiği sıkıntılara «âh vâh» eder. Bin pişman olur. Lâkin iş işten geçmiş, her şey bitmiştir…”
“Ölüm meleği, gafil bir zenginin kulağını çekerek (yani canını alarak) onu hayat rüyasından uyandırınca, hakikatte sahibi olmadığı bir mal için, zenginin hayatta iken çektiği zâyî etme korkusuna kendisinin bile güleceği gelir.”
İnsan; ebedî hayat için bir sermâye olan ömrü, faydasız didişmelere harcamamalıdır:
“Ömür; yarınlara bağlanan ümitlerle geçip gitmede, gafilcesine kavgalarla, gürültülerle, didinmelerle tükenip durmadadır.”
“Sen aklını başına al da, ömrünü, şu içinde bulunduğun gün say!.. Bak bakalım, bugünü de hangi sevdalarla harcıyorsun?..”
“Kâh cüzdanını, keseni para ile doldurmak kaygısı, kâh yemek içmek endişesi ile bu âciz ömür geçip gitmede, verilen her nefes de eksilmede…”
Bir mütefekkir ne güzel söylemiş:
“Âkıller için bu âlem seyr-i bedâyî. Ahmaklar içinse yemekle şehvet.”
Cenâb-ı Hak; bedenin ve cihanın fânîliğini gören gözlere göstermek, hisseden idraklere anlatmak için kâinâta fânîliğin birçok emâresini koymuştur:
“İçinde bulunduğumuz cihan, hudutlu ve fânîdir. Aslolan ebedî ve sonsuz âhiret yurdudur. Aklını başına topla da bu cihanın soluk nakışlarını, bozulacak olan şekillerini ve eriyecek olan sûretlerini ebedî âleme karşı kalbinde bir perde hâline getirme!”
“Her ne kadar bu dünya, senin nazarında çok büyük ve nihayetsiz ise de bilesin ki, ilâhî kudret karşısında o bir zerre bile değildir. Gözünü aç da bir bak; bir zelzele, bir kasırga, bir sel felâketi dünyayı ve içindekileri ne hâle getiriyor!”
Elbette, insanın ebedî âlemi, fânî dünyayı nasıl yaşadığına bağlıdır. Bundan dolayı, ebedî âleme intikalden ibaret olan ölüm hâdisesi de, herkese göre farklı bir renktedir.
ÖLÜMÜN RENGİ
Allâh’a dost olabilen, has kullar için ölüm âsûde bir bahar ülkesidir:
“Ölüm, ateş bile olsa, Allâh’a halîl olana güllük gülistanlıktır; âb-ı hayattır.”
“Hem değil mi ki, canı Allah almaktadır; bil ki ölüm, has kullar için şeker gibi tatlıdır.”
Cismânî hazları, rûhânî zevklere kurban edemeyenler; cismin sona erişi olan ölümü düşman gibi görürler:
“Oğul! Herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere, ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.”
“Ey ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen aslında ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun.”
“Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, kendi çirkin yüzündür. Senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise o ağacın yaprağıdır. Her yaprak, ağacın cinsine göredir…”
Bu izâfîlik kıyâmet için de geçerlidir.
İKİ FARKLI AÇIDAN KURBAN BAYRAMI
“Kıyâmet günü; alacalı öküzler, yani kötü düşünceli kâfirler ve fâsıklar için korkunç bir kurban bayramıdır. O gün; öküzlere ölüm, mü’minlere ise bayram günüdür!”
Kurban bayramında insanlar bayram eder, hayvanat ise, bıçak altına yatar. Kıyâmet gününde de, insanların hâli, dünyadaki tercih ve temâyüllerine göre bu iki hakikatten birine benzeyecektir.
Ya bayram edenlerden olacaklardır, ya azâba müstehak olanlardan…
O sert ve abûs çehreli günden kurtuluşun yolu, o günün «Din Günü’nün Mâliki» ile dostluk kurmaktır:
“Ey hakikat yolcusu! O gün gelip çatmadan, kıyâmet kopmadan hakikat padişahı ile dostluk kur da, o felâket gününde senin elinden tutsun. Zira o gün, O’nun izni olmadan senin elinden tutacak kimse yoktur. O gün insan, kardeşinden, anasından, babasından, ehlinden ve oğullarından kaçacaktır.”
Mahşerdeki kurban bayramında, can vererek dahî kurtulamayan kurbanlardan olmamanın yolu; bu dünyada fânî varlığından geçmek, yani ölmeden önce ölmektir.
Ölmeden önce ölmek, bir başka ifadeyle hesaba çekilmeden önce nefsi hesaba çekmektir. Nefse ölümü hatırlatarak, onu fânî cihanın geçici lezzetlerinden soğutmak, onu ölünce zaten terk edeceği hislerden gönüllü bir şekilde uzaklaştırmaktır.
Hakkıyla kılınan bir namaz; hadîs-i şerîfin ifadesiyle, kurban gibidir:
الصَّلاةُقُرْبَانُكُلِّتَقِيٍّ
“Namaz, her müttakî kişinin kurbanıdır.” (Kuzâî, Müsned, I. 181)
Bu hadisten yola çıkarak Hazret-i Mevlânâ göz nûru bir namaz kılmaya muktedir olabilen kullar hakkında işârî olarak;
“Onlar tekbir getirip namaza başlayınca, kurban gibi bu dünyadan çıkıp gittiler.” buyurur.
Sonra da namaz kılanlara şöyle seslenir:
“Sen de onların ardınca ilerlemek için mihraptaki mum gibi kıyâm ederek namaz kıl! Bilesin ki, namaza başlarken «Allâhu Ekber!» demenin mânâsı şudur:
«Ey Allâh’ım! Biz Sen’in huzûrunda kurban olduk! Ve ellerimizi tekbir için kulaklarımız hizasına kaldırmakla her şeyi arkaya atıp Sana yöneldik!»”
“Nasıl ki kurban keserken «Allâhu Ekber!» dersin, işte öldürülmeye lâyık olan nefsi kurban ederken de bu söz söylenir.”
“O esnada beden İsmail, can da Halil İbrahim gibidir. Can, bu semiz bedenin hevâ ve hevesini kesmek için tekbir getirince, beden, şehvetlerden ve hırslardan kurtulur, namazda; «Bismillâhirrahmânirrahîm» demekle kurban olur gider.”
“Ey akıl sahibi! Namazdaki beraberliği anlamak, aklın alacağı birşey değildir. Bunu anlamak, aklın yâre kurban edilip gönül âleminin dirilmesine bağlıdır.”
Hazret-i Mevlânâ; namazdaki kıyam, rükû, kavme, secde, ka‘de, selâm ve duâ tertibini de, kıyâmet günü Hak Teâlâ’nın karşısında hesaba çekilen bir kulun hâline benzetir:
NAMAZIN İŞÂRÎ LİSÂNI
“Namaz kılanlar; kıyâmette olduğu gibi Allâh’ın huzûrunda saflar hâlinde dururlar, suâle, hesap vermeye, yalvarmaya başlarlar.
Namazda gözyaşı dökerken ayakta durmak, kıyâmet günü dirilerek kabirlerden kalkıp mahşer yerinde Allâh’ın huzûrunda ayakta durmaya benzer. Cenâb-ı Hak;
«Sana verdiğim bu kadar mühlet içinde ne yaptın? Ne kazandın ve bana ne getirdin?» diyecektir.
Namazda kıyâmda iken, hitâb-ı ilâhîden kul utanır, utancından iki büklüm olur, rükûa varır. Çünkü utancından ayakta durmaya gücü kalmamıştır. Rükûda;
سُبْحَانَرَبِّىَالْعَظ۪يمِِ
«Sübhâne Rabbiye’l-azîm» diyerek Allâh’ı tesbih ve her türlü noksan sıfatlardan tenzih ve ta‘zîm eder.
Sonra o kula, Hak’tan ferman gelir:
«Başını kaldır da sorulan sualleri cevapla!» denir.
Kul, utana utana başını rükûdan kaldırır, fakat dayanamaz; o günahkâr, utancından bu defa yüz üstü yere kapanır.
Ona bu sefer:
«Secdeden başını kaldır da, yaptıklarından haber ver!» diye ferman gelir.
O, bir kere daha utanarak başını kaldırır; ama dayanamaz, yine mahviyet içinde yüz üstü düşer.
Cenâb-ı Hak;
«Tekrar başını kaldır da söyle; yaptıklarını inceden inceye sana soracağım!» diye buyurur.
Allâh’ın heybetli hitâbı, onun rûhuna öyle tesir eder ki, ayakta duracak mecal ve tâkati kalmaz. Bu ağır yük sebebiyle ka‘deye varır. Dizleri üstüne çöker. Cenâb-ı Hak ise;
«Haydi, söyle, anlat! Sana nimet vermiştim; nasıl kullandın? Şükrünü edâ eyledin mi? Sana maddî ve mânevî sermâye vermiştim; onunla neler kazandın?» buyurur.
Kul yüzünü sağ tarafına döndürür; peygamberlerin ruhlarına ve meleklere selâm verir. Onlara der ki:
«Ey mânâ padişahları! Bu kötü kişiye şefâat edin; bu günahkârın ayağı da, örtüsü de çamura battı.»
Peygamberler selâm veren kula derler ki:
«Çare ve yardım günü geçti, gitti. Çare dünyada olabilirdi. Orada hayırlı işler yapmadın, ibâdet etmedin, vaktini boş şeylerle öldürdün!»
Kul, bu defa yüzünü sola çevirir. Yakınlarından yardım ister. Onlar da:
«Sus! Biz kimiz ki sana yardım edelim? Elini bizden çek; kendi cevabını Rabbine kendin ver!» derler.
Ne o taraftan ne de bu taraftan bir çare bulamayan kulun gönlü paramparça olur. Herkesten ümidini kesmiş bir vaziyette ve iki elini açarak âciz ve boynu bükük bir hâlde duâ, niyaz ve ilticâya başlar. Der ki:
«Allâhım! Herkesten ümidimi kestim. Evvel ve âhir kulunun başvuracağı, sığınacağı yegâne sığınak Sen’sin. Sen’in sonsuz rahmet ve merhametine sığındım.»”
Bu tefekkür deryâsını coşturan Hazret-i Mevlânâ devamla şöyle buyurur:
“Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, sonunda kesin olarak işin böyle olacağını ve ciddiyetini anla!.. Aklını başına al da namazdan yalnız zâhiren değil, mânen de istifadeye bak! Tane toplayan bir kuş gibi Allâh’ın büyüklüğünden habersiz bir şekilde sadece başını yere koyup kaldırma!.. Hazret-i Peygamber’in;
إِنَّأَسْوَأَالنَّاسِسَرِقَةً؛اَلَّذ۪ىيَسْرِقُصَلَاتَهُ
«İnsanların en fena hırsızı, namazından çalandır.»(Hâkim, Müstedrek, I. 353)beyânına kulak ver!..”
Namazdan çalmak, ibâdetleri baştan savma bir şekilde yapmak; Cenâb-ı Hakk’ı kandırdığını zannederek, insanın kendi kendini kandırmasıdır. Kul; Rabbinin kalplere nazar ettiğini, gönüllerde saklı hissiyâtı dahî bildiğini unutmamalıdır. Her türlü fiilde, kabuğu, zarfı, gölgeyi, zâhiri aşıp; öze, mazrufa, hakikate ve bâtına inmek gerekir.
GÖLGEYE TALİP OLMA!
Hazret-i Mevlânâ seslenir:
“Keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma!”
Namazın hakikatine er; işin geometrisinde, beden eğitimi hareketlerinde kalma…
Orucun hakikatine er, kuru bir perhizde kalma…
Haccın hakikatine er, o mukaddes yolculuğu turistik bir seyahat ve macera sanma…
Kurbanın hakikatine er; onu kasaplık günleri, et bayramı zannetme.
Kurban kesmekten asıl maksat, Allâh’a teslîmiyet ve takvâ ile kulluk edilmesi husûsunda gönüllerin âgâh olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:
لَنْيَنَالَاللّٰهَلُحُومُهَاوَلَادِمَاؤُهَاوَلٰـكِنْيَنَالُهُالتَّقْوٰىمِنْكُمْ
“(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır…” (el-Hac, 37)
Fakat, öz ile kabuğun, mânâ ile lâfzın, bâtın ile zâhirin irtibatını da ihmal etme…
Hâbil, kalbinin samimiyet ve takvâsını, seçtiği güzel ve iyi kurbanlık ile gösterdi. Kābil, kalbinin fesat ve fücurunu, seçtiği zayıf ve kötü kurban ile yansıttı.
Hâbil, kurbanını en güzelinden seçip ihlâsla takdim etti, Kābil ise cılız başak demetlerini kurban olarak Allâh’a sundu. Neticede Hâbil’in kurbanı kabul olurken Kābil’inki reddedildi.
Bu hâdisedeki hakikatler aynasında, Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği nimetlere karşı şükrümüzün îfâsını ne kadar ve nasıl bir fedâkârlık içinde gerçekleştirdiğimizi muhasebe etmeliyiz.
Kurbanın hakikati, fedâkârlıktır.
Kurban, candan fedâkârlıktır:
“O kimse; Hazret-i İsmail gibi boğazını uzatmış, Allah yolunda kurban olmaya hazırlanmıştır. Fakat Allah, o boğazı kestirmez. İşte şehidler de, Allah yolunda canlarını fedâ ettikleri için diridirler. Hoşturlar. Sen, ateşe tapanlar gibi bedene bakma!”
Kurban; Rasûlullah’ta fânî olmak, O’nun çağırdığı hidâyet yolunda türâb olmaktır:
“Bütün hayvanlar, insan için; bütün insanlar da bir akıl için (âlemin varlık sebebi, Nûr-i Muhammedî için) fedâdır. Yani, üstün varlık olduğu için (eşref-i mahlûk) insanlara, hayvanlar kurban olsun. Bütün insanlar da; insanların seçkinleri oldukları için, peygamberlere kurban olsunlar.”
Kurban; benliği fedâ etmek, benlikten kurtulmak ve mârifete erişmektir. Damlanın varlığından geçip deryada ebedîleşmesidir:
“Böyle (Hazret-i Peygamber’e teslîmiyet göstererek) kurban olanlar, düşüncelerden, duyguların yükü altından kurtulmuşlar da aydınlığa kavuşmuşlardır. Benliklerini Hak uğrunda kurban etmişler, irfan denizi kesilmişlerdir.”
Dâimâ;
“Canım, malım Sana fedâ ve kurban olsun yâ Rasûlâllah!” aşkı içinde yaşamışlardır.
İlâhî, ruhlarımızı; toprağa kurban olacak cismâniyetin esiri eyleme… Bizleri namazın, orucun, haccın, zekâtın ve kurbanın hakikatine eriştir. Kurbanlarımız vesilesiyle arz ettiğimiz kulluğumuzu, dergâh-ı ulûhiyetinde makbul, takvâ üzere bir ibâdet eyle…
Bizleri; ölmeden evvel ölerek, canını, malını ve her şeyini Sen’in yolunda kurban ederek, ebedî huzur ve saâdet içinde rızâ-yı ilâhîye erişmiş bir câna kavuşanlardan eyle…
Âmîn!..