“Âhh Coğrafyası Olmasın…”

1994 – Kasim, Sayı: 105, Sayfa: 040

Osman TOPBAŞ’ın Azerbaycan İntibaları…

Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım,

Elemim bir yüreğin karı değil paylaşalım.

M.Akif ERSOY

Tarihin devamlı şahid olduğu bir gerçek vardır:

“Zulüm payidar olamaz!”

Bu hükmün zamanımızdaki en aldatmaz misali Rusya’nın çöküşüdür. Bütün dünyaya kafa tutan koca Rusya, 250 tümenlik kızıl ordusuna rağmen nasıl olup da yere serilmiştir?

Mazlumların ah u figanı, zalimlerin topunu, tüfeğini, baş edilmez maddî kuvvetini dize getirmiştir. Bunu kavramak için Rusya’nın yıkılış macerasına bir göz atmak kafîdir.

Rusya yıkılmıştır amma, arkada her dinden ve ırktan milyonlarca sefîl ve perîşan kitleler bırakarak…

Aç, yetîm, bîkes ve perîşan kalabalıkların asıl ehemmiyetli olanı bizim din ve kan kardeşlerimizdir.

Bu zulmün tarihi eskidir. Komünist rejimden evveline gider. 93 harbi denilen 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinden sonra Rusya, müslüman halka karşı akla gelmedik zulümler icra etmiş, bunlara dayanamayan milyonlarca dindaş ve ırkdaşımız Anadolu’ya hicret etmişti. O zulümler çarlık Rusya’sının yıkılışına müncer olmuştu. Yerine geçen komünist rejim ondan da baskın çıktı. Bizimle, Rus esîri kardeşlerimiz arasındaki yetmiş senelik zaman dilimi içinde her türlü irtibat kesildi. Ve nihayet o da yıkıldı. Belki bugün Karabağ’daki şehîd, bazılarımızın akrabası da olabilir.

Azerbaycan halkı, 1920 yıllarında Anadolu halkının en zor günlerinde dişinden tırnağından artırarak aynî ve nakdî pek çok yardımda bulunmuştu.

Bugün de onların zor günü…

Anadolu’yu manen kemale erdiren hakîkat erlerinin bir kısmı o topraklardan hicret ederek teveccühte bulundular. Bugün onların manevî ni’metleri ile perverdeyiz. Onların bu kadirşinaslığına karşı bugün o vefa borcu nasıl ödenebilir?

Uğradığımız Azerbaycan’ın kentlerinde yaşlılar ağlıyordu; çocuklarının Kur’an-ı Kerim ile, İslam ile tanışmalarının huzur ve sürûru içinde… Söyledikleri şu:

“- Biz yetmiş senedir manen açız. Madde mühim değil. Rızkımız kadar yaşayacağız. Siz ise manen toksunuz. Hadis-i Şerifte:

“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir, diye buyuruluyor. Lütfen bizi manen doyurun. Aksi halde akıbetimiz hazindir.”

Menfî manzaralar:

Bizim Azerbaycan’a lakaydîliğimizden doğan boşluğu bir takım menfî cereyanların sinsi elemanları dolduruyor.

Krişnacılar (Budistler), hava alanından başlayarak her yerde kitaplarını satmaya çalışıyorlar. Almayanlara ısrarla hediye edip merkezlerine davet ediyorlar. Ziyafetler verip müzik ve raks kullanıyorlar.

Hıristiyan misyonerleri ise İncil ve propaganda broşürleri dağıtıyor, parklarda rak müziği konserleri veriyorlar.

Bahaî ve Yahova Şahitleri de metrolarda ve kentin muhtelif yerlerinde broşür dağıtıp mükellef merkezlerine götürerek ikramda bulunuyorlar.

Diğer menfî manzara: kültür erozyonu…

Bu ülkede insanlar, kendi manevi değerleri ile tanışamadan ikinci bir kültür esaretine sürükleniyorlar. Yemek, içmek ve menfaatten başka hiç bir şey düşünmeye imkan bırakmayan pragmatist felsefe temsilcileri bugün yetmiş yıldır kapitalizmin zebunu olmuş bulunan milyonla maneviyat mahrumu insanı avlamaya ve istismar etmeye çalışıyor.

Bosna – Hersek’teki insanlık faciasına bîgane kalanlar, Azerbaycan’da sahte hümanizm perdesi arkasına saklanarak bu insanları komünizminkinden daha büyük bir maddî ve manevî sefaletin kucağına itmeye çalışıyorlar.

Çifte standart kepazeliğinin yeni ve aşırı bir tezahürü…

Dış yüzü sahte, müraî, makyajlı; iç yüzü ise menfaat ve maneviyat nasipsizliği…

Kalbi olmayan, insan, eşya gözü ile gören robotlar dünyası… Rus kültüründen Amerikan kültürüne geçiş. Tahtaravalli oyunu…

Ne hazindir ki yabancı kültür taşaronluğu bize yaptırılmak isteniyor. Liderlerimizden birisi:

“Arkadaş, bana iyi bakın. Ben bu Avrupa’yı, Marş Denizi’nden alıp Asya’ya taşıyacak bir ülkeyim. Yalnız viskinizi değil, aynı zamanda kültürünüzü de taşırım” diyor.

Sanki Hamlet’ten bir sahne:

“Sen de mi Brütüs?”

Milletin medar-ı iftiharı olan Nizamî, Fuzulî v.s. gibi büyük şahsiyetler bile halka metaryalist bir kafa ile hümanist olarak takdim ediliyor. Onların tasavvufî dünyalarını perdeleyip iptal ediyorlar.

Sanki Azerbaycan, şairin dediği gibi.:

“-Lugat, bir kelime bul bana halimden…” diyor.

Müsbet manzaralar:

Türkiye’den gelen Dîn muallimlerinin etrafında kısa zamanda büyük kümeleşmeler başlıyor. Bunlara karşı akraba yakınlığının sıcaklığını hissediyorlar. Muallimlerin zamanı dolup Türkiye’ye dönecekleri zaman büyük bir üzüntü içinde:

“- Bize hakikatin zevkini tattırdınız. Şimdi uzaklaşıyorsunuz; ne çabuk!. Bundan sonra ne olacak?” diyorlar. Büyük bir endişe içindeler. Şimdi hakikati öğrenenler yakın kasabalara gidip İslâmî tebliğe başlıyorlar. 1-2 saatlik yoldan yürüyerek derse gelip yine 1-2 saat yürüyerek geriye dönenlere rastlıyoruz.

Bir talebemiz bizi görünce çok sevindi. Ne ikram edeceğini şaşırdı. Evindeki gaz lambasını getirerek:

“- Ne olursunuz Hocam, bu benim hatıram. Kabul edip İstanbul’a götürün” diye ısrar etti.

İsarın en müthiş örneği… Allah -celle celâlühû- için yoklukta iken kendinden bir şey koparıp vermek.

İstanbul’da oğlu okuyan bir şahıs bizi görünce şaşırdı:

“- Ne olursunuz, size bir şey ikram edeyim. Hayal mi görüyorum? Hiç yoksa arabamdaki benzini size aktarayım.” diyordu.

Velhasıl buranın insanına verilecek en güzel hizmet, onu yetmiş senedir kaybettiği mukaddesatı ile tanıştırmak, bu hususta bir îman seferberliğini gerçekleştirmektir.

Türkiye Diyanet Vakfı’nın ve Din Müşavirliğinin hizmetleri karşısında seviniyoruz. Diyanet Vakfı’nın bir İlahiyat Fakültesi, beş adet İlahiyat temayüllü mektebi var. Sekiz öğretmen ve beş hademe-i hayrat (Din görevlisi) ekibi ile takviye edilmiştir.

T.C. Büyükelçiliği Din Müşavirliği, Azîz Mahmüd Hüdayî Vakfı’nın fahrî olarak buraya gelen elemanlarına, Sudanlı, Arap ve Afganlı cemaatlere yardımcı oluyor. Bütün cemaatlerin dînî kitaplarını Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtası ile karşılıyor. Böylece dîn tebliğinde birlik sağlanıyor. Bugün halen bu şemsiye altında Kur’an-ı Kerim ve dîni eğitim ve öğretime gelen 3000’den fazla talebe var. Bir de yatılı hafız yetiştiren Kur’an Kursu faaliyette.

Azerbaycan’da tezatlı manzaralar içice…

Gece sokakta sarhoş naraları duyuluyor. Hemen bunun bitişiğindeki duvarın arkasında mevcut Kur’an Kursunda teheccüd namazına kalkmış gençleri görüyoruz.

Gözleri dolu dolu, kolları minare gibi semaya yönelmiş, gönülleri Karabağ’a çevrilmiş ma’sum ve mahzun talebeler… Duvarın bir tarafından gaflet, diğer tarafından Rabbine kulluk manzaraları…

Karabağ boşlukta…

Acaba kaderini hangi tablo ta’yîn edecek? Gönüller binbir endîşenin ızdırap kumkuması.

Diğer bir manzara:

Afganlı mücahidler îman kardeşliği muktezası, Karabağ’da savaşmak için gelmişler. Hem savaşıyor, hem de ötede beride İslâm’ı ve Kur’an-ı Kerîm’i öğretmeye çalışıyorlar. Adeta ilk müslümanların aşk ve heyecanı içinde…

Torunu İstanbul’da okuyan bir dede, hasta, perişan ve güçlükle yürüyerek yanımıza geldi. Torununun bu topraklarda İslâm’ı yeniden inşa edeceğini söyleyince ağlamaya başladı:

“- Her halde ben göremem amma, arkamdan gelenler görür.” dedi. Yılların maneviyat hasreti.

Bir hazin manzara daha:

Bir kızcağız gözleri dolu dolu dînî sohbetimizi dinledikten sonra:

“- Annem babam benim din derslerine iştirak etmemi istemiyorlar. Kaçak geldim.” diyerek ağlamaya başladı.

“- Dinimi bir arkadaşımdan öğreniyorum. Burada öğrendiklerini gelip bana anlatıyor. Ondan, Allah -celle celâlühû-‘a secde etmeyi ve Rabbime kulluğu öğreniyorum. Sırf namaza durunca ferahlıyorum. Bu hasret beni helak edecek.” dedi.

Azerbaycan, aile fertleri ayrı ayrı dünyalarda fakat, bir çatı altında yaşayan insanlar ülkesi. Manen ölülerle diriler yanyana. Kur’an-ı Kerim’de buyurulan “ahsen-i takvim” ile “esfel-i safilîn” grubunun yanyana görünüşü.

Tanıştığımız bir doktor ısrarla bizi evine götürdü. Sanki kendisinde bizlerle çok eskiye dayanan bir dostluğun hatta akrabalığın tahassürü vardı.

“- On sene evvel Türkiye radyosundan bir manevî ses duyabilir miyim, diye gece tepeye çıkar radyoları dinlerdim. Sonra dikdörtgen bir resim buldum, ihtiyarlar:

“- Bu Kabe’dir.” dediler. İbadetin nasıl olduğunu bilmediğim için karşısına geçer ağlardım. Sizleri ve Türkiye’den gelen hocaları gördüm, ibadetimi öğrendim. Bugünüme şükür ve hamd halindeyim.” dedi.

Sa’d B. Rebî’nin sözü ne müthiştir. Vücudu kalbura dönmüş şehid olurken İslâm’ı ve müslümanları düşünüyor ve bir hedef gösteriyordu. Nefsini tamamen unutacak kadar İslâm davasında fanî olmuştu:

“- Kirpiklerinizi kımıldatacak kadar kuvvete sahib olduğunuz müddetçe Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e sahib çıkmaya devam edeceksiniz. Yoksa ind-i ilahî’de mazeretiniz kabul olunmaz.” diyordu. Sanki Sa’d Hazretleri bu nasihatleri bizlere yapıyordu.

Bir gönül seferberliğine girmemiz îcab etmez mi? Aksi halde Sa’d B. Rebî’nin tehdîdi bizim üzerimizde carî olmasın.

Bazı yöreler camîsizlik sebebi ile cuma namazı kılmaktan dahî mahrum. Eskiden kalma bütün camîler yıktırılmış veya şekli değiştirilerek idman yurdu ya da tiyatro salonu yapılmış.

Bu yörelerde bir camî görüntüsü, bir ezan sesi dünyaya geliş ve gidiş sebebini hatırlatan en büyük îkaz.. Bir tesellî pınarı Akif’in mısra’ını sık sık hissediyoruz:

“Bu ezanlar ki şehadetleri dînin temeli,

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli…”

Yüzde on Yahûdî, yüzde doksan müslüman olan bir kentte iki havra var. Bir cami yok. Enflasyon, yapılmakta olan camî inşaatlarını durdurmuş durumda..

Bugün manen kırık kanatlı bir kuş gibi olan bu mazlum, muzdarip, yaralı ve yorgun gönüllü kardeşlerimize, yüreğimiz ve infakımız ne derece uzanabilecek ve bir vefa borcu ödenebilecek mı? Vefa’nın sadece İstanbul’da bir semtin adı olmadığını, onun ruhların derinliklerinde mevcûd bir haslet olduğunu düşünebilecek miyiz?

Gün bu gündür.. Himmetimiz, yüreğimiz ve duamız onlarla ne kadar beraber olacak? Ezansız ve ibadetten mahrum bir çok yörelerde İslâm’ın yeniden filizlenmesinde bir hissemiz olmayacak mı?

Azerbaycan’da yediden yetmişe noeli bilmeyen sene başı eğlencelerine iştirak etmeyen yok gibidir. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in adı yeni yeni öğreniliyor.

Tedbir alınmaz ise, insanımızı Hıristiyan misyonerlerinin propagandalarına karşı korumak mümkün olmayacaktır. Bunun neticesi olarak Hıristiyan ve emsallerinin ellerine teslim olan kardeşlerimiz karşısında bizim mes’ûliyetimiz ne olacaktır?

Bosna-Hersek’te insanlık faciaları karşısında nasıl ürperiyor isek, bu manevî cinayetlerden de o derecede dehşete kapılmalıyız.

Bu topraklarda o şerefli ecdadın kanı, hayali ve tehammül-fersa îman mücadelelerinin hatıraları var. Sadr-ı A’zam Sokullu’nun Karadeniz ve Hazer’ı birleştirip bu yörenin insanını Ruslara karşı muhafaza ve emniyet altına almayı, daha o zaman tasarlamış olması ibretli bir hadi sedir.

Kafkasya da Özdemiroğlu Osman Paşa, altı sene süren Tevhîd mucadelesinden zaferlerle İstanbul’a dönünce, onu Padişah III. Murad bizzat karşılamış, taltîfen şahsı kemerini ve kılıcını takdîm etmişti. Osmanlı’ların Kafkasya’ya atfettiği ehemmiyeti gösteren tipik bir vakıadır.

Hz. Abbas -radıyallâhu anh-‘ın oğlu Kusem -radıyallâhu anh- ve Hz. Osman -radıyallâhu anh-‘ın oğlu Muhammed -radıyallâhu anh-‘ın kabirleri Semerkant’tadır. Medine’den fışkıran îman vecdi, onları, her şeylerini terk ederek on bin kilometre uzaklara götürmüştü. Buradaki mezarlar bizim için azim ve gayret-ı îmaniyye timsalidir. Karlı dağlar kızgın çöller, yırtıcı hayvanlar onlara engel olmamıştı. Allah -celle celâlühû- onların bu Tevhîd mücadelelerini bereketlendirdi. İmam-ı Buharî, İmam-ı Tirmizî ve tasavvufun en büyük şahsiyetleri oralardan fışkırdı.

Tarih ibretlerle doludur…

Gırnata hükümdarı Abdullah B. Sağîr, bir milyon nüfuslu payitahtını on bin kişilik Hıristiyan ordusuna karşı koruyamadı. Alevler altında yanan Gırnata’yı kanlı gözyaşları ile seyrediyordu ki, annesi:

“- Erkekler gibi koruyamadığın memleketinin felaketi karşısında şimdi kadınlar gibi ağla!” dedi.

SAKIN Orta Asya ve Azerbaycan’ın müstakbel felaketi karşısında biz de Gırnata hükümdarı Abdullah b. Sağır’ın durumuna düşmeyelim.

SAKIN, ruh dünyamızı feyzleri ile asırlar boyu abad ve ihya eden Orta Asya bizim için bir ağlama duvarı olmasın.

Yine Endülüs’te benî Ahmer Devleti’nin reisi, Hırıstiyanlara mağlub olup kaçarken bir tepeden EI-Hamra’ya bakıp uzunca bir “Ahh!..” çekti. Hala o tepenin adı “Arab’ın Ahh Tepesi”dir.

SAKIN, bizim için Orta Asya bir “Ahh!. coğrafyası” olmasın.

Tebük seferine gidemeyen üç sahabiye Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- darıldı. Gücendi. Onlara elli gün hayat zindan oldu. En yakınları dahî selamı kesti.

Bizler bugün bu Tebük seferi’nin devamında olabilir miyiz?

Bizler için bu mücadele bir cennet alış-verişi olabilir mi?

Ayet-i Kerime’de:

“Malları ile canları ile cenneti satın aldılar.” buyuruluyor. Demek cennet, dünyada pazarlanıp satışa çıkarılabiliyor. Rabbim bu pazardan bir hisse nasıp eylesin.

Bizlerden beklenen bu müslüman kardeşlerimize merhem olabilmek, kendilerini bir bedenin uzvu gibi rûhumuzda hissedebilmek, himmet edip omuz verebilmektir. Onlara bir müslüman yüreğini ve gönlünü gösterebilmektir. Yarın çok geç olabilir.

Rabbim korusun, korkudan yüreklerin boğaza dayanacağı rüz-ı mahşerde SAKIN, rasûllullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bize gücenmesin.