DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
OKUMANIN MÂNÂSI NEDİR?
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1])
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâmı okuttu, ona öğretti, ona tahsilini yaptırdı. Neyin tahsilini yaptırdı? Allâhʼa kul olabilmenin tahsilini yaptırdı. Mârifetullâhʼa erebilmenin tahsilini yaptırdı. Böylece o câhiliye insanı, fazîletler medeniyeti inşâ eden zirve insanlar derecesine yükseldiler. Kulluğun lezzetini tattılar.
Neticede, Cenâb-ı Hakkʼın o asr-ı saâdet ümmetine rahmeti tecellî etti. Onlar bir rahmet toplumu oldular. Rahmet insanı oldular. Menfî hususiyetleri müsbete döndü.
Bedenin, şu insanın yok kadar bir sudan meydana gelmesi, kuşun basit bir yumurtadan meydana gelmesi, meyvelerin minik bir çekirdekten meydana gelişi üzerinde derin derin tefekkür ettiler. Ve bu ilâhî vitrinleri seyrettiler.
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1])
Rabbinin adıyla bu kâinat sayfalarını çevirmeye, okumaya başladılar.
Neticede kalp, dünyevî menfaatlerden, nefsânî arzulardan temizlendi. Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı telâkkîsi gelişti.
Velhâsıl, Kurʼân, o asr-ı saâdet ümmetinin ders kitabıydı, bizim de ders kitabımız. Rasûlullah Efendimiz onlara rehber oldu, bizim de rehberimiz.
Cenâb-ı Hak o Kurʼân-ı Kerîmʼin lûtfunu şöyle bildiriyor:
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ
“Biz, Kurʼânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminlere şifâ ve rahmettir…” (el-İsrâ, 82)
Ve, Cenâb-ı Hak kıyamete kadar gelen ümmet-i Muhammedʼi Kurʼânʼı okumaya davet ediyor.
Yine bu, Rasûlullah Efendimizʼe ilk gelen:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1])
Olması sebebiyle bunu ehl-i hâl, tefsirlerde şöyle bu âyet-i kerîmeyi îzah ediyor:
Oku diyor, her şeyi oku. Allâhʼın Kitâbıʼnı oku, Allâhʼın âyetlerini oku, kâinat kitabını çevir çevir oku. Dâimâ, en mühim; kul olmayı oku. Çünkü sen, kul olmak için yaratıldın. Kul olmayı oku. Hidâyete ermek, dalâletlerden uzaklaşmak için oku. Îmânını kemâle erdirmek için oku. Öğrenmek için oku. Rabbine yaklaşmak için oku. Sebeplere nazar ederek müsebbibi oku. Sebeplerin sahibini oku. Esere bakarak ilâhî müessiri oku. Sanata bakarak, gerçek, büyük sanatkârı oku. Mikrodan makroya her şey Cenâb-ı Hakkʼın büyük bir sırr-ı ilâhî, azamet-i ilâhî…
Velhâsıl, kudret kaleminin bu âlemden çizdiği her satırı oku. Ve bu cihandaki kudret sayfalarını oku…
Bir Hak dostu buyuruyor ki:
“Bu cihan, âkiller/akıl sahipleri, kalp sahipleri için bir seyr-i bedâyî, (yani ilâhî kudret akışlarının temâşâ edilmesi, ona göre bir Cenâb-ı Hak indinde mesâfe alınması); ahmaklar için de yemekle şehvettir.”
Yine, Sâdî-i Şîrâzî buyuruyor:
“Ârifler için ağaçlardaki tek bir yaprak, insanı mârifetullâhʼa götüren bir divandır. (Tabi kalbi olanlar için. Kalbi tekâmül edenler için.) Gâfiller içinse bütün ağaçlar, tek bir yaprak bile değildir.”
İşte bu okumamız, esas tahsil.
“İnsana bilmediğini öğreten (Allâhʼın adıyla oku.)” (el-Alak, 5)
Velhâsıl Cenâb-ı Hakkʼın bizde üç büyük tecellî hârikası:
Birincisi Kurʼân-ı Kerîm: Kelâmdaki tecellî.
Fiildeki tecellî, kâinat: Zerreden küreye her şey azamet-i ilâhî tecellîsi.
İnsandaki mûcize: En alt kademeden en elit zümreye kadar asırlara Peygamber Efendimiz, insanda tecellî eden bir mûcize.
Velhâsıl neye baksak; atmosfere bak, toprağa bak, neye bakarsak hepsi Cenâb-ı Hakkʼın bize imtihanımızı kolaylaştıracak bir lûtfu.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak tefekkürü en güzel bir îman anahtarı hâlinde bize sunuyor.
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor Câsiye Sûresiʼnde:
“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi katından bir lûtuf olarak âmâde kıldı…” (el-Câsiye, 13) buyuruyor.
“…Elbette bunda düşünen toplumlar için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13)
Güneş âmâde, Ay âmâde, atmosfer âmâde, toprak âmâde, hepsi, yaratılan hayvanlar âmâde…
Ondan sonra Cenâb-ı Hak:
خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ
(“O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.” [el-Alak, 2])
İnsanın mâzisine dönüyor, mâzini düşün! Bir alak, bir nutfe, arkadan bir alak, bir pıhtı. Demek ki insanın gurur, kibir, enâniyet, benlik neyine?! Yaratıldığı şeye bakacak. “Aman yâ Rabbi” diyecek…
Cenâb-ı Hak; nutfe, aleka, mudğa, izâm, lahim, merhale merhale… âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
“Ey insan! Seni şekilsizlikten en güzel şekilde birleştiren, düzgün ve dengeli kılan Rabbine karşı seni aldatan nedir?!” (el-İnfitâr, 6-8) buyuruyor. Yani, mâzine bak, niye aldanıyorsun?! Bu kadar Cenâb-ı Hak seni merhaleden merhaleye, en güzel bir insan hâlinde, dünyaya en güzel bir, ahsen-i takvim, şeklen ve mânen istîdatlarla insan olarak dünyaya çıkardı.
Velhâsıl:
اِقْرَاْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُ
(“Oku! Senʼin Rabbin en cömert olandır.” [el-Alak, 3])
Rabbimiz büyük kerem sahibi, ikram sahibi.
اَلَّذِى عَلَّمَ بِالْقَلَمِ
(“O, kalemle (yazmayı) öğretendir.” [el-Alak, 4])
Yazma, okuma, ilim, Cenâb-ı Hak insana veriyor, diğer mahlûkatta yok bu.
عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ
(“İnsana bilmediğini öğretendir.” [el-Alak, 5])
İnsana Cenâb-ı Hak bilmediklerini öğretiyor. Dünyaya boş bir kaset olarak geldik.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bu netice olarak:
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ buyuruyor.
“…Allah katında en keremliniz (en üstününüz, Allâhʼa karşı) takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) buyuruyor.
Demek ki bu imtihan dünyasında tek hedefimiz, Cenâb-ı Hakkʼa yakın bir kul olabilmek. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin o rûhânî dokusundan tecellîler alabilmek.
Yine Cenâb-ı Hak:
وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا buyuruyor.
“Allâhʼın nîmetini saymaya kalkarsanız, sayamazsınız.” (İbrahim, 34) buyuruyor.
Bütün mahlûkat, insan için yaratıldı. Dünya insan için. Cenâb-ı Hak:
“…Lâkin verdiğimiz nîmetlerden elbette sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
Yine Cenâb-ı Hak Müʼminûn Sûresiʼnde:
“Sizi abes olarak yaratmadık. Huzûrumuza gelip insan hesap vermeyeceğini mi zannediyor?” buyuruyor. (Bkz. el-Müʼminûn, 115)
Yine Duhân Sûresiʼnde:
“Gökleri ve yeri, aralarındakileri bir oyun eğlence olsun diye yaratmadık.” (ed-Duhân, 38) buyruluyor. Hep îkaz insanoğluna.
Velhâsıl gerçek ilim; Cenâb-ı Hakkʼı bilebilmek. En büyük tahsil, mârifetullahʼtan bir nasîb alabilmek.
Bilmek, hikmet kapılarını açıyor. Hikmet ise hâdisât ve vukuâtın sırrî tarafını bize telkin ediyor.
Onun için bir Hak dostu buyuruyor ki duâsında:
“Yâ Rabbi! Senʼi bulan neyi kaybetti? Senʼi kaybeden neyi buldu?”
İşte esas tahsil bu… Cenâb-ı Hakkʼı bulabilmek…
Cenâb-ı Hak bize;
“…Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyuruyor. Yine bir tahsile geliyoruz. Bilenler kimler?
سَاجِدًا وَقَائِمًا (“…Secde hâlinde ve ayakta…” [ez-Zümer, 9])
Bir gece hayatı, bir seher hayatı. Cenâb-ı Hak:
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ (“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor.
Demek ki o seherlerde birtakım, kalpte tecellîler olacak. Kalpte duyuşlar artacak. Cenâb-ı Hak insanı daha temizleyecek.
“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17) buyruluyor.
يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ (“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) buyuruyor. Bir âhiret endişesi içinde bir müʼmin yaşayacak. Peygamberlerin dışında bütün herkese bir son nefes meçhul.
Cenâb-ı Hak:
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
Onun için Efendimiz dâimâ:
“Esas hayat âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)
Ticârî hayat, âile hayatı, evlâtları yetiştirmede, hepsinde, “esas hayat âhiret hayatı.” Nefes alışverişlerimizde, Allah yolunda nefeslerimizi, gözümüzü, kulağımızı, bütün uzuvlarımızı o istikâmette kullanabilmek. Esas hayatın âhiret hayatı olduğunu (unutmamak)…
Bugün maalesef liberal dünya, âhireti unutturan telkinler içinde. Televizyonu olsun, interneti olsun, savruluyor gidiyor insanımız. Reklâmlar olsun, modalar olsun, devamlı kandırmaca. Hepsinin telkin ettiği, âhiretsiz bir dünya…
1400 sene evvel nasılsa bugün de aynı. Onun için -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin yine tebliği aynı kıyamete kadar devam edecek. Esas hayatın âhiret hayatı olduğunu müʼmin unutmayacak.
Seherleri ihyâ, âhiret hayatını unutmama, üçüncüsü de;
وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ
(“…Rabbinin rahmetini dilerler…” [ez-Zümer, 9])
Duâ hâlinde yaşayanlar. Duâ hâlinde yaşayanlar, bunlar da bilenlerden olmuş oluyor. Demek ki duânın en yüksek derecesini peygamberlerde ve Hak dostlarında görüyoruz. Zira o peygamberler ve Hak dostları, gönüllerini dergâh hâline getirmiş zirve şahsiyetlerdir.
Peygamber duâlarına baktığımız zaman, Âdem -aleyhisselâm-ʼdan başlayarak:
رَبَّنَا ظَلَمْنَا اَنْفُسَنَا buyuruyor.
“…Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik…” (el-A‘râf, 23) buyuruyor. Yani “gâfil olduk” buyuruyor. “…Eğer bizi bağışlamazsan, bize acımazsan mutlakâ ziyân edenlerden biz oluruz.” (el-A‘râf, 23) buyuruyor.
Yunus -aleyhisselâm- kırk gün tebliğ edecekti. Baktı; yüz bin kişiden iki kişi îmâna geldi. Üzüldü. Otuz yedinci gün terk etti kavmini. Kırk gün kalacaktı, üç gün evvel terk etti. Balığın karnına dûçâr oldu. Orada:
لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ
“…Yâ Rabbi! Senʼden başka hiçbir ilâh yoktur. Senʼi tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum.” dedi, bir acziyet içinde. (el-Enbiyâ, 87)
Büyük bir mânevî hakîkate kavuşan Firavunʼun sihirbazları, Firavunʼa bir tâviz vermemek için:
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ
“…Yâ Rabbi, üzerimize sabır dök (sabır yağdır). Müslüman olarak canımızı al.” (el-A‘râf, 126) diyorlar.
Efendimiz buyuruyor:
“Ben (diyor) günde yetmiş defadan fazla, Allahʼtan beni bağışlaması için duâ ediyorum.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvud, Vitr, 26; İbn-i Hanbel, Müsned, II, 450)
O ki;
وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
(“(Rasûlüm!) Biz Senʼi âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107])
Cenâb-ı Hak bize, zaferlerden sonra kendimize bir pâye getirmeyeceğiz:
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ
“Rabbini hamd ile zikret ve istiğfâr et.” (en-Nasr, 3) buyuruyor. Bu, Mekke Fethiʼnde indi, büyük bir zaferden sonra indi.
Velhâsıl büyük ruhlar, yani Hak dostları, kendilerini dâimâ duâ hâlinde yaşatanlardır.
Duâda Rabbimizʼden isteriz ki, sonsuz kudret, sonsuz ilâhî azamet bize acısın ve üzerimize lûtuflar yağdırsın.
Duânın rûhunu dolduran, ilâhî merhametin ümididir. Hepimiz bu ilâhî merhamete sığınarak duâ hâlindeyiz. Tabi Allahʼtan ümit, aşk hâlini alınca, duâ en yüksek zirveye ulaşıyor. İşte peygamberlerin duâsı, evliyâullâhʼın duâsı…
Demek ki duâ, kevserlerin en tatlısıdır. Gözyaşlarından ve ilâhî rahmetten meydana gelir. Sevdâlar, hakîkî aşk, bunun başında söyleşir. Garipler onun kenarında dinlenir, yanmış yürekler onu içtikçe de ferahlar o duâ ile…