Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullâhi aleyh) -5-

Hak Dostlarından Hikmetler

2015 – Haziran, Sayı: 352, Sayfa: 032

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Halka, avâm nazarıyla bakan, yani onları hor ve hakir gören kişi, onlardan nefret eder. Hâlık’ın nazarıyla bakan ise onlara merhamet eder.”[1]

[Meşhur tâbiriyle; “Yaratanʼdan ötürü yaratılanı sevmek” veya “Hâlıkʼın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış” hassâsiyeti, kâmil müʼminlerin vazgeçilmez bir şiârıdır. Zira îmânın ilk meyvesi merhamettir.

Cenâb-ı Hak da Peygamber Efendimizʼin yanında bulunan müʼminlerin vasıflarını beyân ederken; “…Onlar birbirlerine karşı son derece merhametlidirler…”[2] buyurmaktadır. Dolayısıyla müʼminlere karşı kibirlenmek ve onları hor görmek; gönüldeki merhamet noksanlığının ve vicdânın dumûra uğramış olduğunun en bâriz göstergesidir.

İbâdullâhʼı istihkār, yani Allâhʼın kullarına küçümseme ve tahkir nazarıyla bakmak, en başta kişinin kendi haddini bilmezliğinin bir ifadesidir. Zira insan kendini bilirse, yani var olmak ve hayatını idâme ettirmek için bile dâimâ Rabbinin lûtfuna muhtaç olduğunu lâyıkıyla idrâk edebilirse, acziyetten âdeta ıslak bir kağıda döner. Ne Rabbine, ne de Oʼnun kudret ve sanatının muhteşem eserleri olan mahlûkâta, büyüklük taslamaya mecâli kalmaz.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-ʼın ifadesiyle:

“Övünmek Âdemoğlunun neyine ki?! Evveli nutfe, sonu ise cîfedir! Kendi rızkını dahî yaratamadığı gibi, kendini helâkten de kurtaramaz.”

Cenâb-ı Hakkʼın ilâhî kudret ve azameti karşısında acziyet ve hiçliğinin farkında olan bir müʼmin; aslâ gurur, kibir ve ucuba meyledemez.

Temiz bir bardakta bulunan saf ve berrak bir suya, bir damla necâset düştüğünde, nasıl ki o su, bütün sâfiyet ve kıymetini kaybederse; Allâhʼın kullarını küçük görerek dolaylı yoldan büyüklenmek de, kulun Hak katındaki değerini yok eder.

Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“Her kim izzet ve şeref istiyorsa, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allâhʼındır…” (Fâtır, 10)

Dolayısıyla kul; tevâzû, hiçlik ve acziyetinin idrâki içinde, sâlih amellerle Rabbine ne kadar yaklaşabilirse, Hak katında o nisbette izzet kazanır. Mütevâzı kullarını Cenâb-ı Hak yüceltir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Allah katında en değerli olanınız, en çok takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13)

Yani Allah katında yegâne üstünlük “takvâ” iledir. Takvâ ise Allâhʼın rızâ ve muhabbetinden mahrum kalma korku ve endişesi içinde, haram ve şüphelilerden titizlikle sakınıp bütün gücüyle sâlih amellere, ibadet ve tâate, Allah yolundaki hizmetlere gayret göstermektir. Yine takvâ; nefsânî arzuları bertaraf etmek, rûhânî istîdatları inkişâf ettirmek ve ilâhî müşâhedenin altında olduğumuzu, kalpte dâimî bir şuur ve idrak hâline getirebilmektir.

Kalplerdeki takvâ duygusunun kimde daha yüksek olduğunu, dolayısıyla kimin daha hayırlı olduğunu ise ancak Allah Teâlâ bilir. Bunun içindir ki Rabbimiz, âyet-i kerîmede şu îkazda bulunur:

“Ey îmân edenler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha hayırlıdır…” (el-Hucurât, 11)

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- diyor ki:

“(Bir defasında Peygamber Efendimizʼe hitâben:)

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Safiyye’nin kısa boylu oluşu Sana yeter.» diyerek Safiyyeʼyi küçümsemiştim. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Ey Âişe! Öyle bir söz söyledin ki, eğer o söz denize karışsa idi, onun suyunu bozardı.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4875; Tirmizî, Kıyâmet, 51)

İnsanları küçük görmek; sözle olabileceği gibi, çeşitli hâl ve hareketlerle, kaş-göz işaretleriyle de olabilir. Cenâb-ı Hak bunu da şu ifadeyle yasaklamıştır:

“İnsanları arkasından çekiştirip (gıybetini yapıp) kaş-göz işaretiyle alay eden herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ bana: «Birbirinize karşı öylesine alçakgönüllü olun ki, hiç kimse diğerine karşı haddi aşıp zulmetmesin. Yine hiç kimse, bir başkasına karşı böbürlenip üstünlük taslamasın!» diye vahyetti.” (Müslim, Cennet, 64; Ebû Dâvûd, Edeb, 40)

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Müslüman kardeşlerine saygısızlık yapmanın ve onları horlamanın verdiği zarar kadar, kişiye hiçbir günah zarar vermez.” [3]

[Nitekim hadîs-i şerîfte de:

“İnsana günah olarak, müslüman kardeşini küçük görmesi yeter.” buyrulmaktadır. (Müslim, Birr, 32)

Bu nebevî gerçeğe rağmen, hâlâ din kardeşlerini küçük görenler, büyük bir hüsrâna dûçâr olmaktan kurtulamazlar. Zira bir başka hadîs-i şerîfinde de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennetʼe giremez.” buyurmuştur. (Müslim, Îmân, 147)

Din kardeşini küçümsemek, aslında kulun Hak katında kendini küçük düşürmesinden ibarettir. Bu sebeple müʼmin, hiç kimseyi kendinden daha aşağı seviyede görmemelidir.

Bu husus o kadar mühimdir ki, değil bir insana, sâir mahlûkâta bile küçümseyerek bakmak, ârif kullar nazarında, gazab-ı ilâhîyi celbeden cürümlerden biri olarak telâkkî edilmiştir.

Rivâyete göre Hazret-i Nuh -aleyhisselâm-, yaralı ve cerahatli bir köpek görünce, başını öbür tarafa çevirmişti. Cenâb-ı Hak ona:

“‒Ey Nuh! Benʼi mi ayıplıyorsun? Onu Ben yarattım.” îkâzında bulundu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin de hayvanlara eziyet etmemekle ilgili îkazlarının ardından buyurduğu;

“…Nice binilen hayvan vardır ki, sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.”[4] (Ahmed, III, 439) beyânı da, hayvanâta dahî nasıl bakmamız gerektiğini, çok net bir sûrette îzah etmektedir.

İşte bu nevî hassâsiyetlerle mânen olgunlaşarak ilâhî ahlâk ile ahlâklanan müʼminler, Hak Teâlâʼnın Rahmânî bakışıyla mahlûkâtı temâşâ ederler.

Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün müridleriyle daracık bir yolda giderken karşılarına bir köpek çıkar. O Ârifler Sultânı geri çekilerek köpeğe yol verir. Müridlerinden biri, içinden:

“‒Allah Teâlâ insanı mükerrem (üstün ve hürmete lâyık) kılmışken, Şeyh Bâyezîd, müridlerini de geri çekip bir köpeğe yol verdi. Bu ne acâyip bir hâl!” der.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, mürîdinin hâlini fark ederek şu îzahta bulunur:

“‒Gönlümde öyle bir zuhûrat oldu ki; sanki o köpek, hâl lisânıyla bana; «Benim kusurum ne idi ki ezelde köpeklik postunu sırtıma geçirdiler?! Sen ne yaptın ki sana Âriflerin Sultânı hil’atini giydirdiler?! Bu hâlin sırrı nedir?» dedi. İşte bunun için ona yol verdim.”[5]

Velhâsıl bir mü’min, Allâh’ın herhangi bir mahlûkunu gördüğü zaman; “Ben onun yerinde olabilirdim, o da benim yerimde olabilirdi.” diyerek Cenâb-ı Hakk’ın kendisine olan lûtuf, ihsan ve ikramlarının tefekkürüyle şükrünü artırmalıdır. Övünmek yerine hamd etmelidir. Nîmet ve nâiliyetleri, nefsine izâfe etme gafletinden kurtulup o nîmetlerin asıl sahibi olan Allâhʼa şükretmelidir.]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“İnsanların Hakk’a en yakın olanı; halkın cefâlarına katlanan, onların ihtiyaçlarını merhametle yüklenen ve ahlâkı en güzel olandır.”[6]

[Müʼmin, kendi kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiğini hiçbir zaman unutmamalıdır. Yani müslüman, bencil olmamalı, bilâkis diğergâm bir rûha sahip olmalıdır. Yüksek bir mesʼûliyet duygusuyla, din kardeşlerini, hattâ imkânı nisbetinde bütün mahlûkâtı kendisine zimmetli bilmelidir.

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe Cennetʼe giremezsiniz.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” deyince, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” buyurdular. (Hâkim, IV, 185/7310)

Rabbimiz; müslümanların birlik ve beraberliğini, hayırda yarışıp yardımlaşmalarını, velhâsıl ictimâîleşmelerini arzu eder. Müʼmin, bu şuurdan uzak bir şekilde yaşanan ferdî bir müslümanlığın, kendisini kurtarmaya kâfî gelmeyeceğini aklından çıkarmamalıdır. İnsanlarla ülfetin doğuracağı birtakım külfet ve zahmetleri de Cenâb-ı Hakkʼın rahmet, mağfiret ve lûtuflarına bir vesîle ittihâz etmelidir. Bütün bunları sabır ve rızâ ile karşılamalı, hattâ kendisi için bir nîmet bilmeli, böylece zahmetleri rahmete inkılâb ettirmelidir.

İmâm Gazâlî Hazretleri, halkın ezâ ve cefâlarına Allah için katlanmanın fazîletine dâir, şu hikmetli kıssayı nakleder:

“Hakîmin biri, hikmete dâir 360 eser yazmış ve bu sâyede Allâh’a yaklaştığını zannetmişti. Allah Teâlâ, zamanın peygamberine şöyle vahyetti:

«–Falana söyle, yeryüzünü nifâk ile doldurdu. Ben onun nifâkından bir şey kabul etmem!»

Bunu duyan adamcağız, tek başına bir mağaraya çekilerek ibadet etmeye başladı ve;

«–Herhâlde şimdi Rabbimin rızâsına eriştim.» diye düşündü.

Yine Allah Teâlâ, peygamberine:

«–Ona söyle, insanlar arasına girip onların eziyetlerine katlanmadıkça rızâma erişemez.» diye vahyetti.

Adamcağız çarşıya çıktı, insanlar arasına girdi, onlarla beraber yürüdü, oturdu, yedi-içti. (Onların dertleriyle dertlendi, onlara karşı mesʼûliyetlerini idrâk etti. Hatâsını anladı.) Bunun üzerine Allah Teâlâ peygamberine şöyle vahyetti:

“–Haber ver o adama ki, şimdi Ben’im rızâma nâil oldu.” (İhyâ, II, 610-611)

Yani İslâm, kendini toplumdan tecrid ederek ve kendi kabuğuna çekilerek yaşanan ferdiyetçi bir din değildir. Bilâkis, toplum hâlinde yaşanan bir hayat dînidir.

Mühim olan, toplumla iç içe, âile, akrabalık, komşuluk münâsebetlerinden, ticâret ve iş hayatına kadar bütün insanî muâmelât ve münâsebetlerde İslâmʼın güzelliklerini, hâl, davranış ve şahsiyetinde sergileyebilmektir. Böylece Allâhʼın yeryüzündeki şâhidi ve dîninin temsilcisi olabilmektir. Bu hususta müʼminin karşılaşacağı zorluk ve imtihanlar, onun gönül dünyası için âdeta bir tezkiye/arınma, günahlara kefâret ve terfi-i derecât vesîlesidir.

Nitekim Hak dostları da insanları irşâd edebilmek için halkın içine karışmış, bu uğurda câhillerden, nâdanlardan, yol-yordam bilmeyen kaba insanlardan gelen ezâ ve cefâlara katlanarak Allah için sabretmenin uhrevî mükâfâtına nâil olmayı hedeflemişlerdir.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, Allah yolunda sadece gayr-i müslim ve münâfıklardan değil, İslâm’ın nezâket ve zarâfetini henüz kavrayamamış bâzı müslümanlardan da sâdır olan kabalıklara, büyük bir sabırla tahammül göstermiştir. Nitekim, çölden kalkıp gelen görgüsüz bedevîlerin kaba bir hitapla:

“–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye defalarca bağırmalarına rağmen O, her defasında yumuşak bir üslûpla:

“–Buyurun, isteğiniz nedir?” diye mukâbelede bulunmuştur.[7]

Hattâ Peygamber Efendimiz’in insanlarla haşır-neşir olup onların eziyetlerine mâruz kalmasından büyük ıztırap duyan amcası Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yüksek bir taht üzerinde oturup hiç olmazsa birtakım sıkıntılardan kurtulmasını istemişti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

“–Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzura kavuşturuncaya kadar, onların aralarında bulunacağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlarla beni rahatsız etsinler!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 193; Heysemî, IX, 21)

Mü’minlere de şu îkazda bulundu:

“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan bir müslüman, onlara karışmayıp ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507)]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Açlık, bulut gibidir. Kişi az yemeye riâyet edince, kalbi hikmet yağmurları yağdırmaya başlar.”[8]

[Tefekkür, ibret ve hikmet; açlık ve hüzün hâlinde daha kolay elde edilir. Zira mide fazla dolunca, tefekkür âdeta uyuşur, gönlün hassâsiyet ve rikkati körelir.

Şu hâdise, açlık veya tokluğun gönüldeki tesirini îzah bakımından ne kadar hikmetlidir:

Mısır’da şiddetli kıtlığın yaşandığı günlerde, Yûsuf -aleyhisselâm-’a sordular:

“–Sen, devletin hazinelerine hükmeden bir idarecisin. Neden kendini aç bırakıyorsun?”

O ise şu ibretli cevabı verdi:

“–Karnım tok olursa, açların hâlini anlayamam diye korkuyorum!”

Yine çok yemenin kalp âlemi üzerindeki tesirine dâir, Ebû Süleyman Dârânî -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Her nesnenin pası vardır. Gönlün pası da çok yemektir. Kim çok yerse altı belâ ile karşılaşır:

1) Kıldığı namazın tadını bulamaz.

2) Unutkan olur.

3) Şefkat ve merhameti azalır. Zira kendisi tok olunca, herkesi tok zanneder.

4) Tâat kılma hususunda tembellik gelir.

5) Şehveti gâlip olur.

6) Müslümanlar mescide varırken o ise helâya gider.”[9]

Her hususta en büyük örnek şahsiyetimiz olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâbı da, acıkmadan yemez, yediklerinde de karınlarını tamamen doyurmazlardı. Boğazlarından geçen lokmaların zikrini duyacak derecede yüksek bir gönül feyzi içinde yaşarlardı.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“…Şayet bir kimsenin mutlaka çok yemesi gerekiyorsa, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefesine ayırsın!” buyururdu. (Tirmizî, Zühd, 47)

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemizʼin ifadesiyle:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile efrâdı, Medîne’ye geldiği günden vefat ettiği âna kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîneʼde -dilese- en müreffeh hayatı yaşayabilirdi. Zira ganimetlerin beşte biri Allâhʼın emriyle Peygamber Efendimizʼe tahsis edilmişti. Ayrıca kendisine nice hediyeler de gelirdi.

Lâkin Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiçbir mecburiyeti olmadığı hâlde, gelen bu ganimet ve hediyeleri hemen Ashâb-ı Suffeʼye ve muhtaçlara infâk eder, ondan ancak kifâyet miktarını evine ayırırdı. Hattâ evine ayırdığını da, daha sonra gelen bir başka fakire infâk ettiği olurdu. Yüksek mesʼûliyet ve merhameti sebebiyle, ümmeti aç ve muhtaçken kendisi huzur bulamazdı.

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zaman zaman “savm-ı visâl” tutardı. İftar etmeden birkaç gün peş peşe tutulan bu oruç, sadece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe mahsustu. Ümmetini ise -güç yetiremeyecekleri için- bundan men ederdi.

Az yemenin ve oruç tutmanın, nefsâniyeti bertaraf etme ve rûhâniyeti inkişâf ettirmedeki tesiri sebebiyledir ki, peygamberler de, nübüvvetin rûhâniyetine oruçla hazırlanmışlardır. Rûhî inkişâfın zirvesine ulaştıklarında âdeta insanlık âleminden uzaklaşmış ve kendilerinde melekî vasıflar tecellî edince, kalpleri ve dimağları, ilâhî vahye mazhariyetle şereflenmiştir.

Nitekim Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakʼla mükâlemeden evvel, kırk gün “savm-ı visâl” yani iftarsız oruç tutmuştur. Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- da, İncilʼden ilk kelâmı duyuncaya kadar, kırk gün oruç tutmuştur.]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri;

“‒Niçin açlığı medh ü senâ ediyorsun?» diyenlere:

“‒Çünkü.” dedi. “Eğer Firavun aç olsaydı (aczini hisseder); «En büyük Rabbiniz benim!»[10] diyemezdi.” [11]

[Nefsin azgınlıklarını dizginlemenin en kolay yolu, onu açlıkla terbiye etmektir. İnsan tokken, sağlıklıyken, gücü-kuvveti yerindeyken, kendini ihtiyaçsız, kusursuz ve noksansız görür. Âcizliğini unutarak büyüklenmeye kalkışır.

Buna mukâbil; hasta, fakir, zayıf ve muhtaç hâlde iken, büyüklenip kibirlenmeye mecâli kalmaz. Kul, acziyetini açlıkta daha iyi idrâk eder. Nîmetlerin kadrini anlar. Cenâb-ı Hakkʼa hamd ve şükür duyguları artar.

Hattâ bunun için bâzı tarîkatlerde, “riyâzat” ve “mücâhede” usulleri çerçevesinde, nefsin istediklerinden el çekip, istemediklerine yönelmek sûretiyle, rûhânî istîdatların inkişâfı hedeflenir.

Bu itibarla asıl mahâret; müʼminin zayıf ve âciz zamanında olduğu kadar; güçlü, varlıklı ve sıhhatli ânında da, kendini Rabbinin huzurunda en âciz mevkîde görebilmesidir. Zira yağmur sularının kuytu ve alçak yerlerde birikmesi gibi, ilâhî lûtuf ve ihsanlara nâil olmak isteyen müʼminler de, hiçlik ve acziyetlerinin idrâki içinde, alçak gönüllü ve mütevâzı olmalıdırlar.

İnsana acziyetini en iyi tattıran oruç ibadeti de, nefs canavarını zabt u rabt altına alan ve böylelikle ihtiras ve azgınlıklara set çeken, ayrıca merhamet ve şefkat duygularının inkişâfını sağlayan rûhî bir disiplindir.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Oruç kalkandır.” buyurmuştur. (Nesâî, Sıyâm, 43)

Orucun kalkan olması; nefsânî arzuları çökerterek nefsin günahlara olan meylini kırması ve böylece Cehennemʼle kul arasına perde olması demektir. Bunun için de yalnız mideye değil; göze, kulağa, kalbe ve bilhassa dile oruç tutturarak, bütün bu uzuvları da günahlardan korumak gerekir.

Yani orucun bir gâyesi de -tıpkı namazda olduğu gibi- insanı fahşâ ve münkerden, günah ve kötülüklerden alıkoymak sûretiyle Cehennemʼden korumasıdır.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmân edenler! Oruç sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki (bu sâyede) takvâ sahibi olur (günahlardan korunur)sunuz.” (el-Bakara, 183)

Yahya bin Muâz -radıyallâhu anh- ne güzel buyurur:

“Şaşılır o kişiye ki hastalık korkusuyla yiyecekten perhiz eder de Cehennem korkusuyla günahlardan perhiz eylemez.”[12]]

Cenâb-ı Hak gönüllerimize takvâ hassâsiyeti ihsân eylesin. Cümlemizi, haramlardan sakınmanın kalpteki tezâhürü olan “îman halâveti”ni tattırdığı bahtiyar kullarından kılsın. İbadetlerle, sâlih amellerle, hayır-hasenatla yakınlığına erebilmeyi nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..


 Dipnotlar:

[1] Sehlegî, en-Nûr, s. 109.

[2] Bkz. el-Fetih, 29.

[3] Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Bâyezîd-i Bistâmî, sf. 190, TDV Yayınları, Ankara 1994.

[4] İnsanın zikri, irâdî bir zikirdir. Hayvanâtın zikri ise gayr-i irâdî bir zikirdir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes Oʼnu tesbîh eder. Oʼnu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlamazsınız…” (el-İsrâ, 44)

[5] Attâr, Tezkire, s. 179.

[6] Attâr, Tezkire, s. 199.

[7] Bkz. Müslim, Nüzür, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 21/3316; Tirmizî, Zühd, 50; Ahmed, IV, 239.

[8] Attâr, Tezkire, s. 198; Hânî, Hadâik, s. 319.

[9] Tezkiretüʼl-Evliyâ, s. 89-90, Erkam Yayınları, İstanbul, 1984.

[10] en-Nâziât, 25.

[11] Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Bâyezîd-i Bistâmî, sf. 189.

[12] Tezkiretüʼl-Evliyâ, s. 125, Erkam Yayınları.