DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
ALLAH DOSTU OLABİLMEK İÇİN
Hak dostları, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼtan başlayarak, bunlar, zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş, Allah Rasûlüʼnü temsil eden, zamana yayılmış zirveler. Onun için onlar dâimâ bir endişe içinde.
وَلَا تُخْزِنِى (“…Beni mahzun etme!” [eş-Şuarâ, 87]) buyuruyor İbrahim -aleyhisselâm-.
Bu, Allah dostlarının, kemâle ermenin şeyi nedir?
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Kiminle berabersek bu dünyada, kıyâmette de onunla beraberiz. Kendimizi bir, muhâsebe etmemiz lâzım: “Kiminle beraberiz? Duygularımız nasıl?..”
Bu sâlihlerde gördüğümüz de, sünnet-i seniyyeye ittibâ hususunda dehşetli bir titizlik. Yani ne gibi bunlar? Altın tartan terazi gibi. Şimdi bir kuyumcu, altını tartarken, terazisi çok hassastır. Üflese terazinin kefeleri değişir. Bir rüzgâr esse terazinin kefeleri değişir. Onun için bunu bir, dışarıda bir altın tartmaz, içeride tartar. Çünkü bu miligramlar kıymet oynatır.
Fakat odun tartan bir kantar, demir tartan bir kantar, bunu dışarıda da rüzgarda da her şeyde kullanabilirsin. Çünkü orada gram tartmaz o. Hattâ birkaç kilo oynasa da fazla bir şey değil, çünkü 500 kilo, 1 ton tartacak. İşte avâmla havâssın durumu budur.
Cenâb-ı Hak bir dostluk istiyor. Demek ki dostlarda gördüğümüz, dâimâ bu, kuyumcunun kantarı gibi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin her hâli.
Umum halk, ruhsatlarla ve fetvâ ölçüleriyle devam ettirir. Fakat Allah dostları bu miligramlarla, o hassâsiyet içinde istikâmetlerini devam ettirirler. Cenâb-ı Hak bizim de… İşte:
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
Cenâb-ı Hak bizim de; “…Onlar (kıyâmette) korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)
Dâimâ önümüzde bir kuyumcu terazisi olması zarureti…
Birkaç misal verirsek:
Ebû Bekir Efendimiz, “ikinin ikincisi” âyet-i kerîmede. (Bkz. et-Tevbe, 40) Efendimiz, hastayken, son namazında onu mihrâba geçirdi. Ebû Bekir Efendimiz halîfe olarak seçildi. Hutbeye çıktı:
“Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde başınıza getirildim.” buyurdu. Canlı bir Kurʼân.
“İbâdurrahmân, yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63)
Ebû Bekir Efendimizʼi Cenâb-ı Hak senâ ediyor, Allah Rasûlü senâ ediyor. O ise:
“Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde başınıza emir tayin edildim. Şâyet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım edin. Yanlış hareket edersem beni ikaz edin, bana doğru yolu gösterin…”
Bir kuyumcu terazisi…
Yine, halîfe olmadan evvel, yetim kızların hayvanlarını sağardı. Komşuları dediler ki:
“‒Ebû Bekir -radıyallâhu anh- halîfe oldu, bütün İslâm dünyasının yükü kendi sırtına geldi. Herhâlde artık bu komşuları yetim kızların hayvanlarının sütlerini sağamaz.” denildi.
Baktılar ki, yine Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- yine onların -nasıl Cenâb-ı Hak bir vakit açıyor vakit içinde- onların yine o hizmetine devam etti. Cenâb-ı Hak nasıl bir yardım ediyor?..
Yine Ömer -radıyallâhu anh- halîfe oldu. O da aynı şeyleri söyledi:
“‒Cemaat (dedi), eğer (dedi), yolumdan inhirâf edersem, kayarsam, beni îkaz edin (dedi). Beni irşâd edin.” dedi.
Bir bedevî kalktı; -bedevî, kültürü vesâiresi ona göre olan- kılıcını çıkardı:
“‒Ömer (dedi), hiç merak etme (dedi), sen yamulursan (dedi), seni bu kılıcımızla doğrulturuz biz.” dedi.
Ömer -radıyallâhu anh- elini kaldırdı:
“‒Yâ Rabbi (dedi), ben eğrildiğim zaman beni doğrultacak bana bir cemaat verdin.” buyurdu.
Bugün baştakilere birisi böyle söylese, bir şeye, bir dâire müdürüne bile böyle söylese, kılıcını çıkartıp “seni böyle doğrulturuz” dese, kendini kapıda bulur, bir de arkadan bir de cezâ yer.
Seriyy-i Sakatî Hazretleri, Allah dostlarından, Bağdatʼta ders okuturken;
“Müslümanın derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87) hadîs-i şerîfini okuturken bir talebesi geliyor:
“‒Üstad (diyor), sizin mahalle yandı, yalnız sizin ev kurtuldu.”
“‒Elhamdülillâh.” diyor.
Otuz sene sonra bir dostuna:
“‒Ben (diyor), o günün tevbesi içindeyim (diyor). O gün (diyor) kendi evim yanmadığı için hamd ettim, evi yananları düşünemedim.”
Hep bunlar bize numûne. Bugün Suriyeʼyi görüyoruz, ne şekilde bir katliam var? Dünyanın birçok yerlerinde ne şekilde bir eziyet var? Hakîkaten, yüreğimiz ne kadar uzanıyor?..
Velhâsıl toplumun derdiyle dertlenme demek ki. Kendi derdi değil, kendi derdini unutma.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, Kâdıʼl-Kuzât, yani devlet başkanından sonra ikinci insan. Fakat o hep nefs endişesi içinde. “Benim nefsim nasıl?..” Nefsini aynada görmek istiyor. Avucuna koyuyor nefsini, aynanın önüne tutuyor. “Beni içim kandırıyor mu?..” Tutup, ciğer satayım diyor. Bu,
“مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ” (Nefsini bilen…)
“Ben bu durumda mıyım, değil miyim?..”
مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ
(Nefsini bilen, Rabbini de bilir.)
“Ben, Cenâb-ı Hakkʼı tanıyabiliyor muyum? Benim nefsim nasıl?..”
“Yeryüzünde mütevâzı olarak ibâdurrahmân gezerler…” (el-Furkân, 63)
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri… “Ben nasıl Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzındayım?..” İnsanlara hizmet bitiyor, yolları temizliyor, hastalara hizmet bitiyor. Diyor ki:
“Aziz dost bana dedi ki (diyor), sen (diyor), hayvanlara da hizmet et dedi (diyor). Oradan sana birçok tecellîler Cenâb-ı Hak ihsân edecek. O işe devam et (diyor). Öyle bir hâl oldu ki (diyor, Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri), önümden bir hayvan geçse (diyor) ben bir tefekküre dalardım (diyor). O tefekkür neticesi bir gün önümden (diyor), bir kelp geçti, bir köpek geçti, ben kenara çekildim (diyor). Köpek önümden yürüdü (diyor). Sonra köpeği takip ettim (diyor). Köpek bir tepeye çıktı (diyor). İki elini/iki ayağını kaldırdı (diyor) ve birtakım yanık seslerle birtakım mırıltılar… Bir ilticâ hâli (diyor). Ben de elimi kaldırdım (diyor) «âmîn yâ Rabbi» dedim (diyor). Öyle bir tecellîler oldu ki bana…” diyor. Fakat nasıl tecellîler olduğunu bildirmiyor bize.
Velhâsıl Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakabilme. Kalbin bu seviyeye çıkabilmesi. Cenâb-ı Hakʼla dost olabilme.
Bir gün Muhammed Mâsum, yani İmâm-ı Rabbânîʼnin oğluna bir soru soruyorlar:
“‒Tasavvuf ehline, takvâ ehline şeytan sataşır mı?” diyorlar.
“‒Abdülhâlık Gucdüvânî de şöyle cevap buyurmuştur.” diyor Muhammed Mâsum Sirhindî Hazretleri.
“‒Sâlik (diyor), nefs-i mutmainneye ermedikçe, ona şeytan öfke ânında sokulabilir.” Öfke ânında onu günaha sevk eder. “Ancak nefs-i mutmainneye, o duruma gelmişse, ancak sabır silâhını kullanır, o şekilde öfkeyi bertaraf eder, gayzını yutar. Çünkü âyette “gayzlarını yutarlar” buyruluyor, “öfkelerini yutarlar”. (Bkz. Âl-i İmrân, 134) Çünkü öfke, bir noktada bir cinnet hâli olmuş oluyor.
Yine Muhammed Mâsûm Hazretleri:
“Nefs-i mutmainne seviyesine geldiğinde, dînin hakîkatine yükselir, (kalp derinleşir) namaz, oruç, hac, zekât, ahlâk, muâmelât, bunların hakîkatini yaşamaya başlar. Kendisinde birçok tecellîler vukū bulur.” buyuruyor.
Cenâb-ı Hak:
“…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyuruyor. İşte en başında:
“سَاجِدًا وَقَائِمًا” (“…Secde hâlinde ve ayakta…” [ez-Zümer, 9]) buyruluyor. Birinci şart zâten, Kurʼân ve Sünnet, hayatımızın her ânında var mı ve ne kadar var ve bunu güçlendirebilme. Bunu güçlendirebilmenin de şeyi; “seher vakitleri”.
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ (“…Seherlerde tevbe ederler.” [Âl-i İmrân, 17]) buyruluyor.
سَاجِدًا وَقَائِمًا (“…Secde hâlinde ve ayakta…” [ez-Zümer, 9]) buyruluyor.
سُجَّدًا وَقِيَامًا (“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64]) buyruluyor. Bu, “ibâdurrahmân”ın vasfı olmuş oluyor سُجَّدًا وَقِيَامًا.
Tabi bunun keyfiyeti nasıl olacak? O ayrı. O da tabi derece derece. O da gündüzki durumumuza bağlı. Amellerimizde titizliğe bağlı, o seherlerden istifâde edebilme.
Ondan sonra diğer bir âyette:
يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ buyruluyor. Hayatın her safhasında “âhiret endişesi” içinde olabilmek. (Bkz. ez-Zümer, 9)
“Benim yaşım şu kadar oldu. Acaba artı-eksi bir hesabı yapılsa, ben ne kadar, Allâhʼın verdiği nîmetler ne kadardı, benim durumum nasıl şimdi?..” Hep âhiret endişesi.
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Üçüncüsü:
وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ
(“…Rabbinin rahmetini uman…” [ez-Zümer, 9])
Kulun dâimâ ilticâ hâlinde… Amele güvenmek yok. Yaptığı bir şeye güvenmek yok. Yalnız Cenâb-ı Hakkʼa sığınma. Çünkü amellerimizle gömüleceğiz. Duâlarımız gibi amellerimiz de kabule muhtaç.
Velhâsıl bu hâlet-i rûhiye içinde olacağız -inşâallah-.
Yine bu, kısacası, bu şeyde, sadece üç şeye dikkat edeceğiz. Burada:
“Üç kişi Allah dostu olamaz.” buyruluyor.
“Bir; ahmak olamaz.”
Ahmak nedir? Damlayla deryayı değişen. Derya karşısında damlayı tercih eden. Dünyaʼya aldanan. Cenâb-ı Hak, Gafûruʼr-Rahîmʼdir, Erhamuʼr-Râhimînʼdir. Hepsi silinir. Amellerimizde, muâmelâtımızda, Cenâb-ı Hakkʼın Gaffâr olduğu kadar da Kahhâr olduğunu düşünebilmek. Fakat dâimâ Rahmân olduğunu düşünüyoruz, Kahhâr olduğu da hatırımıza gelmiyor. Cenâb-ı Hak bazen en ufak bir şeyden -Allah korusun- kahrediyor, gidiyor. Hadîs-i şerîflerde bunun çok misalleri var.
“İkincisi, cimrilik.”
Bu nedir? Korkaklık. Cenâb-ı Hakkʼa sığınmamak, mala sığınmak. Malın da sahibi Cenâb-ı Hak. Bunun da tersi olan, israf. Ona da Cenâb-ı Hak:
“…Şeytanların arkadaşlarıdır.” (el-İsrâ, 27) buyuruyor.
Nedir israf? Sarf etmek sûretiyle aşağılık duygusunu bastırma ameliyesi. İkini de Cenâb-ı Hak haram kılıyor.
“Üçüncüsü, kibir.”
İblisʼin şeyi. Cenâb-ı Hakkʼın kibriyâ sıfatına ortak olmaya kalkıyor. Hâlbuki Cenâb-ı Hak tevâzu istiyor bizden…