Yıl: 2014 Ay: Kasım Sayı: 117
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu kıssayı naklettiğini haber vermektedir:
“İsrâiloğullarıʼndan bir kimse, arkadaşından bin dinar borç talep etti. O ise:
«‒Bana şâhitlerini getir, onların huzurunda vereyim de şâhit olsunlar!» dedi.
Borç isteyen kimse:
«‒(Fânîlerden şahidim yok.) Şâhit olarak Allah yeter!» dedi.
Diğeri:
«‒Öyleyse buna kefil getir.» dedi.
Borç isteyen:
«‒Kefil olarak Allah yeter!» dedi.
Diğeri:
«‒Doğru söyledin.» dedi ve belli bir vâdeye kadar parayı ona verdi.
Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu, vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, fakat bulamadı. Bunun üzerine bir odun parçası alıp içini oydu. Borçlu olduğu kimseye hitâben yazdığı mektupla birlikte bin dinarı o oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapatıp düzledi ve denize getirip (gönlündeki engin îmânı ve Cenâb-ı Hakk’a olan tevekkül, teslîmiyet ve îtimâdını serdedercesine):
«‒Ey Allâhım! Biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım.
Benden kefil isteyince, “Kefil olarak Allah yeter!” demiştim. O da kefil olarak Sen’den râzı olmuştu.
Yine benden şâhit istediğinde, “Şâhit olarak Allah yeter!” demiştim. O da şâhit olarak Sen’den râzı olmuştu. Ben ise şimdi malını ona göndermek üzere bir gemi bulmak için gayret ettim, fakat bulamadım. Şimdi onu Sana emânet ediyorum!» dedi ve odun parçasını denize attı. Odun (deniz üzerinde yüzerek gözden) kayboldu.
Sonra oradan ayrılıp memleketine gidecek bir gemi aramaya devam etti.
Diğer taraftan borç veren kimse de parasını getirecek bir gemi gelir ümidiyle (sahilde ufuklara) bakmaya başladı. Bu arada, içinde parası bulunan odun parçasını buldu. Onu âilesine odun yapmak üzere aldı. Odunu testere ile bölünce, içinde para ve mektup olduğunu gördü.
Bir müddet sonra borç alan kimse geldi. Bin dinar getirdi ve:
«‒Malını getirmek için durmadan gemi aradım, ancak bundan önce gelen bir gemi bulamadım.» dedi.
Alacaklı:
«‒Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?» diye sordu.
Borçlu:
«‒Ben sana, bindiğim gemiden önce bir gemi bulamadığımı söylüyorum.» dedi.
Alacaklı:
«‒Allah Teâlâ Hazretleri, odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı bize ulaştırdı ve senin yerine borcunu ödedi. Şimdi bu getirdiğin bin dinarı geri al ve selâmetle git!» dedi.” (Buhârî, Kefâlet, 1, Büyû 10)
İşte temiz ve sağlam îtikâda sahip bir gönlün, Allâh’a olan tevekkül, teslîmiyet ve îtimâdı neticesinde, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna yardım edeceğini ve onu aslâ yüz üstü bırakmayacağını gösteren ibretli bir hâdise…
Unutmamak lâzımdır ki, Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde yaşayıp Allâh’a tevekkül ve teslîmiyet göstermek; kalbin huzur, saâdet ve selâmetinin en büyük vesîlesidir.
Cenâb-ı Hak da, kulunun kendisinden başkasına dayanıp güvenmesinden aslâ hoşlanmaz. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:
“…Mü’minler ancak Allâh’a tevekkül etsinler!” (İbrahim, 11)
“…Allâh’a tevekkül edene, Allah kâfîdir!..” (et-Talâk, 3)
Şimdi bir düşünelim;
Acaba bizler, karşılaştığımız herhangi bir hususta fânîlere ne kadar sığınıyor, güveniyor ve onlardan yardım istiyoruz? Onların yegâne yaratıcısı ve sahibi olan, fâil-i mutlak Cenâb-ı Hakk’a ne ölçüde sığınıyor, güveniyor ve ilticâ ediyoruz? Aklımıza evvelâ, fânî sığınak, dayanak ve barınaklar mı geliyor, yoksa Bâkî olan Rabbimiz mi? İşte bu husus, îmânımızın seviyesini de ortaya koyan bir miyar hükmündedir.
Îman ve irfan penceresinden bakıldığında hiç şüphesiz, her hususta güvenilecek yegâne mercî; ölümsüz, ebedî ve Kâdir-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakʼtır. Aksi takdirde Hakkʼa tevekkül, teslîmiyet ve îtimâdın bir mânâsı kalmaz.
Cenâb-ı Hak bu hakîkati şöyle ifâde buyurur:
“Aslâ ölmeyecek, hakikî hayat sahibi ve dâimâ diri olan Allâh’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbîh et!..” (el-Furkân, 58)
Zira bir şeyi dilediğinde sâdece ona “كُنْ / Ol!” demesi yeterli olan Allah, bir şeye kefîl olursa imkânsız gibi görünen şeyler dahî kolayca hâsıl olur. Bu sebeple kula düşen, O’na tevekkül ve teslîmiyette ihlâs ve samimiyet gösterebilmesidir.
Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, mâruz kaldığı açlık yüzünden karnına taş bağlayan sahâbîlerdendi. Vâlidesi ona:
“–Kalk, Rasûl-i Ekrem’e git, O’ndan bir şeyler iste. Falan adam Rasûl-i Ekrem’e gitmiş, O da onun imdâdına yetişmiş. Filân da gitmiş, o da nîmete nâil olmuş. Haydi sen de git, belki bir hayırla dönersin.” dedi.
Ebû Saîd -radıyallâhu anh- ise vâlidesine cevâben:
“–Hele dur bakalım, bir şeyler arayalım, bulamazsak öyle gidelim.” dedi. Fakat bütün aramaları ve gayretleri boşa çıktı. Bunun üzerine çâresiz, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gitmeye karar verdi. Allah Rasûlü’nün huzûruna girdiğinde, onu hutbe îrâd ederken buldu ve hutbeyi dinlemeye koyuldu. Allah Rasûlü hutbesinde şunları söylüyordu:
“İstiğnâ gösteren ve iffetini muhâfaza eden insanları, Cenâb-ı Hak bütün âlemden müstağnî kılar.”
Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, bu sözü işittikten sonra, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bir şey isteyemedi ve eli boş bir vaziyette evine döndü.
Kendisi bundan sonraki hâlini şu şekilde anlatıyor:
“Rasûl-i Ekrem’den bir şey isteyemeden evime döndüğüm hâlde, Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi. İşimiz o kadar yoluna girdi ki, Ensâr içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu.” (Ahmed, III, 449)
Velhâsıl tevekkülün aslı, kulun karşılaştığı -hayır ve şer- bütün hâdiselerin Allah’tan olduğunu, O’ndan başkasının yaratma gücü olmadığını bilmesi ve muhtaç olduğu her hususta üzerine düşeni yapıp neticesini Allâh’a havâle etmesidir. Tevekkülün bu kadarı farzdır ve îmânın bir gereğidir. Zira Allah Teâlâ: “…Eğer mü’minler iseniz ancak Allâh’a tevekkül edin.” (el-Mâide, 23) buyurmaktadır.
Fakat bu Allâh’a güvenme ve dayanma keyfiyeti -bir takım cahillerin anladıkları gibi- her teşebbüsten elini çekmek, tedbirlere ve sebeplere aldırmamak sûretiyle değil, bilâkis onlara müracaattan sonra Allâh’ın kudret tecellîsine dayanmakla olur.
Nitekim çalışıp gayret etmeden işi tembelliğe vardıran, sonra da; “Biz tevekkül ehliyiz.” diyen kimseleri Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; “Siz Allâh’a değil, başkalarının malına güvenen yiyicilersiniz. Hakîkî mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allâh’a güvenen insandır.” diye azarlamıştır.
Son olarak şunu da ifâde etmek lâzımdır ki, fâil-i mutlakʼın Allah olduğunu bilmek kaydıyla mecbur kalındığında fânîlerden yardım istemekte bir beis yoktur. Yine şifânın Allahʼtan olduğunu bilmek şartıyla doktora gitmenin, Allâhʼın lûtfettiği şifânın vesîlelerine sarılmak mâhiyetinde olduğu ve tevekküle mânî olmadığı unutulmamalıdır.
Çünkü Allah Teâlâ, ilâhî irâdesiyle hükmüne ve kudretine bağlı olarak cihan idaresi için bir takım sebepler yaratmış ve bunları kanunlaştırmıştır.
Meselâ; çalışmayı kazanmaya, gıdayı hayata, tedâviyi sıhhate, evlenmeyi neslin devamına, ateşi yakmaya, yağmuru nebatlara sebep kılmıştır.
Cenâb-ı Hak bizleri, “Allâh’a koşun!..”[1] emri muktezâsınca her işimizde dâimâ ve sadece kendisine tevekkül ve teslîmiyet gösteren kulları zümresine lûtf u keremiyle ilhâk eylesin…
Âmîn…
[1] ez-Zâriyât, 50.