DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
“EY DÜNYA!
SANA HİZMET EDENİ YOR VE YIPRAT!”
Yine Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-ʼın çok güzel bir öğüdü var. Buyuruyor ki:
“Dört şey vardır ki zâhiri fazîlet, bâtını farzdır. Sâlihlerle oturup kalmak fazîlet; onlara uymak farzdır. Kurʼân okumak fazîlet; onunla amel etmek farzdır. Kabirleri ziyaret etmek fazîlet; kabre hazırlanmak farzdır. Hastayı ziyaret etmek fazîlet; hastadan ibret almak, o da farzdır.” buyuruyor.
Cenâb-ı Hakkʼın bir sâlih kuluna yardımını bildiriyor Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“Allah Teâlâ dünyaya şöyle vahyetti:
«‒Ey dünya! Bana hizmet edene (yani Hak yolunda gayret gösterene) sen de hizmet et. (İhtirasına mağlûp olup) sana hizmet edeni ise, kendi işlerinde yor ve yıprat onları.”
İşte; “Çalışmıştır, boşuna.” (el-Ğâşiye, 3)
Rahmetli Sâmi Efendi Hazretleri, bu şeyleri çok, hemen hemen çok sohbetlerde okurlardı.
Onun için Cenâb-ı Hak hepimize -inşâallah- ihlâs nasîb eylesin. Bir de riyâdan kurtulabilmeyi, amellerimizin boşa çıkmaması için gayret gösterebilmeyi nasîb eylesin.
Yine Kehf Sûresiʼnde Cenâb-ı Hak:
“(Rasûlüm!) De ki: Yaptıkları ameller yüzünden en çok zarara uğrayacak kimseleri haber vereyim mi? Onlar, güzel şeyler yaptıklarını zannetmelerine rağmen, dünya hayatında yaptıkları çalışmalar boşa giden kimselerdir.” (el-Kehf, 103-104)
Kurʼân-ı Kerîmʼde yine kıyametten, ibretli bir manzara var, Müddessir Sûresiʼnde:
Günahkârlara; “‒Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?” diye uzaktan, Cennetʼe girenler sorarlar Cehennemʼe girenlere; “‒Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?” diye sorarlar. Onlar şu cevabı verirler:
“‒Biz, namaz kılanlardan değildik.” derler. (Bkz. el-Müddessir, 40-43)
Demek ki kendimiz namaza çok ehemmiyet verme, İbrahim -aleyhisselâm-ʼın derdine girme (durumundayız).
İbrahim -aleyhisselâm-:
“Rabbim, beni namaz kılanlardan ve evlâtlarımı/zürriyetimi namaz kılanlardan eyle! Duâmı kabûl et!” (İbrahim, 40)
Namaz zor bir iş. Öyle bir zor iş ki namaz, fahşâdan, münkerden koruyacak, kalp ve beden âhengi içinde bir namaz olacak. Gelişigüzel bir namazı, yat-kalk bir namazı Cenâb-ı Hak; فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ buyuruyor. “Yazıklar olsun o namaz kılana.” (el-Mâûn, 4) diyor.
Allâhʼın bu lûtfunu, bu ikramını ziyan ediyor. Fakat daha beteri, tabi namaz kılmamak… O yakıcı ateşe girenler; “Biz namaz kılanlardan değildik.” diyecekler. Onun için en mühim, anne-babanın en büyük, evlâdına ikramı; onu ufak yaşta namaza alıştırması. Namaza alıştırması, cömertliğe alıştırması, vermeye alıştırması, paylaşmaya alıştırması, güzel ahlâka alıştırması…
İkinci hususiyeti bu, Cehennemʼe girenlerin, ateşe girenlerin, o uzaktan soruyorlar:
“Biz yoksulu doyurmazdık.” (el-Müddessir, 44) diyorlar. “Hep kendi nefsî, nefsî, derdik.” diyorlar. Sanki Dünya kendileri için yaratılmış. Allah yalnız kendileri için vermiş. İmtihan olarak vermemiş.
Cenâb-ı Hak; “mallarıyla, canlarıyla Cennetʼi satın aldılar” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 111) 10 yerde Kurʼân-ı Kerîmʼde, canlarıyla mallarıyla istikâmetlenmemiz bildiriliyor. 2 yerde imtihan olunmamızı. Yani 12 yerde can-mal nasıl kullanılacak?
“Yoksulu doyurmazdık.” (el-Müddessir, 44) diyorlar. Hâlbuki Cenâb-ı Hak bizden fedakârlık istiyor. Kul, malı Allah niye verdi, tefekkür edecek.
Cenâb-ı Hak:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
“Sevdiklerinizden vermedikçe [birrʼe/iyiliğe eremezsiniz] (Allâhʼa yaklaşamazsınız)…” (Âl-i İmrân, 92) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Yine insanın gafletini Cenâb-ı Hak Veʼl-Fecr Sûresiʼnde bildiriyor:
Biz diyor, ona imtihan olarak mal veririz diyor. O da sevinir: “‒Allah beni sevdi ki bana mal verdi.” der, diyor. (Bkz. el-Fecr, 15) Halbuki imtihan. Çok kimsenin ayağı oradan kayıyor.
“Çalışmıştır, boşuna.” (el-Ğâşiye, 3) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Onun bir alttaki âyeti:
Azaltırız diyor imtihan olarak, o da üzülür diyor. İmtihan olarak azaltırız diyor. (Bkz. el-Fecr, 16) Belki azalması onun için iyi.
Demek ki kul devamlı Cenâb-ı Hakʼtan râzı hâlde yaşayacak. Bu benim için hayırdır (diyecek)… “لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا الله” (Gaybı Allahʼtan başkası bilemez.) Öteyi bilmiyoruz.
Üçüncüsü:
“Bâtıla dalanlarla beraberdik.” (el-Müddessir, 45) diyorlar.
Bakın bugün global dünya… Kardeşler!.. Liberal dünya, materyalist dünya, âhiretsiz bir dünya telkin ediyor. Televizyondaki programlarıyla, internetteki savrulan sokaklarında, modaların kandırmacaları, reklâmların kandırmacaları… Bunlarla âhiretsiz bir dünya telâkkîsi (aşılanıyor), âhireti unutturuyor. İşte burada da onlar “Bâtıla dalanlarla beraberdik.” (el-Müddessir, 45) diyorlar.
Yani kul, dâimâ teyakkuz hâlinde olacak. Nefsine rûhunu esir etmeyecek. Tabi dördüncü olarak da:
“Cezâ gününü yalan sayanlardan olduk.” (el-Müddessir, 46) diyorlar. Artık iyice… Bir kelp misalini Cenâb-ı Hak misal veriyor. “Dili çıkar solur” diyor vs. diyor. (Bkz. el-A‘râf, 176) Artık o dünyanın bu nefsânî hayatı onu iyice bir sarhoş eder.
“Cezâ gününü yalan sayanlardan olduk. Sonra ölüm geldi bize çattı.” (el-Müddessir, 46-47) diyorlar. İşte bu hâle düştük diyorlar.
Sonra Cenâb-ı Hak, ondan sonra gelen âyette onların Cehennemʼdeki azıklarını bildiriyor. Tabi o çok… Yani nasıl bir azık verecek, onun bir şiddetini bildiriyor.
Yine Hâkka Sûresiʼnde:
“O günahkârların yediği, kanlı irinden başka yiyecekleri yoktur.” (el-Hâkka, 36-37) buyruluyor.
Ondan sonra Cenâb-ı Hak, îman ile, sâlih ameller ile, o şekilde intikal edenlerin durumunu bildiriyor:
وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاعِمَةٌ لِسَعْيِهَا رَاضِيَةٌ
“Yüzler vardır o gün nîmetlerden mutludur. Dünyada yaptıklarının sonucu olarak (amel-i sâlihlerinin sonucu olarak) gayet memnundur.” (el-Ğâşiye, 8-9)
Bir toprağın verimli olması, üzerine yağan yağmura bağlı, Güneşʼe bağlı ve bahar esintilerine bağlı. Kalp de aynı onun gibi. Yani kalp de o rûhânî yağmurları istiyor, amel-i sâlihler istiyor.
Bir insan ancak Kurʼân ve Sünnet ikliminde yaşadıkça gerçek değerini kazanır.
İbrahim Havvâs Hazretleri:
Sâdık ve sâlih kimseler, farz ibadetlerini îfâ ederler diyor. Biter diyor, nâfile ibadetlere koşarlar, amel-i sâlihlere koşarlar, hizmete koşarlar diyor. Onları görürsen diyor, hepsi onların sâlih ameller üzeredir diyor.
Âyet:
فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ
(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirah, 7-8])
Bir hayırlı iş biter, diğer hayırlı işe koşarlar. Cenâb-ı Hak bizden böyle bir şey istiyor. Zahmetler de olacak. Zahmetlerin sonunda Cenâb-ı Hak bir ferahlık veriyor. Dünya da öyle…
Her rekâtta, Fâtiha okuyoruz. Orada اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ diyoruz. (el-Fâtiha, 7) Yani “Yâ Rabbi! Nîmet verdiklerinin hâlinden istiyoruz.” Kimler o nîmet verdikleri? Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
“Kim Allâhʼa ve Rasûlüʼne itaat ederse, işte onlar, Allâhʼın kendilerine lûtuflarda bulunduğu peygamberler/nebiyyîn, sıddîkîn/sâdıklar, şühedâ/şehidler ve sâlihîn/sâlihler (ile beraberdir). وَحَسُنَ اُولٰـئِكَ رَفِيقًا / onlar ne güzel arkadaşlardır.” (en-Nisâ, 69) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Demek ki biz her şeyde (rekâtta) Cenâb-ı Hakkʼa “اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ” diyoruz. Demek ki, bu peygamberlerin vasıfları, sâdıkların vasıfları, Cenâb-ı Hakkʼa sadâkat, Rasûlullah Efendimizʼe sadâkat, Kurʼânʼa sadâkat…
Şühedâ; Allah için fedakârlık…
Sâlihîn; ivazsız, garezsiz, hasbeten lillah.
يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) Cenâb-ı Hak alıyor bütün ibadetlerimizi, sadakalarımızı…
Nasıl Cenâb-ı Hak bizden bir gönül âlemi istiyor?
Yani şunu şey yapacağız (idrâk edeceğiz): Kurʼân ve Sünnetʼi yaşamayan bir gönül, ne kadar istîdatlı olursa olsun zâhiren, çölleşmeye mahkum!.. Yani okyanus ortasında dümeni kırılmış bir gemi gibi, hangi girdapta batacağı belli değil.
İslâmʼı yaşamanın üç husûsiyeti var:
Birincisi ilim.
Bu ilim de, Efendimiz buyuruyor:
اَلْعِلْمُ لَا يَنْفَعُ “Menfaat vermeyen ilimden Sana sığınırım.” (Müslim, Zikir, 73)
Yani ilim, bizi Cenâb-ı Hakkʼı tefekküre götürecek. İlâhî azameti tefekküre götürecek. Allâhʼın verdiği nîmetleri bir tefekküre… Bir şükür, bir hamd…
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
(“Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allâhʼa mahsustur.” [el-Fâtiha, 2])
Hamd hâlinde yaşayacağız.
Efendimiz:
“İki kişiye gıpta edilir:
“(Bir:) Allâhʼın kendisine ihsan ettiği malı Allah yolunda harcayıp tüketen kimse.
İki: Allâhʼın verdiği ilimle yerli yerince hükmeden onu başkalarına öğreten kimse.” (Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ’tisâm 13, Tevhîd 45; Müslim, Müsâfirîn 268)
Bu ne ilmi: Kurʼân-ı Kerîm ve Sünnet ilmi. Cenâb-ı Hak bize Kurʼân-ı Kerîmʼi:
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
Takvâ sahibi olmak şart. “…Takvâ sahiplerine hidâyet rehberidir.” (el-Bakara, 2) buyruluyor.
Yine, Ahmed bin Ebû Verd Hazretleriʼnin:
“Üç şey vardır ki, bunlar bir velî kulda arttıkça, güzel hâlleri de artar:
Makâmı yükseldikçe, tevâzuu artar. (Apoletler yükselmiş, seviye yükselmiş.) Makâmı yükseldikçe, tevâzuu artar.
İkincisi; ömrü uzadıkça, hizmeti artar. (Zâten yaklaşıyorsun.)
Malı çoğaldıkça, cömertliği artar.”
Cenâb-ı Hak yine ilimden, Fâtır Sûresiʼnde:
“…Kulları içinden ancak âlimler Allahʼtan (gereği gibi) korkar.” (Fâtır, 28)
İşte ilk âyet:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1)
Cenâb-ı Hak insana ilimler verdi. Tıp, botanik, fizik vs. kimya filân. Bunda gâye nedir? Niye diğer mahlûkâta vermedi? (Çünkü) insan için Cennet, Cehennem var. Onlardaki hikmetleri düşünecek. Cenâb-ı Hakkʼın azamet-i ilâhiyyesinin, kudret akışlarının idrâki içinde yaşayacak. “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Bir tohumdan o ağaç nasıl çıkıyor? Bir spermden bir insan nasıl meydana geliyor? Bir tavuk, bir yumurtayı kimin için yapıyor?
Velhâsıl, okuyacak… Bunu okuyacak. Bunu okuyabilmesi için de o tahsili yapabilmek için, Cenâb-ı Hak üç tane şart bildiriyor:
Birincisi; سَاجِدًا وَقَائِمًا (“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9])
“…Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyuruyor.
Birincisi, demek ki bir, bizden Cenâb-ı Hak bir, seher vakti istiyor. Seher vakti Cenâb-ı Hak kulunun kendisiyle beraber olmasını istiyor.
Tabi seher vakti zor bir an. Yatak mıknatıs gibi çeker. Fakat o seherde de dünyevî alâkalar biter, Cenâb-ı Hakʼla bir beraberlik başlar. Riyâdan da uzaktır.
Demek ki; وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ buyuruyor. “…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17) buyuruyor.
Burada: “سَاجِدًا وَقَائِمًا” buyuruyor.
“İbâdurrahman; سُجَّدًا وَقِيَامًا” buyuruyor Furkan Sûresiʼnde. (Bkz. el-Furkān, 64) O, Allâhʼın rahmetinin tecellî ettiği kullar, geceleri bir ibadet ve kulluk içinde geçirirler.
İkinci, bilenler:
يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ / “…Âhiret endişesi içinde olanlar…” (ez-Zümer, 9)
Efendimiz dâimâ, muvaffakıyet zamanlarında, o Mekke Fethiʼne girerken, bir taşkınlık olmasın, bir enâniyet olmasın diye, devenin üzerinde secde hâlinde giriyordu. Sakalı devenin sırtına değiyordu. Etrafına; “Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyuruyordu. (Buhârî, Rikāk, 1)
Zor zamanlarda, o Hendek Harbiʼnde… Soğuk, açlık vs. tabiat şartlarının zorluğu… Hendek açıyorlar; 4 km hendek açılacak. Dozerler yok o zaman, kazma kürekle… Efendimiz de giriyor, şey yapıyor (bizzat kazıyor). O kadar bir hâl oldu ki, ashâb-ı kirâm; “Acaba Allâhʼın rahmeti gelmeyecek mi?” diye kalpte tereddütler başladı. O zaman da Rasûlullah Efendimiz:
“Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyuruyordu. (Buhârî, Rikāk, 1)
Demek ki, konuşurken, “Esas âhiret hayatı…” Onu düşüneceğiz. Ağzımızdan çıkan her kelime ekrana gidiyor, ilâhî ekrana nakloluyor.
Ticarî hayatta “Esas hayat âhiret hayatıdır.” diyeceğiz. Dilimizi iyi muhafaza edeceğiz.
Âile hayatında “Esas hayat âhiret…” Ben, yavrularımdan, hanımımdan vs. eşimden mesʼûlüm diyeceğiz. O şekilde bir âhiret hayatı olacak.
İbadette; namazda, oruçta, hepsinde bir “Esas hayat âhiret hayatı…” Namazın bir huşû vermesi lâzım. Orucun bir tefekkürle, bütün uzuvlara, göze, kulağa, ağıza her şeye oruç tutturmak lâzım. Zekât, sadaka, infak; 125 yerde geçiyor. Cenâb-ı Hak:
يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) “Ben alırım.” buyruluyor. Cenâb-ı Hak emânet olarak veriyor. Ölümle zaten ne malın kalacak ne bir şey kalacak. Hepsi bitecek.
Demek ki dâimâ:
يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ (“…Âhiret endişesi içinde olanlar…” [ez-Zümer, 9])
Birincisi, seherler…
İkincisi ölümü, âhireti unutmamak.
Üçüncüsü de;
وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ (“…Rabbinin rahmetini uman…” [ez-Zümer, 9]) Cenâb-ı Hakʼtan rahmet dileyenler. Duâ hâlinde yaşanacak.
Cenâb-ı Hak Furkan Sûresiʼnin sonunda:
“(Ey Peygamber onlara) söyle (diyor): Onların (diyor, ibadetleri olmasa) duâları olmasa, ne işe yarar onlar!?..” diyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-Furkân, 77)
Ben yaptım, ben ettim, şu kadar hatim, şu kadar câmi… Yok!.. Kabûlü için Cenâb-ı Hakkʼa duâ edeceğiz. Bütün amellerimizin kabûlü için duâ edeceğiz Cenâb-ı Hakkʼa.