DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
EFENDİMİZ’İN BİZÂTİHÎ KENDİSİ MÛCİZEDİR
Elhamdü Lillâhi Rabbiʼl-Âlemîn. Veʼl-âkıbetü liʼl-müttakîn. Vessalâtü vesselâmu alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Muhterem hâzirûn! Cümlenizden Allah râzı olsun. Buraya Allah rızâsı için toplandınız. -İnşâallah- Cenâb-ı Hak büyük bir bereket ihsân eyler.
Elhamdülillah, Cenâb-ı Hakkʼa sonsuz şükürler olsun, bizleri ümmet-i Muhammed kıldı. Bu bizim için, kâ‘bına varılmaz bir zenginlik, kâ‘bına varılmaz bir lûtuf.
Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi yakından tanıyabilmeyi, cümlemize ihsan ve ikram eylesin -inşâallah-.
Efendim; okunan âyet-i kerîmeler, oradan ben başlamak arzu ederim.
Üsve-i Hasene:
Cenâb-ı Hak sâlih insanlar arasından, topluma peygamber gönderir. O toplumu terbiye etmek için. Peygamberler, en büyük insan terbiyecileridir. Peygamber, topluma gelir. Ben peygamberim.” der. Toplumdaki halk da der ki:
“‒Eğer sen peygambersen, bize, insanüstü bir hâdise göster. Bir mucize göster.”
Gelen peygamber de Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla o yapıya göre, o sosyal yapıya göre, insanların erişemediği, hârikulâde bir hâdise gösterir. Kalbinde îman neşvesi olanlar;
“–Sen peygambersin.” derler.
Yalnız, 124.000 küsur peygamber içinde yalnız Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bir topluma değil, bütün insanlığa peygamber olarak gönderildi. İnsanda bir mucize. Asırlara örnek. Zamanlara, mekânlara örnek.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi Cenâb-ı Hak öyle bir mûcize ile gönderdi ki, o mûcize kıyamete kadar devam edecek. Nasıl 1400 sene evvel Efendimizʼin mûcizesini görmek isteyenler, Kurʼânʼı görüyorlardı… Edebiyat fuarları sıfırlandı bitti. 100 şair iştirak ederdi. 7 şair müsabakaya girilir, iki senede bir. Kurʼân-ı Kerîm inmeye başladığı zaman edebiyat fuarları sıfırlandı, bitti, kapandı.
Meşhur İmruuʼl-Kaysʼın kızı geldi; dedi:
“‒Artık Kurʼân indikten sonra babamın yazdığı şiirlerin hiçbir değeri kalmadı.” dedi.
O şâir grubundan da bir grup;
“–Aman (dedi) gelin birleşelim, bir benzerini yazalım.” diye bir cürʼet edemediler.
Hattâ o zamanın dehâlarından biri de Velid bin Muğîre, Müddessir Sûresiʼnde; başını eğdi, sağa-sola çevirdi, bir sıkıntıyla… (Bkz. el-Müddessir, 18-25)
“–Bu bana gelmeliydi.” dedi. “–Benim (dedi) çoluk-çocuğum çok (dedi), benim servetim de var, bu bana gelmeliydi.” dedi.
Yine diğer bir sûrede ise:
“–Bu, iki karye halkından birine gelmeliydi. Çünkü biz zenginiz, varlıklıyız, bize gelmeliydi.” (Bkz. ez-Zuhruf, 31)
Ebû Cehil geldi, dedi ki:
“–Sen bize bir yol göster (dedi). Sen Arabʼın dâhisisin (dedi). Üstâdımızsın.” dedi.
Ebû Cehilʼe dedi ki Velid bin Muğîre:
“–Ben şiirin en üstününü bilirim (dedi). Cinlerin bile şiirini bilirim (dedi). Geçmişlerin şiirini bilirim (dedi). Şiirle konuşurum (dedi). Bu, şiir değildir (dedi) Kurʼân (dedi). Ben kehâneti bilirim; kehânet de değildir (dedi). Ben sihri bilirim; sihir de değildir.” dedi.
Ebû Cehil ısrar etti:
“‒Sen bizim üstâdımızsın, bir şey söyle.” dedi.
“‒Eh, sihirdir, diyelim.” (dedi) geçti. Fakat sonra dedi:
“‒Bu (dedi), iki karye halkından keşke birine inseydi, biri bana, biri -Tâifʼte birisi vardı- ona inmeliydi.” dedi. (Bkz. ez-Zuhruf, 31)
Yani Kurʼân-ı Kerîm mûcizesini, bütün Mekke halkı, bütün edebiyatçılar, vicdanen kabul ettiler; nefsâniyetlerine ağır geldiği için reddettiler. Cenâb-ı Hak öyle bir mûcize Efendimizʼe veriyor ki, mûcize, asırlara bir mûcize, kıyamete kadar bir mûcize…
Yine Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde:
“–Eğer (diyor), muktedirseniz ins ve cin topluluğu, bütün insanlar ve cinler, birleşin.” buyuruyor. Yani beş, on, yirmi değil. On, on beş fakülte değil. “Bütün ins ve cin topluluğu birleşin, bir benzerini meydana getirin.”
Bir cevap yok.
“–Hiç yoksa on sûreyi meydana getirin.”
Ona da cevap yok.
“–Hiç yoksa bir tek sûre benzeri meydana getirin.”
O da yok. (Bkz. el-Bakara, 23; el-Kasas, 49-50)
Ve Kurʼân-ı Kerîm kıyamete kadar bu saltanatını sürdürecek, devam edecek.
Her şeyle bir mûcize. Yani bir fesâhat, belâgatiyle, edebiyatıyla, diksiyonuyla değil, her şeyiyle mûcize. Çünkü Kurʼân-ı Kerîmʼde diksiyon Allâhʼa âit.
Cenâb-ı Hak, okunan âyet-i kerîmede, Rasûlullah Efendimizʼin “Üsve-i Hasene” bir örnek şahsiyet… Asırlara örnek şahsiyet. Herkes problemini, 23 senelik nebevî hayatında, Efendimizʼin yaşadığı bir hayatta, bir benzeriyle, bütün problemini çözer. İşte ashâb-ı kirâm bu problemini çözdü; câhiliye insanıyken, yarı vahşi insanken, bir asr-ı saâdet ümmeti, bir asr-ı saâdet toplumu meydana geldi.
Bizim için, çok büyük bir lûtuf. Fakat Cenâb-ı Hak, bu üsve-i hasene olması için, yani örnek şahsiyet olabilmesi için bir müʼminde, o müʼminin üç tane karaktere sahip olması lâzım (geldiğini bildiriyor):
Birincisi; “…Allâhʼa kavuşmayı umanlar…” (el-Ahzâb, 21)
Yani bir, Cenâb-ı Hakʼla beraberliği temin edenler hayatta. Nasıl olacak bu? Yine Cenâb-ı Hak, Âl-i İmrân Sûresiʼnde:
“Ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler. Yâ Rabbi… Sen Sübhanʼsın derler. Bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Birincisi, demek ki kalbin Cenâb-ı Hakʼla beraber olması.
İkincisi; “…Âhirete kavuşmayı umanlar…” (el-Ahzâb, 21)
Hayatımızın her safhasında esas hayatın âhiret hayatı olduğunun idrâki içinde bulunabilmek.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dâimâ hatırlatırdı: Muvaffakıyet zamanında bir taşkınlık olmasın, (muvaffakıyeti) kendine izâfe etmesin, Cenâb-ı Hakkʼı unutmasın: “Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyururdu. (Buhârî, Rikāk, 1)
Yine zor zamanlarda, bir Hendek Harbiʼnde olduğu gibi, “–Acaba Allâhʼın yardımı gelmeyecek mi?” gibi, kalbe vesvese düştüğü zaman da yine Efendimiz; “Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyurdu. (Buhârî, Rikāk, 1)
Cenâb-ı Hak ağır imtihandan sonra, gözükmeyen ordularını, meleklerini gönderdi.
Üçüncüsü; “…Allâhʼı çok zikreden kimseler için Allah Rasûlüʼnde örnek, üsve-i hasene, örnek şahsiyet vardır.” (el-Ahzâb, 21) buyuruyor.
Ve Cenâb-ı Hak da bizim O Rahmet Peygamberiʼnin rahmetinden bir nasîb almamızı, o rahmet dokusundan bir doku almamızı Cenâb-ı Hak arzu ediyor. Bizim için çok büyük bir nîmet.
Ondan sonra okunan âyet-i kerîmede, Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimizʼi bildiriyor: “O şâhit.” (el-Ahzâb, 45, el-Fetih, 8)
Bütün insanlığa İslâmʼın şâhidi. Yani hayatın bütün; ibadet, muâmelât, ahlâk, ukubât, hukuk, insanın bütün hayatını, nefeslerini tanzim edecek şekilde.
“Müjdeci” (el-Ahzâb, 45, el-Fetih, 8)
Diğer taraftan da “îkaz edici” (el-Ahzâb, 45, el-Fetih, 8)
Yani en büyük insan terbiyecisi. Peygamberlerin zirvesi. Cenâb-ı Hak bize lûtfetti. Yeter ki Oʼna yaklaşabilelim…
Bir uçakta giderken, şehirlere baktığımız zaman, birbirine benzer. Fakat uçak inip o şehre girdiğimiz zaman, o şehrin husûsiyetlerini görmeye başlarız. Daha evvel arkadaşlarımız bildirdi; Oʼnun bir, “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet) olduğunu, nasıl bir rahmet tevzî ettiğini. Elinden, gözünden, yüreğinden bir rahmet tevzî ettiğini.
Ne kadar yaklaşırsak, o kadar âşinâ oluruz. İşte sahâbî yaklaştı, âşinâ oldu, hayran oldu; “–Canım-malım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedi.
Efendimiz sordu:
“‒Şu mektubu Necâşîye, şu krala kim götürür? Rum kralına, Pers kralına kim götürür?”
En gencinden en yaşlısına kadar kalktı:
“‒Yâ Rasûlâllah! Bu şerefi bana ver.” buyurdu. Nasıl o çölleri aşacak, nasıl o karlı dağları geçecek, nasıl kralın huzurunda bütün cellâtların, cellâtlar kralın bir göz ucuna bakıyor, cellâtların içinde Allah Rasûlüʼnün mektubunu okuyacak? Ölüm, bir hiçti…
Ondan sonra gelen âyet: Bizim, Rasûlullah Efendimiz bizim idrâkimizin dışında. Hem içinde, hem dışında. Dışında: Bizim, mümkün değil, Oʼnun, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi, Oʼnu tanımamız mümkün değil. Yani Oʼnu dışta tanımamız. Çünkü Efendimiz buyuruyor ki:
“Benim bildiğimi bilseydiniz, (…yemezdiniz, içmezdiniz), sahralara düşerdiniz, (yuvalarınıza dönemezdiniz.)” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Züdh, 19)
Yani Efendimiz -teşbih câizse- bir okyanus. Ancak bizim oradan alabileceğimiz, okyanustan, kabımız kadar.
Yine Rasûlullah Efendimiz bizim içimizdedir. O da ne kadar biz takvâ sahibi, müttakî, müttakıyye olabilirsek, o kadar Rasûlullah Efendimizʼi yakından tanıyabiliriz.
Âyette:
“Allah -celle celâlühû- salât eder…” (el-Ahzâb, 56)
Oʼnu “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet) olarak gönderdi. En büyük rütbe, en büyük meziyet.
Mîracʼda sordu:
“–Habîbim! Senʼi Ben neyle taltif edeyim?” dedi.
Efendimiz buyurdu ki:
“–Yâ Rabbi! Sen beni Sana kul olmakla taltif eyle!”
Tabi nasıl, Allah Rasûlü bir kul olmakla, bir ufuklar açıldı?..
Demek ki “Allah ve melekler salât eder…” (el-Ahzâb, 56) buyuruyor. Cenâb-ı Hak رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet) olarak gönderiyor. (Bkz. el-Enbiyâ, 107)
Melekler duâ ediyor. “…Siz de salât edin, tam bir teslimiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyuruyor Rabbimiz.
Yakından tanımak Efendimizʼi. Hayran olmak, mest olmak. Müşrikler bile hayrandı. Ebû Cehil dedi, bir gün geldi:
“–Bak Muhammed (dedi), biz Senʼinle Mekkeʼde beraber büyüdük (dedi). Sen hiç yalan söylemedin (dedi). İçimizde en doğru insan Senʼsin (dedi). Yine Sen doğruyu söylüyorsun ama (dedi), Senʼin istediklerini biz kabul etmiyoruz.” dedi.
Uhud Harbiʼnde Ebû Süfyan karşı taraftandı, müşrikler tarafındandı. Ömer -radıyallâhu anh-ʼa seslendi:
“–Ömer! (Dedi.) Ben (dedi) avenelerimden çok sana îtimâd ederim (dedi). Muhammed sağ mı değil mi?” dedi.
Demek ki bir müʼminin “el-emîn, es-sâdık” olabilmesi.
Yine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz İslâmʼı tebliğ etmeden evvel akrabalarını Safâ Tepesiʼnde topladı, Ebû Kubeys Dağıʼnın eteğinde.
“–Şu dağın ardında düşman var desem kabul eder misiniz?” dedi.
Onlar da:
“–Sen, el-emîn, es-sâdıksın (dediler). İçimizde en doğru insan Senʼsin. Senʼin her dediğin doğrudur.” dediler. (Buhârî, Tefsîr, 26)
Ondan sonra İslâmʼı tebliğ etmeye başladı.
Demek ki bir müslümanın “el-emîn, es-sâdık” olması, yani -demin de kardeşin bahsettiği gibi- elinden, dilinden, yüreğinden bir rahmet taşırması zarûrî…
Cenâb-ı Hak verdiği bu nîmetlerin bizden bir mukâbilini istiyor:
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“O gün, verdiğimiz nîmetlerden elbette, mutlakâ sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.
Yine Cenâb-ı Hak en son okunan Tevbe Sûresiʼnin son âyetlerinde, yine Cenâb-ı Hak bize Efendimizʼi tanıtıyor:
“İçinizden öyle bir peygamber gönderdik ki… (İçinizden gönderdik, yani biliyorsunuz, tanıyorsunuz, sizin içinizde büyüdü.) O çok raûf ve rahîmdir (size çok merhametli ve çok şefkatlidir).” (et-Tevbe, 128)
Kur’ân-ı Kerîmʼde 25, diğer rivâyette 28 peygamber ismi geçiyor. Hiçbir peygamberine Cenâb-ı Hak “raûf ve rahîm” diye iki sıfatı birbiriyle yan yana getirmiyor.
Demek ki Rasûlullah Efendimiz öyle bir رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet) ki şefkat ve merhametin son noktası…
İşte biz de Oʼnun ümmmeti olmak şerefiyle, haysiyetiyle, bizim de rahmet tevzî eden bir müʼmin olmamız zarûrî…