Ebedî Fecre
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Ağustos, Sayı: 210
Âhirzaman Câhiliyyesi Karşısında;
ASHÂB-I KİRAM MEDENİYETİ
TÛBÂ / NE MUTLU ONA!
Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- anlatır:
Bir adam Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Sen’i görene ve Sana îmân edene müjdeler olsun!” dedi.
Rasûlullah Efendimiz;
“–Beni görüp de bana îmân edene müjdeler olsun!” dedikten sonra;
“Beni görmeyip de bana îmân edene de müjdeler olsun, sonra yine müjdeler olsun, sonra yine müjdeler olsun!..” buyurdu. (Ahmed, XVIII, 211, No: 11673; Ayr. Bkz. XXVIII, 611, No: 17388)
Diğer sahâbîlerin rivâyetlerinde ise; yedi kere müjdelediği zikredilmiştir. (Ahmed, XX, 37, No: 12578; XXXVI, 453-454, 547, No: 22138-9, 22214)
Benzer bir kıssa da şöyledir:
“Bir gün Peygamber Efendimiz’le beraber oturuyorduk. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir ara;
«–Söyleyiniz, îmân edenler arasında en üstün îmâna sahip olanlar kimlerdir?» diye sordu.
Ashab; önce melekleri, sonra peygamberleri ve daha sonra da şehidleri en üstün îmâna sahip kimseler olarak zikrettilerse de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her defasında;
«–Evet, onlar öyledir ve bu onların haklarıdır. Allah onları öyle bir mertebeye çıkarmışken bu pâyenin onlara verilmesini ne engelleyebilir? Ama ben bunları sormuyorum.» buyurdu.
Ashab;
«–Öyleyse kimler olduğunu siz söyleyiniz yâ Rasûlâllah!» deyince Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
«–Onlar, şu an babalarında ve atalarında meknûz olan bazı kimselerdir ki; benden sonra gelecekler, beni görmedikleri hâlde bana îmân edecekler, beni tasdik edecekler ve Kur’ân’ı okuyup muhtevâsıyla amel edecekler.
İşte îmân edenler içinde en üstün îmâna sahip olanlar bunlardır.»” (Hâkim, IV, 96/6993; Heysemî, X, 65)
Rasûlullah Efendimiz’in âhirzamanda İslâm’ı yaşatan, sünneti ihyâ eden nesillere dair daha birçok müjdeleri vardır. Bu müjdeleri ifade ederken, onları fazîlet ve gayrette âdetâ sahâbe ile yarıştıran bir üslûbu tercih ettikleri görülmektedir.
Bir başka hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur:
“Benim ümmetimin misâli, yağmurun misâli gibidir:
- Evveli mi daha hayırlıdır, sonu mu daha hayırlıdır bilinmez!
- (Yani evveli de hayırlıdır, sonu da hayırlıdır.)” (Tirmizî, Edeb, 81/2869; Ahmed, III, 130)
GÖKTEKİ YILDIZLAR
Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ashâb olmak, ne büyük bir şereftir!.. Enbiyâdan sonra en mükerrem insanlar Peygamberimiz’in sohbetiyle müşerref olan sahâbe efendilerimizdir.
Ashâb-ı kirâmı Cenâb-ı Hak; medh ü senâ eylemiş, mağfiretiyle ve rızâsıyla müjdelemiştir.
Lâkin onlar bu büyük şeref ve yüce mertebeye, sadece Rasûlullah Efendimiz’i görmekle değil, aynı zamanda ulvî fedâkârlıklarıyla ve muazzam gayretleriyle nâil oldular.
Onlar; câhiliyyenin kesîf ve zifirî karanlıklarını izâle etmek vazifesinde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında, hizmetinde ve desteğinde oldular.
O’nunla beraber çile çektiler, hicret ettiler, meşakkatlere sabr-ı cemîl gösterdiler, cihâda koştular, bu hizmet ve gayretlerinde asla yorgunluk ve bezginlik göstermediler.
Arap Yarımadası’nda muvaffakiyete nâil olduktan sonra da durmadılar, insanların yaşadığı her yere hidâyet nûrunu taşımak için serhadlere koştular. Cihâda, tebliğe ve emr-i bi’l-mârûfa koştular.
Peygamberimiz’in tesis ettiği Dâru’l-Erkam ve Suffe mekteplerini her gittikleri yere taşıdılar.
Peygamberimiz ve ashâbının inşâ ettikleri bu Fazîletler Medeniyeti asırlarca insanlığa saâdet ve sürur yaşattı. İnsanlığı, adâleti, insafı, merhameti ve kardeşliği öğretti.
Lâkin;
Asırlar sonra Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in getirdiği esasların yaşanması ve yaşatılması bir nebze inkıtâa uğradı. Gayretler rehâvete, yiğitlikler gevşekliğe, güzel ahlâk çirkin huylara dönüştükçe müslümanların kıvâmı gitgide bozuldu. İşte Efendimiz’in âhirzamana dair îkaz mâhiyetinde bildirdiği zamanlar geldi.
CÂHİLİYYE HORTLADI
Kur’ân-ı Azîmüşşân’da bildirilen geçmiş kavimleri helâke götüren bütün şenaatler, bütün çirkin günahlar ve isyanlar bugünün câhiliyyesinde yaşanıyor.
- Nemrud’a tâbî Keldânîleri, Firavun’a tâbî Kıptîleri helâke götüren şirk ve azgınlık, zulüm ve haksızlıklar,
- Nuh Kavmi’ni tûfanlarda boğan inatçılık ve hakikatleri alaya alma tavrı,
- Âd ve Semûd’u helâk eden kibir, büyüklenme ve gaddarlıklar,
- Medyen ve Eyke kavimlerini yıkan ticârî aldatma ve sahtekârlıklar,
- Lût Kavmi’ni, Sodom Gomore’yi yerle bir eden ahlâksızlık ve hayâsızlıklar asrımızda maalesef yayılıyor.
İlâhî kahrı ve gazabı çeken bunca şenaate rağmen; Peygamberimiz’in makbul duâsı vesilesiyle, toplu helâk gerçekleşmiyor. Lâkin, mevziî olarak nice âfetler, felâketler, birçok iktisâdî darlıklar, sıhhî sıkıntılar yaşanıyor.
Daha ehemmiyetlisi;
Uhrevî olarak nesiller maâzallah cehenneme doğru sürükleniyor.
- Televizyonun menfî programları,
- İnternetin her eve ve her cebe ulaşan iğrenç sokakları,
- Şahsiyeti dumûra uğratan, insanı robotlaştıran ve özüne yabancı kılan modalar,
- Aldatıcı ve hakikatleri ters yüz edici reklâmlar sebebiyle, bu isyan ve günah cereyanları maalesef müslüman beldelerine de sirâyet ediyor.
Çünkü; Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmadığı bütün bu kötülüklere, münkerâta karşı, Sünnet-i Seniyye’nin aldığı tedbirler ümmette zaafa uğradı.
Kıyâmete kadar gelecek bütün insanlara gönderilmiş olan Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bire bir yetiştirdiği ashâbını örnek vererek, kendilerine emânet bıraktığı Kitap ve Sünnet’iyle ulaşacağı sonraki asırlardaki «kardeşleri»ne mesajlar göndermektedir:
ÖZLENEN NESİL
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre, bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbıyla birlikte kabristana gitti ve mevtâya şöyle hitap ve duâ buyurdu:
“–Allâh’ın selâmı üzerinize olsun ey mü’minler diyarının sâkinleri! İnşâallah bir gün biz de size katılacağız.”
Ardından şöyle bir temennîsini dile getirdi:
“–Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim. Onları ne kadar da özledim!”
Ashâb-ı kiram;
“–Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz, yâ Rasûlâllah?” dediler.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdular.
Bunun üzerine ashab;
“–Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın, ey Allâh’ın Rasûlü?” dediler.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Bir adamın alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde bulamaz mı?” diye sordu.
Sahâbe;
“–Evet, bulur, ey Allâh’ın Rasûlü!” dediler.
Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak gelecekler. Ben önceden gidip havuzumun başında ikrâm etmek için onları bekleyeceğim.
Dikkat edin! Birtakım kimseler yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar.
Ben onlara;
«–Gelin buraya!» diye nidâ edeceğim.
Bana;
«–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in Sünnet’ini takip etmeyip başka yollara saptılar, büyük günahlar işlediler.)» denilecek.
Bunun üzerine ben de;
«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar!» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret, 39)
Diğer bir rivâyette de şöyle buyurulur:
“Bana denilecek ki:
«–Sen onların Sen’den sonra neler yaptığını bilmiyorsun!» Ben de;
«–Benden sonra (istikamet ve hâllerini) değiştirenler uzak olsunlar, uzak olsunlar!» diyeceğim.” (Müslim, Fedâil, 26)
Yani;
MÜJDENİN ŞARTI VAR!
O müjdelenen nesillerden olmak için, istikameti muhafaza etmek zarûrî… Ehl-i sünnet ve’l-cemaat akîdesi içinde, sahâbenin izinden yürümek elzem.
Bu hakikatin sahâbe için de geçerli olduğuna şu kıssa işaret eder:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün Uhud şehidlerine uğradı ve;
“–Onların (îman ve sadâkatlerine) şahâdet ederim.” dedi.
Ebûbekir -radıyallâhu anh-;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, biz onların kardeşleri değil miyiz? Onlar nasıl müslüman oldularsa biz de müslüman olduk, onların cihâd ettiği gibi biz de cihâd ettik! (Bize de şahâdet etmez misin?)” dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz şu cevabı verdi:
“–Evet (söylediğiniz hususlar doğru), ancak benden sonra ne gibi bid‘atler çıkaracağınızı bilemiyorum.”
Hazret-i Ebûbekir ağladı, ağladı ve sonra;
“–Yani biz Sen’den sonraya mı kalacağız?” (diye mahzun oldu.) (Muvattâ, Cihâd, 32)
Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- gibi nice sahâbîler, sahâbe olmanın asıl ölçüsünü, mahşerde ve cennette Peygamberimiz’le beraber olabilmek olarak görürler ve bu titizlikle son nefeslerine hazırlanırlardı.
RIZÂYA ERENLER
Âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak; rızâsına ermenin yolunu, sahâbeye ihsân üzere tâbî olmak şeklinde ifade buyurmakta:
وَالسَّابِقُونَ الْاَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِر۪ينَ وَالْاَنْصَارِ وَالَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُمْ بِاِحْسَانٍۙ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَاَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي تَحْتَهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَدًاۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ ﴿100﴾
“(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen
- İlk muhâcirler ve
- Ensâr ile
- Onlara güzellikle tâbî olanlar var ya;
İşte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır.
Allah onlara; içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır.
İşte bu büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)
Bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak; rızâsına erişmenin şartı olarak, ashâb-ı kirâma benzemeyi ve onların ardınca ihsân üzere yürümeyi bize tâlim buyurmaktadır.
Sahâbe için o devirde câhiliyyeye karşı durmak ne kadar zor ve meşakkatliyse; âhirzaman câhiliyyesinin küfür ve isyan karanlıklarına karşı durmak da öyle bir gayret, fedâkârlık ve azim gerektirmektedir.
Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurur:
“İslâm, şüphesiz garip olarak başladı ve günün birinde garip hâle dönecektir.
Ne mutlu o garip mü’minlere!” (Müslim, Îmân, 232)
Merhum Elmalılı Hamdi Efendi, bu hadîs-i şerîfi şerh ve îzâh ederken şöyle der:
“İslâm’ın istikbâli gece değil, gündüzdür. Sönük değil, parlaktır. Ara sıra basan gece zulmetleri, onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir.
Bu hadis; «İslâm garip olarak zuhûr etti, ileride tekrar garip olarak zuhûr edecek» mânâsındadır.
Hadiste geçen طوُبٰى (Ne mutlu!) kelimesi korkutmak için değil, müjde içindir. Çünkü onlar, Sâbikûn (İslâm’ı ilk yayan bahtiyar kimseler) gibidir.” (Hak Dîni Kur’ân Dili, VII, 3713)
Bu hadîs-i şerîfin bir rivâyetinde Efendimiz şöyle buyurur:
“Ne mutlu o garip mü’minlere ki, insanların benden sonra bozdukları sünnetimi ıslah ederler.” (Tirmizî, Îmân, 13)
Garîb kelimesi; «gurbette olan, tek kalan, insanlara garip görünen» gibi mânâlara geldiği için; «Bir başına kalsa da, İslâm’ı; aslî / orijinal, zamanımız tabiriyle, kuruluş ayarlarıyla yaşayan kişi» mânâları da bu kelimeyle kastedilmiştir. Onlar;
“–Ne yapayım? Herkes böyle!” deyip topluluğun yanlışlarına uymaz, Kur’ân ve Sünnet’in, Rasûlullah ve sahâbe-i kirâmın yolundan yürürler.
Tâbiîn’den Hasan-ı Basrî Hazretleri İslâmî hassâsiyetlerin yaşanma kıvâmındaki hızlı değişmeyi şöyle tarif eder:
“Bedir ashâbından yetmiş kişiye yetiştim…
- Eğer siz onları görseydiniz mecnun sanırdınız.
- Onlar da sizin sâlihlerinizi görselerdi (gayret ve takvânızı az bularak);
«–(Herhâlde) bunların âhirette bir nasîbi yok!» derlerdi.
Kötülerinizi görselerdi;
«–(Herhâlde) bunlar hesap gününe inanmıyorlar!» derlerdi.” (Ebû Nuaym, Hilye, 2/134)
İslâm’ın böyle zor zamanlarda, «kınayanın kınamasına aldırmadan» yaşanması ve yaşatılmasında ise, çok büyük ecir ve mükâfat vardır:
Hadîs-i şerif şöyledir:
“Ümmetimin fesâda uğradığı dönemde, sünnetime sarılan (onu ihyâ eden) kişiye şehid sevâbı verilir.” (Heysemî, I, 172; Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 200; Süyûtî, el-Câmî, no: 9171)
Bugün Rasûlullah Efendimiz’in sünneti değil; farzlar unutuluyor, haramlar çiğneniyor. İslâm’ın şiarlarından habersiz nesiller yetişiyor.
MÂNEVÎ YANGINLAR
Bugün dehşetli bir yangın var. O yangında birçok insan;
“–Bizi kurtarın! Biz yandık bittik!” diye feryat ediyor.
Diğer tarafta ise, birtakım gafil kişiler; o yangını söndürmeye davet edildiği hâlde, işi ağırdan alıyor;
“–Önce çayımı, kahvemi içeyim, sonra gelirim.” diyor! Feryatlara sağır kesiliyor, bîgâne kalıyor.
Bunun vebâli ağır olmaz mı?
Her müslüman;
- Ailesinden mes’ûldür,
- Toplumdan mes’ûldür,
- Bütün insanlıktan ve hâdisâtın akışından mes’ûldür.
Bu yangınlardan can kurtarmak hepimizin vazifesidir.
Bir annenin en fârik vasfı evlâdına süt vermektir. Fakat bir yangın esnasında, evlâdını kurtarmak yerine, süt vermeye devam ederse, evlâdı da yanar, kendisi de yanar. Fakat o anne; vaziyetin farkına varır da, o yangını söndürmek için bir kova su da o dökerse, evlâdını da kurtarır kendisini de kurtarır. Böyle bir anne, ömürlük teşekküre lâyıktır.
Bu temsilde, süt vermek, evlâtların sadece dünyevî ihtiyaçlarını karşılamak demektir. Bugün evlâtlarının yüksek tahsili, meslek kazanması ve dünyasını mâmur etmesi noktasında anne-babaların büyük bir hırs ve gayret gösterdiklerine şâhit oluyoruz. Çocukları imtihan olurken, mektep kapılarında heyecanla bekleştiklerini görüyoruz.
Ancak ciğerpâresi yavrularının âhiretleri husûsunda bu gayretler kadar olsun fedâkârlık gösteriyorlar mı?
Yoksa azıcık bir gayreti yeterli görme hatasına mı düşüyorlar.
“–Bir meslek için 10-15 yıl tahsil şart, bir yabancı dil için şu kadar emek zarûrî!” diye düşünen ve bu uğurda fedâkârlıktan kaçınmayanlar;
- İslâm medeniyet ve kültürünü tahsil etmek için,
- Ehl-i sünnet akîdesini, fıkhı, ilmihâli, helâli, haramı, siyer-i Nebî’yi, Kur’ân ve Sünnet muhtevâsını öğrenmek için,
Hulâsa;
- Mahşer gününde cehennemden âzâd olup cennete girebilenlerden olmak için, ne kadar zaman ve emek gerektiğini tefekkür etmezler mi?
Bu büyük gayelere, dünyevî maksatlardan daha az ihtimam göstermek, -Allah korusun- dîni istihfâf etmek mânâsına gelmez mi?
BUGÜN DAHA FAZLA GAYRET GEREK!
Bugün nesilleri, İslâm şahsiyet ve karakteriyle yetiştirmek dünden çok daha zor. Niçin?
Çünkü;
Eskiden geniş ve büyük aileler vardı. Aileler «çekirdek aile»den ibaret değildi. Evlâtların güzel ahlâk ile terbiye edilmesinde sâliha annenin ve sâlih babanın yanı sıra, dedenin, ninenin ve akrabaların çok mühim ve faydalı tesirleri olurdu.
Yani bir çocuk, her taraftan güzel ahlâk nümûnesi insanların nezâretinde yetişerek, tabiî şekilde terbiye edilmiş olurdu.
Güngörmüş, ağzı duâlı dedelerden ilim ve irfan; İslâm nezâket, zarâfet ve edebiyle kemal bulmuş ninelerden âdap ve erkân öğrenilirdi.
Mahalle, sokak ve çarşı bile, İslâm âdâbıyla yaşayan büyüklerin bulunduğu birer mektep, birer dergâh mesâbesindeydi.
Böylece evlâtlar, her yönden gelen müsbet telkinlerin bereketiyle sağlam bir şahsiyet ve karakter kazanıyordu.
Bugün ise bunlar gitgide kayboldu. Evlâtlar; televizyon internet, reklâm ve modaların eline düştü.
Hâsılı;
- Toplumun cam kırıklarıyla dolduğu bir devirdeyiz.
- Cemiyet bir sahrâ hastahânesi hâlinde.
Bu sebeple, evlâtları ve toplumu irşâda koşmak, Kur’ân-ı Kerim müesseselerine hizmet etmek, bu zamanda artık neredeyse bir farz-ı kifâye olmaktan çıkarak farz-ı ayn hâline gelmiştir.
Bugün dîni yaşamak ve yaşatmak; yokuş aşağıya giden bir arabanın rölantide ilerlemesi gibi kolay değil. Yokuş yukarı itilmesi gereken bir vasıta gibi, daha büyük bir gayret gerektiriyor.
Avuçta kor tutmak gibi tarif edilen bu gayretler de karz-ı hasen hükmünde, zorluğuyla mütenâsip büyük mükâfatlara vesile olacak. “Onlara ne mutlu!” denmesinin bir hikmeti de budur.
Rasûlullah Efendimiz, bu fedâkâr ve gayretli ümmetini şöyle tarif buyurur:
“Ümmetim içinde beni en çok sevenlerin bir kısmı benden sonra gelenler arasından çıkacaktır. Onlar beni görebilmek için mallarını ve ailelerini fedâ etmeye can atarlar.” (Müslim, Cennet, 12; Hâkim, IV, 95/6991)
Sahâbe efendilerimizde olduğu gibi, o bahtiyar âhirzaman ümmetinin de fârik vasfı, Rasûlullah Efendimiz’e olan büyük ve müstesnâ muhabbetleridir.
Muhabbet; terakkî ve terbiyede temel harçtır, ana malzemedir. Lâkin bu mücerred mefhumun tezâhürü, âdaptır. Yani her harekette; Peygamberimiz’in sünnetine, edebine riâyet etmektir. Ashâbın da temel husûsiyeti budur.
Cenâb-ı Hak; bizleri ashâbın muhabbet, âdap, takvâ, gayret ve fedâkârlıklarından hisseyâb eylesin.
Peygamberimiz’in; «Kardeşlerim!» diye methettiği, müjdelediği, âhirzamanın samimî ve mümtaz mü’minlerinden olabilme azmini gönüllerimizden eksik eylemesin!
Âmîn!..