Cenâb-ı Hakkʼın maddî-mânevî, bilip bilmediğimiz sayısız nîmetiyle perverde hâldeyiz. Bunların kıymetini idrâk edip şükredebilmemiz için, Cenâb-ı Hakkʼın nîmetleri üzerinde sık sık tefekkür etmemiz gerekir. Meselâ bir “göz” nîmetini düşünelim:
Şayet doğuştan âmâ olarak dünyaya gelmiş olsaydık ve bize yıllar sonra görme imkânı bahşedilseydi, o anda kim bilir nasıl bir sevince gark olurduk?! Görebilme nîmetin büyüklüğü, güzelliği ve ihtişâmı karşısında, nasıl hayretlere düşerdik?! Bu nîmeti lûtfeden Rabbimizʼin kudretine hayran olur, Oʼna şükran duygularıyla dolardık.
Hakîkaten, renklerin ve ışığın sayısız tonunu, Güneşʼin gurubda resmettiği muhteşem manzaraları, yıldızları, mehtâbı, geceyi, gündüzü, deryaları, ormanları, hayvanları vs. Cenâb-ı Hakkʼın kâinatta sergilediği muhteşem sanatın eserlerini ilk defa görüyor olsaydık, kim bilir ne kadar mesʼud olurduk!.. Sadece görebilme nîmetinin doyumsuz zevkinden ve târifsiz sevincinden âdeta mest olurduk. O anda gördüğümüz varlıklara, şimdiki gibi sathî ve sıradan bir nazarla değil, tıpkı derin bir okyanusa bakar gibi; ibret, hikmet ve hayranlık hissiyâtıyla nazar kılardık…
Göz nîmeti hakkında zikrettiğimiz bu hakîkatleri, âdeta bir şablon gibi, üzerimizde tecellî eden, duyma, yürüme, akledebilme gibi bütün nîmetlere teşmil edebilirsek; şükür borcumuzun azametini daha iyi idrâk edebiliriz.