Aklın ve Kalbin İhtiyacı: İlim ve Eğitim

Ebedî Fecre

Yıl: 2005 Ay: Eylül Sayı: 07

RABBİM, İLMİMİ ARTIR!

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:

(Rasûlüm) de ki: Rabbim, ilmimi artır!..” (Tâhâ, 114)

Çünkü bu artış, insanın kıymet ve şerefinin artışıdır. Bu kıymet ve şeref, insanı iki cihanın gözdesi yapacak bir değerdir. Çünkü ilim, insanın, hem kendisini hem çevresini hem de Rabbini tanımasını sağlayan ilâhî bir aynadır. Öldükten sonra dahî insanın derecesini artırmaya vesile olan sonsuz bir kazançtır.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“İnsan ölünce, üç ameli dışında bütün amellerinin sevabı kesilir: Sadaka-i câriye, kendisinden istifade edilen ilim, arkasından duâ eden hayırlı evlât.” (Müslim, Vasiyye, 14)

FAYDALI İLİM (İLM-İ NÂFÎ)

Bir nahiv (dil bilgisi) âlimi gemiye binmişti. Sefer esnasında ilmine mağrur bir şekilde gemici ile sohbete koyuldu. Gemiciye zaman zaman muhtelif sualler sordu ve muhatabından «bilmem» cevabını alınca da ona karşı ilmiyle iftihar etmek üzere;

“–Yazık! Cehâletin sebebiyle ömrünün yarısını hebâ ve ziyân etmişsin.” diyerek onunla istihzâ etti.

Temiz kalpli gemicinin, bu küçük düşürücü davranışa gönlü kırıldı ise de, olgunluk gösterip nahivciye cevap vermedi, sustu. Derken şiddetli bir fırtına çıktı ve gemiyi müthiş bir girdabın içine sürükledi. Herkesi büyük bir telâşın kapladığı o hengâmede gemici, nahivciye döndü ve;

“–Ey üstad, yüzme bilir misin?” diye sordu.

Nahivci, solmuş sararmış bir vaziyette titrek bir sesle kekeleyerek;

“–Hayır bilmem!..” dedi.

Bunun üzerine gemici, mahzun bir edâ ile şu mukabelede bulundu:

“–Nahiv bilmediğim için benim yarı ömrüm mahvolmuştu, öyleyse şimdi senin bütün ömrün mahvoldu. Zira gemimizin bu girdaptan kurtulma imkânı yoktur. Ey nahivci! Bu deryada nahivden ziyade yüzme ilminin daha faydalı ve zarûrî olduğunu bilmiyor muydun?..”

Bu kıssadaki nahiv ilminden murad, sadece dünyevî ve zâhirî ilimlerdir. Asıl faydalı ilim ise, ihtiyaca cevap veren ilimdir. Beşerin en büyük ihtiyacı, bedenle birlikte rûhun da ebedî saâdetini temin etmektir. Bu da, Allah rızâsını kazanmaya bağlıdır. Allâh’ın rızâsı ise, kâmil îmanla birlikte sâlih amellerle elde edilebilir.

Yine kıssadan anlaşılacağı üzere; bu fânî vücut gemisi ölüm girdabında çırpınırken, yani dünyaya büyük vedâ ânı olan ecel yaklaşınca; asıl ihtiyaca cevap vermeyen, yaşanmayan, irfâna dönüşmeyen, ruhsuz, kuru ve sırf nefsin rahatına hitab eden bilgiler fayda vermeyecektir.

İlm-i nâfî olgunluğundan mahrum bir kimse, faraza hukuk tahsili gördükten sonra, hak ve adâlet tevzî edeceği yerde bir cellat; tıp tahsili yapmış bir kimse de şifâ dağıtacağı yerde bir insan kasabı kesilebilir. İlmî kabiliyetine rağmen, merhamet ve muhabbetten mahrum bir idareci ise emri altındakilere yalnız zehir saçar.

Böyle kimseler; bir cahilin cehâletiyle yapamayacağı zararın daha beterini, ilmi kendi menfaatine âlet ederek kolaylıkla irtikâb edebilirler.

Gerçekten, insanı gurur ve kibre sevk eden, sonunda da helâk girdabında boğan bir ilim; zâhiren güzel ve faydalı şeylerden ibaret olsa bile hakikatte vebâlden başka nedir ki? Bunun için Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Cenâb-ı Hak’tan ilmi dâimâ bu istikamette talep etmiş ve şu niyazda bulunmuştur:

“Allâh’ım! Fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten ve kabul edilmeyen duâdan Sana sığınırım!..”

Buna göre ilim, hikmette derinleşmektir. Muammâyı çözmektir. Her şeyde mevcut Cenâb-ı Hakk’ın mesajını alabilmektir. Meselâ tıp bilgisi, Allâh’ın vücuda yerleştirdiği muazzam kāidelerle ilgilenir. Ancak bu ilgide kalmayıp bir adım öteye gitmeli ve vücuttaki kāidelerde meknuz ilâhî sanatı görebilmelidir.

Çünkü ilim, seyretmek değil, sırları çözmektir.

İLMİN GAYESİ!

Yûnus Emre Hazretleri de ilmin aslî gayesini şöyle ifade eder:

İlim ilim bilmektir,

İlim kendin bilmektir.

Sen kendini bilmezsin,

Ya nice okumaktır?!.

Okumaktan mânâ ne?

Kişi Hakk’ı bilmektir,

Çün okudun bilmezsin,

Ha bir kuru emektir!..

Okudum bildim deme,

Çok tâat kıldım deme.

Eğer Hakk’ı bilmezsen,

Bu kuru lâf demektir!..

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de;

“Allah’tan hakkıyla ancak âlim kulları korkar.” (Fâtır, 28) buyurulduğu cihetle Allâh’ın azamet ve kudretini lâyıkıyla kavramak da, her şeyden önce bir ilim işidir.

Kısacası ilmin en öz gayesi; önce Allâh’ı bilmek, sonra da dünya ve âhiret saâdeti için lüzumlu olan bilgileri devşirerek iki âlemde kurtuluşa ermektir. Aksi hâlde ilim, sırat üstünden bizi cehenneme yuvarlayacak bir çelme hâline gelir.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kıyâmet günü ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kişi huzûra getirilir. Allah Teâlâ ona verdiği nimetleri hatırlatır. O da hatırlar ve itiraf eder. Ona;

«–Peki bu nimetlere karşılık ne yaptın?» diye sorar.

O ise;

«–İlim öğrendim, öğrettim ve Sen’in rızân için Kur’ân okudum.» cevabını verir.

Cenâb-ı Hak;

«–Yalan söylüyorsun. Sen, âlim desinler diye ilim öğrendin, ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi.» buyurur. Sonra emrolunur, o da yüzüstü cehenneme atılır.” (Müslim, İmâre, 152)

Bir başka hadîs-i şerifte de Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Kim ilmini artırır da (ona müsâvî olarak) dünyada zühd ü takvâsını artırmazsa, (o ancak) Allâh’a olan uzaklığını artırmıştır…”

İLİMDE İRFAN MESELESİ

Gerçek ilim; yaşanmak sûretiyle irfan ve mârifetullah ile bezenerek kalpte mekân bulduğunda, kulu sonsuzluğun seyyahı eyler. Kalp, Haccâc-ı Zâlim’in katılığından çıkar, Yûnus’un şefkat postuna bürünür.

İlim bu bakımdan, insana öncelikle kendisini tanıtmalı, varlığın gayesini bildirerek «mârifetullâh»a kapı aralamalıdır. Yani ilim, irfan kıvâmında olmalıdır.

Bilginin şahsîleşip, selîm bir idrâkin derinliklerine kök salmasına, «irfan» denir.

Ârif ise, sahip olduğu bilgilerin derûnundaki sır, hikmet ve ilâhî tecellîlere vâkıf olmuş, yani irfan sahibi kimse demektir. Bu olgunluğa erişememiş ilim sahipleri hakkında;

“Âlimdir, fakat ârif değildir.” denilir.

Böyle kimselerin bilgileri, kitaplardaki gibi sâbit ve mahfuzdur. Bu durum, tıpkı ambardaki tohuma benzer.

O tohum, ancak toprağa kavuştuğunda neşv ü nemâ imkânı bularak inkişâf eder ve çoğalır. Aksi hâlde böyle bilgiler, fikir îmal etmeye ve zihinden kalbe inerek duyguları derinleştirmeye muvaffak olamaz. Bundan dolayı, böyle bilgilere kitâbî bilgi denir.

İslâm büyükleri ilim hakkında;

“İlim, idrâk etmektir. İdrak gerçekleşmeden ilim tahakkuk etmez. Bu idrâkin müntehâsı ise «mârifetullah»tır. Bu yönüyle mârifetullah bütün ilimlerin özüdür. İlimler bu ilme yakınlığı derecesinde değer kazanırlar…” demişlerdir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Hünerli ve bilgili kişi iyidir ama, iblisten ibret al da ona pek değer verme! Zira ibliste de bilgi vardı. Ama o, Âdem’in topraktan yaratılışını, dış yüzünü gördü de, onun hakikatini göremedi.”

“Nice ilim, akıl ve anlayış vardır ki, hakikat yolcusuna harâmî kesilir, yolunu vurur. Onun için cennetliklerin ekserisi, filozofların şerlerinden korunabilmiş, saf ve ehl-i kalp kimselerdir.

Ey gafil! Gururdan, kendini beğenmekten kurtul ve lüzumsuz şeyleri üstünden at ki her an sana ilâhî rahmetler yağsın.”

İLME VE İRFÂNA HAZIRLIK

İlim ve irfan öyle bir nur ve ziynettir ki bunu elde etmek için, onun mekân tutacağı yerlerin, yani kalbin, evvelâ lüzumsuz ve zararlı şeylerden tahliye edilmesi gerekmektedir.

Bu bakımdan Peygamberler önce âyetleri okurlardı, sonra da bu âyetlere inanan ve gönül veren kimselerin, nefislerini aşırılıklardan, çirkinliklerden arındırarak kalplerini mânevî kirlerden tasfiye ederlerdi. Daha sonra da tezkiye ve tasfiye olunmuş kimselere kitap ve hikmeti tâlim ederlerdi.

Kâinattaki sır ve kudret akışlarına da ancak böyle bir kalbin sahipleri âşinâ olur ve bir hikmet menbaı hâline gelebilir.

İLİMLER MUHTELİFTİR

Kur’ân-ı Kerim’de de bildirildiği gibi Musa -aleyhisselâm-’a bir ilim verilmiştir, o Hazret-i Hızır’da yoktur; Hızır -aleyhisselâm-’a bir ilim verilmiştir, o da Hazret-i Musa’da yoktur.

Aynı şekilde Hazret-i Geylânî bir Hazret-i Mevlânâ olamayacağı gibi, Hazret-i Mevlânâ da bir Hazret-i Geylânî olamaz. Yine Şâh-ı Nakşibend bir Ahmed er-Rifâî olamayacağı gibi Ahmed er-Rifâî de bir Şâh-ı Nakşibend olamaz. Zira her iki tarafa verilenler ve kendilerinden istenilen hizmetler ayrı ayrıdır.

Ama elbette ki, hepsinde asıl gâye, kulluk ve mârifettir. Çünkü Rabbe giden yollar, mahlûkātın nefesleri sayısınca çoktur.

Diğer taraftan Cenâb-ı Hak, sayısız Hak dostlarının her birini kıyâmete kadar devam ettireceği yüce nûrunun bir vechesine mâkes kılmıştır. Değişik tecellîler ile kendi kudretini sergilemiştir.

O bakımdan her Allah dostunun kendi içinde vazgeçilmez bir vazifesi vardır. Buna göre de nasıl ki zâhirî bilgileri yorumlayıp onları tefsir ve îzah için âlimler gerekliyse, mânevî bilgileri de aynı şekilde gönüllere sunacak evliyâullah gereklidir. Ebû Hanîfe Hazretleri ne kadar zarûrî ise, Bahâeddin Nakşibend Hazretleri de o kadar zarûrîdir.

VEHBÎ İLİM

İlimler arasında, Allah Teâlâ’nın müstesnâ kullarına bahşettiği «vehbî ilim» ayrı bir yer teşkil eder. Bu ilim, ancak Allah Teâlâ’ya karşı takvâ, mahlûkāta karşı tevâzu, dünyaya karşı zühd ve nefse karşı amansız bir mücadele ile elde edilebilir. Nitekim;

“Bildiğiyle amel edenlere, Allah bilmediklerini de öğretir.” (Ebû Nuaym, Hilye, X, 15) hadîs-i şerîfi bu gerçeğe işaret eder.

Demek ki Allâh’ın âyetlerini anlamaya mânî kibir, ucub, hased, dünya sevgisi gibi kalbî hastalıklar, tasavvufî terbiye ve tasfiye ile tedavî edilmediği müddetçe, Kur’ân’ın esrârından hisse alabilmek mümkün değildir. Nitekim;

“Dünyada haksız yere kibirlenip büyüklük taslayanları, âyetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım.” (el-A’râf, 146) âyet-i kerîmesi bunu açıkça ifade eder.

Demek oluyor ki mânevî terbiye ve tasfiye ile kalp âleminde terakkî kaydedilmediği takdirde, Kur’ân, kâinat ve insanın esrârından hisse alabilmek mümkün değildir.

İLİM, EĞİTİM (GÜZEL HÂL VE İSTİKAMET) İÇİNDİR

Doğduğu günden itibaren bilgiye muhtaç olan insanoğlu için ilim, aslında bir ömür insanın eğitiminden ibarettir. Kur’ân’da da buyurulduğu üzere, gerçekten bilenlerle bilmeyenler hiçbir zaman bir olmamıştır.

Bilenlerle kastedilen ise;

a. Kıyam ve secde hâlinde Allah ile beraber olanlar,

b. Âhiret endişesi taşıyanlar,

c. Allâh’a ilticâ edenlerdir.

Yoksa insan gerçek mânâda bilgililer sınıfına dâhil olmaz.

Çünkü bu üç husûsiyeti taşımıyorsa, gözünün gördüğünü kalbi görmüyor demektir.

Bu itibarla Kur’ân-ı Kerim, ilim ile;

“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (mes’ûliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zalim ve çok cahildir.” (el-Ahzâb, 72) âyetinde buyurulduğu üzere fısk içinde bocalayan insanı «zulm» ve «cehâlet» sıfatından kurtarıp kâmil insan hüviyetine kavuşturmayı hedefler.

«Zulm»ün zıddı «adl»dir. Yani kulun amelinin sâlih olmasıdır. «Cehl»in zıddı ise «ilim»dir. Gerçek âlim olabilmek için zâhirî ilme olduğu kadar, bâtınî ilme de sahip olmak gerekir. Yani cahil sıfatıyla hayata başlayan insan, ancak ilim sıfatıyla eğitilerek âlim ve kâmil sıfatlarla da tefekkür ve duyuş derinliği kazanarak meleklerden üstün bir peygamber vârisi hâline gelebilir.

Nitekim İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh-;

“Veresetü’l-enbiyâ (peygamberlerin vârisleri), zâhir ve bâtın (kalbî) ilme sahip olanlardır.” buyurmuştur.

EĞİTİM İNSAN İÇİNDİR

Nice vahşî hayvanları eğitip onlardan istifade eden ve nice ağaç kütüklerini terbiye ile eşsiz sanat şâheserleri ortaya koyan insanoğlu unutmamalıdır ki; asıl eğitim, kendisi için yani insan için gereklidir.

Çünkü;

En zor hizmet, insan eğitimidir.

Zira terbiye olmamış bir nefis, kişiyi dâimâ kötülüğe yönlendirir. Allah Teâlâ insan fıtratına fücûr ve takvâ temâyüllerini yerleştirmiştir. Bu bakımdan daha çocukluğundan itibaren bu iki temâyülün tezâhürleri onda görülmeye başlar.

İnsanın saâdeti, günaha temâyülün engellenip takvânın güçlendirilmesiyle mümkün olur. Bunun yolu da terbiyedir. En vahşî hayvanları eğitmek bile nefsine mağlûp bir insanı eğitmekten daha kolaydır.

Eğitim (terbiye) hizmeti, bir peygamber mesleğidir. Eğitimci olmak için hissiyat ve duyguların güçlü olması lâzımdır. Çünkü talebeyle irtibat kurarken, onların duygularını anlamalı, değerlendirmeli ve ona göre muâmele etmelidir.

Bu, bir doktorun tedavîden önce teşhise, yani ağrı ve sızının sebebini kavramaya mecbur olması gibi bir keyfiyettir. Unutmamak gerekir ki, ancak problemi çözülen insan kazanılabilir.

İnsanların istidatları birbirinden farklı olduğu gibi, zaafları da muhteliftir. Bu sebeple eğitimcinin âdetâ bir ruh doktoru titizliğiyle insana yaklaşması gerekir.

Birine faydalı olan bir söz ve davranış, bir başkasına zarar verebilir. Bu yüzden eğitiminden mes’ul olduğumuz insanların karakterlerini çok iyi tanımamız lâzımdır.

Diğer taraftan telkinin zaman ve dozu da iyi ayarlanmalıdır.

Sert bir cismi belli bir istikamette bükerken onun kırılma ihtimalini dikkate aldığımız gibi nefsânî kabiliyet ve temâyülleri kuvvetli olan bir kimseyi de bu illetten kurtarmak için aceleci davranmamak lâzımdır. Muhatabın ters tepki göstereceği dereceye kadar dozu artırmamaya dikkat etmelidir.

Dolu bir kabı eşit hacimdeki bir başka kaba ânî bir sûrette boşaltırsanız, yarısını ziyan eder, dışarıya dökersiniz. Lâkin tedrîc kanununa riâyet ederek, yani acele etmeden, yavaş yavaş hareket ederseniz, elinizdeki kapta ne varsa onu eksiksiz olarak diğerine aktarabilirsiniz.

İnsan terbiyesinde de bu fizik kanununun ehemmiyeti inkâr olunamaz. Bu demektir ki, bir insanı yönlendirip terbiye etmek her şeyden önce sabra ve muhatabı istîdatları itibarıyla mükemmel bir sûrette tanımaya bağlıdır.

Gerçekten eğitimci, talebesinin karakter ve istîdâdını elindeki tesbih taneleri gibi tanımalı, kimin neye kabiliyeti varsa, onu o yönde geliştirmeye gayret etmelidir.

Meselâ şairliğe istîdâdı olan bir kimseyi, insan rûhunun derinliklerine yönlendirmek îcap eder. İdareci olmaya istidatlı kimseye ise sevk ve idarenin nasıl yapılacağı, işi ehline vermenin gereği, merhametli davranmanın lüzumu ve adâlet gibi hususlar telkin edilmelidir. Diğer meslekî kabiliyetler de bunun gibidir. Ancak toplum için zarûrî olan bu kabiliyetlerin her birinin eğitim tarzı farklı farklıdır.

Eğitim hizmetleri, insandaki beden-ruh ve akıl-kalp arasındaki hassas dengeye dikkat edilerek plânlanmalıdır.

Şayet insanın sadece aklına hitap edilirse menfaat, makam, dünyevî hevâ ve hevesler ağır basar ve rûhî tekâmül ihmal edilmiş olur. Böyle yetiştirilen insan; neticede servet, şöhret ve şehvetin kulu hâline gelir. Fakat aklıyla birlikte onun kalbi de eğitilebilirse, fıtratında mevcut olan temâyüllerin Hak yoluna yönlendirilmesi ancak o zaman mümkün olabilir.

Şuna dikkat edilmelidir ki; kalbe erişmeyen bilgi, irfâna dönüşmez. İrfandan mahrum bir bilgi ise sahibini dalâlete sürükleyebilir. Mânevî duygular ve fazîletlerle teçhiz edilemeyen insan, sürekli kötülüğü emreden nefsinin kaba kuvvetine terk edilmiş olur.

İsrafı, sadece elimizdeki mal ve mülkü çarçur etmek şeklinde düşünmemeliyiz. Âyet-i kerîmede buyurulan;

“Allah israf edenleri sevmez!..” îkāzını hayatımızın bütün safhalarına taşımalıyız.

Bu meyanda vazifesinin ehemmiyetini idrâk eden bir hocaefendi de, asla talebesinin zaman ve enerjisini israf edemez, etmemelidir.

Bilmeliyiz ki, ömrü boş geçirmek bir israftır. Elimizdeki yüce emânetleri muhafaza etmemek bir israftır. Hele insanın eğitiminde onun varlıkların en şereflisi olması istikametinde yetiştirilmeyip ziyan edilmesi, israfların en büyüğüdür.

Dolayısıyla insanın eğitim ve terbiyesinde son derece hassas olmalıdır. Onu, yüce Yaratan’ın hilkatte arzu ettiği bir kul olarak, yani bu kâinat kitabını okuyan, ondaki ilâhî nizam ve âhenk ile kudret akışlarını seyrederek ince ve derin bir tefekkür ikliminde îmânını ihsâna erdirebilen bir kâmil gönül olarak yetiştirmelidir.

Bir bakıma vasıfsız ve sığ kitleler değil, İslâm’ın, asr-ı saâdette ortaya koyduğu kıvâmı taşıyan şahsiyetler inşa etmeliyiz. Yoksa bunca milyar insanlık âlemindeki gerçek insana olan susuzluk, bir türlü dindirilemez…

Bütün iş, şu âhirzamanda bir insan daha yetiştirmek…

Yeni doğan neslin içine düştüğü sayısız yangından birkaç evlâdı olsun kurtarabilmek…

Kim bilir elimizin uzandığı kimseler, belki yarınların Fatihleri, Yavuzları, Süleymanları, Sinanları olacak!.. Belki Pîrî Reisleri, İbn-i Kemal Paşaları, Akşemseddinleri, Aziz Mahmud Hüdâyîleri olacak!..

Bir millet böyle dâhîler yetiştirebildiği ölçüde büyük millet olur ve hayatiyetini devam ettirir. Nitekim Osmanlı Beyliği, Anadolu’da kurulan en küçük beylik olmasına rağmen sahip olduğu büyük şahsiyetler nisbetinde büyüdü, büyüdü ve üç kıtayı kuşatan ulu bir çınar oldu… Daha sonra ise kocaman bir imparatorluk olmasına rağmen ufku dar, yani sırf menfaatine râm olmuş, milletin istikbâlini değil, kendi mevkiini düşünen, şahsiyeti zaafa uğramış kimselerin elinde küçüldü, küçüldü ve neticede tarihin tâlihsiz sayfalarında kaldı…

Hâsılı insanı eğitip onu yetiştirecek eğitimci, hocaefendi, öğretmen gibi hizmet insanlarının önce kendi gönüllerini bir dergâh hâline getirmeleri zarûrîdir. Gönül âlemi bir dergâh hâline gelmemiş kimselerin bina duvarlarından farkı yoktur. Ki bunlar, bir müddet sonra yıkılır ve yok olurlar.

Ancak gönüllerini insanlara açarak onları kucaklayanlar, Hazret-i Mevlânâ, Şâh-ı Nakşibend, Abdülkādir Geylânî ve Yûnus Emre Hazretleri gibi kıyâmete kadar yaşarlar ve mekteplerindeki ezel ve ebed dersleri de kesintisiz devam eder.

Ey Rabbimiz! Bizleri dâimâ faydalı ilimler ile rızıklandır! Faydası olmayan her türlü ilmin şerrinden muhafaza et!.. Allâh’ım, ilmimizi irfâna dönüştür! Neslimizi gerçek ilim ve irfan ile kendi kültür potasında eğitmeyi ve geleceğimize yüksek şahsiyetler armağan edebilmeyi nasîb eyle!..

Âmîn!..