DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
KALBİN NE İÇİN TİTRİYOR?
HAZİNELERİN AÇILDIĞI VAKİT UYUYABİLİR MİSİN?
Yine Cenâb-ı Hak; kalbî hayatımız nasıl olacak? Bize hep Cenâb-ı Hak; bir şahsiyet, bir karakter, bir iç dünya (tâlim ediyor)… O da Enfâl Sûresiʼnde:
“Müʼminler ancak Allah anıldığı zaman kalpleri titrer «وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ»… (el-Enfâl, 2)
Cenâb-ı Hakkʼın bu kadar insana nîmeti… İnsan olarak geldik. Herhangi bir gördüğümüz hayvan olarak gelebilirdik. Yük taşıyan bir merkep olarak gelebilirdik.
Demek ki Cenâb-ı Hakkʼın nîmetlerini tefekkür edeceğiz. Bir acziyet içinde…
“…Allah anıldığı zaman وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2) buyruluyor.
Cenâb-ı Hak öyle bir yürek istiyor bizden. Birinci madde bu…
İkinci madde:
“…Allâhʼın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor.
Kalp derinleşecek: “Allâhʼın bu âyetteki murâdı nedir?” diyecek. Bir mektup gelse bir fânîden, oğlumuz bir askere gitse mektubunu bekleriz, yahut telefonunu bekleriz. Havâdis almak isteriz.
Kur’ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakkʼın kullarına gönderdiği bir mektup. 6600 küsur âyetli bir mektup. Bu âyetlerde Cenâb-ı Hak bizden neler istiyor?
Bir hukûkî problem olsa, bir hukuk müşâvirine gideriz. Mâlî problem olsa, mâlî müşâvire gideriz. Fakat Kur’ân-ı Kerîm bizim ebedî saâdetimiz… Demek ki bir Kur’ânʼla derinleşmek…
“…Allâhʼın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar…” (el-Enfâl, 2) buyruluyor.
İşte ashâb-ı kirâm, şöyle buyuruyorlar:
“Bir âyet indiği zaman, zannederdik ki gökten bir sofra indi. «Allâhʼın murâdı nedir, bu âyette?» derdik. «Nasıl Allâhʼın rızâsını tahsil edelim?» derdik.”
Hep âhiret endişesi…
“Akşamleyin evlerimize giderdik; hanımlarımız bize:
«‒Bugün hangi âyet indi?» diye sorarlardı. «‒Allah Rasûlüʼnün fem-i muhsininden / mübârek ağzından ne gibi kelâmlar çıktı?»
Âilelerimiz de bize bunları sorarlardı. Bize sabahleyin de tembih ederlerdi:
«‒Sakın bize yanlış lokma getirme! Biz dünyada her şeye katlanırız ama Cehennem azâbına katlanamayız!..» derlerdi.”
Demek ki Cenâb-ı Hak;
“…Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, Allâhʼın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor.
Böyle bir yürek istiyor.
Ondan sonra üçüncü madde:
“…(Değişen şartlar altında) Cenâb-ı Hakkʼa tevekkül ederler.” (el-Enfâl, 2)
Bâzı şeyleri hayır olarak biliriz, hayır değildir o… Hayır zannettiğimiz şeyler, gelir insanı azdırır, yoldan çıkartır.
Demek ki Cenâb-ı Hakkʼın ilâhî taksîmine râzı olmak; “Yâ Rabbi! Senʼden râzıyım!” diyebilmek…
Biz, istikbâli bilmiyoruz. En basiti, bir şey söyleyeyim: Bugün meselâ, bir kürtaj denen bir felâket var, bir cinayet var. O kürtajı yapan, yaptıran insan biliyor mu, acaba o doğacak çocuk kendisine baston olacak. Kendisini himâye edecek. Kendisini koruyacak. Kendi menfaatine kâtil olup çıkıyor.
Velhâsıl, değişen şartlar altında Cenâb-ı Hakkʼa tevekkül, teslim olabilmek, idrâk içinde olabilmek…
Dördüncüsü;
“Namazlarını ikâme ederler…” (el-Enfâl, 3)
Yani kalp ve beden âhengi içinde namaz kılarlar. Yani geometrik bir namaz değil, rûhânî bir namaz. Yani nasıl namaza -okunan âyette de gelecek- nasıl bir namaza, tahâret, abdest, vesâire bir hazırlıkta bulunuyoruz; kalben de hazırlıklı olabilmek… Neye hazırlık olacak? İlâhî huzura çıktığımızın farkında olabilmek…
Rasûlullah Efendimiz:
“Sen Oʼnu görmüyorsan da, Allah seni görüyor…” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Îmân, 1)
Ondan sonra yine “…Allâhʼın verdiği nîmetleri Allah yolunda infak ederler.” (el-Enfâl, 3) buyruluyor.
Yine Cenâb-ı Hak, kendisine götürecek, kalbî ufkumuzu açacak âyetler bildiriyor. Onlardan biri de:
“…Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyuruyor.
Şimdi, dünyaya kimi bilmek için geldik, neyi bilmek için geldik? Onun farkında olmak…
سَاجِدًا وَقَائِمًا (“…Secde hâlinde ve ayakta…” [ez-Zümer, 9]) buyruluyor.
Demek ki seherlerde uyanık olmak… O seherlerde Cenâb-ı Hak bütün mahlûkâtı uyandırıyor. Kuşlar terennümlerine başlıyor. Çiçeklerin kokuları daha güzel oluyor. İnsanın hantal kalmasını Cenâb-ı Hak istemiyor. Duyarlı olacak. Duyarlı olması için de seherlerde uyanık olacak.
Ne yapacak seherlerde?
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ (“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17]) Rabbine istiğfâr edecek. Cenâb-ı Hak istiğfar kapılarını açıyor. Îmânını tekrarlayacak. Salevât-ı şerîfe olacak. Ölümü hatırlayacak. Niçin dünyaya geldik, kimin mülkünde yaşıyoruz, yolculuk nereye? Farkında olacak…
Birinci şart:
Demek ki geceleri, bilhassa seherlerde uyanık olabilmek… Bilenler için, yani mârifetullahʼtan ufuk açılması için kalplere…
İkincisi:
يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ (“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) Âhiret endişesi içinde olabilmek…
Son nefesini kimse bilmiyor. Peygamberler ve peygamberlerin gösterdiği kişilerin dışında -“aşere-i mübeşşere” vesâire- kimse son nefesini bilmiyor. Kimsenin son nefesinde bir garantisi yok.
Demek ki insanın bütün endişesinin, son nefes endişesi olması lâzım. Cenâb-ı Hak;
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ “…Ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102) “Verirsiniz”, buyurmuyor, “veriniz” buyuruyor. Tabi burada, “îman”la beraber “itaat” olacak.
“–Ben îmân ettim.” yok, o kâfi değil.
Cenâb-ı Hak Ankebût Sûresiʼnde:
“Îmân ettik demekle kurtulacaklarını mı zannediyorlar…” (el-Ankebût, 2) buyuruyor.
Üçüncü şart da:
وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ (“…Rabbinin rahmetini uman…” [ez-Zümer, 9]) buyruluyor. Demek ki Rabbine dâimâ bir ilticâ hâlinde, bir duâ hâlinde olacaklar.
Bunun en güzel zamanı, seher vakitleri… Her zaman duâ -îcâbına uyulursa- her zaman makbuldür. Fakat seherlerde onun çok daha ayrı bir rûhâniyeti vardır.
Yine Cenâb-ı Hak Zâriyat Sûresiʼnde:
“Geceleri pek az uyurlardı, seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18)buyuruyor.
Yine: “Gecenin bir bölümünde Oʼna secde et, gecenin uzun bir bölümünde de Oʼnu tesbih et.” (el-İnsân, 26) buyruluyor.
Demek ki nasıl uyku bir gıdâ oluyor, bedene bir gıdâ oluyor, demek ki gecede de mânevî gıdâlarla rûhânî hayatımızın doyması lâzım.
Yine Cenâb-ı Hak Âl-i İmrân Sûresiʼnde:
“Sabreden, dürüst olan, huzurda boyun eğen (itaat eden), hayra harcayan, seher vakitlerinde Allahʼtan bağış dileyenler (içindir).” (Âl-i İmrân, 17)
Bunlar ne? Cenâb-ı Hakkʼın günahlarını bağışlayıp Cehennem azâbından koruması…
Yine İbrahim Desûkî Hazretleri -Allah dostlarından- seher vakitlerinden gâfil olanların durumunu bildiriyor:
“O kimse nasıl Allah yolunda olduğunu iddiâ eder ki, ganimetlerin pay edildiği zaman uyur. İlâhî hazinelerin kapısı ardına kadar açıldığı zaman uyur. İlim denizinin açıldığı, gizli ve saklı hikmetlerin açığa çıktığı zaman uykuya dalar ve onlardan pay almaz.”
Mevlânâ Hazretleriʼnin güzel bir sözü var, seher vakitleri için:
“Geceleri uyan ve Hakkʼa yürü. Çünkü gece senin için sırlar yurduna rehberlik eder.”
Çok veciz bir ifâde…
“Geceleri uyan ve Hakkʼa yürü seher vakitlerinde… Çünkü gece senin için sırlar yurduna rehberlik eder. Herkes uyurken ilâhî aşk sırları, mânâ zevkleri gönle bereketli bir yağmur gibi yağar. Çünkü geceleyin gönül pencereleri açılır. Ötelerden nasipler gelir. Lâkin bu hâller, yabancıların gözlerinden gizlenir.” Gâfillerin gözlerinden gizlenir.
Yine Cenâb-ı Hak; “ibâdurrahmân” olmamızı, yani Allâhʼın rahmetinin üzerinde tecellî ettiği kullardan olabilmemiz…
Orada da Cenâb-ı Hak çok mühim bir noktaya… İnsanda benlik olmayacak “ben” olmayacak. “Yâ Rabbi, Sen!” olacak. Onun için:
“Allâhʼın o has kulları ki yeryüzünde tevâzû ile yürürler. Kendini bilmezler (câhiller, nâdanlar) kendilerine sataştığı zaman da (lâf attığı zaman da) onlara «selâmâ» derler geçerler.” (el-Furkân, 63)
Yine evlâtlarımızı yetiştirme… Evlâtlar, Allâhʼın verdiği emânetler. Allah veriyor. Onun kaderini, rengini, şeklini, biçimini biz bilmiyoruz, biz tâyin etmiyoruz. Allah emânet olarak veriyor evlâtları. Onun için Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
“Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız, birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat Allâhʼın katındadır.” (el-Enfâl, 28)
Demek burada evlât yetiştirmemiz çok mühim. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor, duâ olarak:
رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ
(“…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla…” [el-Furkân, 74])
Göz nûru evlâtlar, göz nûru zevceler… Demek ki kız yavrularımıza çok ehemmiyet vereceğiz. Anne; “ اَلْأُمُّ مَدْرَسَةٌ : anne bir mektep”. Onun için anne yetiştirmeli. Neyle anne yetişecek? Kur’ân feyziyle yetişecek, rûhâniyetiyle yetişecek.
En merhametli anne-baba, evlâdına âhiret mîrâsı bırakan anne-babadır. Okyanusları mîras olarak bıraksa, ne kadar yaşayacak, ne kadar kendisine kalacak? Hayır mı olacak, şer mi olacak, o da meçhul. En büyük anne-babanın mîrâsı, evlâdını Kur’ânʼla, Kur’ân rûhâniyetiyle yetiştiren anne-babadır. Öyle anne-baba ömürlük bir teşekküre lâyıktır.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız, birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat Allâhʼın katındadır.” (el-Enfâl, 28)
Bilhassa bugün o çok daha mühim. Televizyonun muhtelif programları, yanlış programları… Savrulup gidiyor gençlerimiz. İnternetin yine insanları savurduğu sokaklar… Modalar, kandırmacalar, reklâmlar, alıp evlâdını götürüyor. Biyolojik yapının bir faydası olmuyor.
Biz niye dünyaya geldik? Âhiret için gelmedik mi? Peki kendimizi, evlâtlarımızı -evlâtlarımız bizim devam eden parçamız- onun için onları -inşâallah- Kur’ân rûhâniyetiyle yetiştirmeliyiz…
Cenâb-ı Hak kendisine olan -âyet-i kerîmede- sevgiyi bildiriyor. Ben ne kadar seviyorum Cenâb-ı Hakkʼı? Onun cevabını veriyor Kur’ân-ı Kerîm:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَیْءٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِهِ عَلِيمٌ
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe, iyiliğe/birrʼe (Allâhʼa yakınlığa) eremezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92) Cenâb-ı Hak buyuruyor. “…Her ne harcarsanız Allah, hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)
Bir fâniye ne kadar veriyoruz? Kendi nefsimize ne kadar veriyoruz? Allah için ne kadar sarf ediyoruz? Allah bana bu imkânları niye verdi? Ben bu imkânları nerede ve nasıl sarf ediyorum?
Demek ki kalp ve vicdan, bunların bir muhâsebesi içinde olacak? Cenâb-ı Hakkʼa bir şükür borcu ödeyecek.
“Yâ Rabbi! Senʼi ben çok seviyorum. İşte bak, Senʼin için her şeyim. Evlâdım Senʼin için, malım Senʼin için, her şeyim senin için…” Velhâsıl Cenâb-ı Hak, kulun bu idrak içinde olmasını nasip ediyor.
Bir bardak su ikram edene vicdânen, insanlık bakımından teşekkür etme durumundayız. Peki Cenâb-ı Hakkʼın bu kadar nîmetlerine ki, “sayamazsınız” buyuruyor. (Bkz. İbrahim, 34; en-Nahl, 18)
Fakat öbür taraftan, Müʼminûn Sûresiʼnde:
“Biz insanı abes olarak yaratmadık.” diyor. Boş yere yaratmadık, diyor, Müʼminûn Sûresiʼnin sonunda. “İnsan, huzurumuza gelip (hesap vermeyeceğini) mi zannediyor?” buyuruyor. (Bkz. el-Müʼminûn, 115)
Asr-ı saâdetten bir kıssa:
ثُمَّ لَتُسْپَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
(“…Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” [et-Tekâsür, 8])
Bu âyet-i kerîme indiği zaman, onunla ilgili kıssa:
Ebû Bekir Efendimiz dışarı çıkıyor. Yani çıkıyor günün sıcak saatinde. Arkadan Ömer Efendimiz çıkıyor dışarıya, çıkılmayacak bir zamanda. Arkadan Rasûlullah Efendimiz çıkıyor. Üçü karşılaşıyorlar. Efendimiz soruyor Ebû Bekir ve Ömerʼe:
“‒Niye çıktınız bu saatte, çıkılmayacak saatte?” Demek ki ne kadar bir açlıktan kıvranıyorlar ki, bir yiyecek bulabilir miyiz diye.
“‒Açlık, yâ Rasûlâllah!” diyorlar.
Efendimiz alıyor onları bir hurma bahçesi olan bir zâtın evine götürüyor. Hanımı görünce şaşırıyor, çok seviniyor.
“‒Efendin nerede?”
“‒Temiz su almaya gitti.” diyor.
Efendi geliyor. Efendimizʼi görünce, Ebû Bekir Efendimizʼi, Ömer Efendimizʼi;
“‒Elhamdü lillâh yâ Rabbi, bana ne güzel misafirler geldi!” diyor.
Hemen koca bir hurma dalı kesiyor meyveli. Arkadan bir koyun kesecek, Efendimiz hemen:
“‒Sakın süt veren bir hayvanı kesme!” diyor.
Bir koyun kesiyor, pişiriyor, Efendimizʼin önüne koyuyor. Ebû Bekir Efendimiz, Ömer Efendimiz yiyorlar. Sonra Efendimiz buyuruyor ki:
“‒Bakın, diyor «ثُمَّ لَتُسْپَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ» Bu yediklerimizden sorulacağız.” diyor.
Helâl yiyecek, ikram yemeği, en helâl yemek… Fakat kim ikram ediyor, o hurmayı kim ikram ediyor, o hayvanı kim ikram ediyor, fâil-i mutlak kim: Cenâb-ı Hak…
Cenâb-ı Hak demek ki şükür istiyor. Hep teşekkür istiyor verdiği nîmetlerde.
Ondan (sonra) bir bedevî geliyor:
“‒Yâ Rasûlâllah, diyor. Elhamdü lillâh, çok şükür, diyor. Benim bir şeyim yok, diyor. Ne dünya malım var, hiçbir şeyim, bir malım yok, diyor. Ben diyor «ثُمَّ لَتُسْپَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ» O gün hesap vereceklerden olman ben, diyor. Ben bu işten kurtuldum.” diyor.
Efendimiz diyor ki:
“‒Senin hiç gölgelendiğin ağaç yok mu?” diyor. Allah o ağacı yarattı; sen gölgelen diye… “Gölgelendiğin ağaç yok mu?” diyor. “Aldığın nefesler yok mu?” diyor, huzurla, rahatlıkla… “İçtiğin su yok mu?” diyor. “Sen de onlardan sorulacaksın.” diyor.
Velhâsıl, Cenâb-ı Hak dâimâ, kul Oʼnu unutmayacak; “Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.”
Tabi bunlar helâller… Şükür, teşekkürü… Bir de haramları düşünelim: Bir felâket, fâcia!..