Kıssalardan Hisseler
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Ağustos, Sayı: 210
MÛTE’DEN DERSLER
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; İslâmiyet Arap Yarımadası’nda iyice yayıldıktan sonra etraflarındaki hükümdar ve vâlilere de mektuplar göndererek tebliğini cihanşümul hâle getirdi.
Rasûlullah Efendimiz;
“–Bu mektubu kim götürür?” diye sorduklarında bütün sahâbe; genci, yaşlısı hepsi birden büyük bir aşk ile ayağa kalkıyor ve;
“–Yâ Rasûlâllah, bu şerefi bana ver!” diyorlardı.
Hisse:
Onlar aşk ve heyecan içinde vazifeye tâlip olurken; ateşten çölleri, uzun ve tehlikeli yolları nasıl aşacaklarını asla sormuyor ve düşünmüyorlardı. O mektubu kralın bir göz işaretine bakan cellâtların kanlı kılıçları arasında okuyacaklarını da biliyorlardı. Bu tehlikeler onları en ufak bir zaafa düşürmüyordu çünkü, onların en büyük arzusu, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönlünde bir yer edinebilmekti. Dünyada ashâb oldukları gibi, âhirette de Rasûl-i Zîşân Efendimiz’in maiyetinde, beraberinde olabilmek iştiyâkıyla, dünyanın her türlü meşakkat ve zorluğunu istihfâf ediyorlardı.
Elçilerin başına gelebilecek bu hâdiseler sadece bir ihtimal olarak kalmadı. Hakikaten, bu elçilerden biri olan Hâris bin Umeyr -radıyallâhu anh-, Busrâ emîrine giderken Gassânî emirlerinden Şurahbil bin Amr tarafından durduruldu ve katledildi. (Vâkıdî, II, 755; İbn-i Kayyım, III, 381)
“Elçiye zeval olmaz!” kaidesi çiğnenmiş ve İslâm’a karşı açıktan açığa hakaretâmiz bir tecâvüz sergilenmişti.
Fahr-i Kâinât Efendimiz derhâl üç bin kişilik bir ordu teşkil ederek bu zâlimin üzerine gönderdi.
Hisse:
Cihâdın gayelerinden biri İslâm’ın ve müslümanların izzet ve haysiyetlerini müdafaa ve muhafaza etmektir.
- Yeryüzünde adâletin tesisi,
- Zulmün engellenmesi,
- Fitnenin, müslüman olmak isteyenlere yapılan işkencelerin sona erdirilmesi,
- Mazlumların imdâdına koşulması ve
- Nizâm-ı âlem / dünyanın intizam içinde istikametle devam etmesi cihâdın ulvî gayeleridir.
Bu gaye istikametinde İslâm’ın izzetini sergileyen ecdâdımız, birçok gayr-i müslim beldenin halkı tarafından bizzat çağırılmışlardı. Çünkü dindaşları kendilerine zulmederken, müslümanlar tarafından fethedilen beldelerde huzur, sükûn ve adâletin hüküm sürdüğünü biliyorlardı.
Peygamber Efendimiz Mûte Seferi’ne göndereceği ordunun başına âzadlısı Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh-’ı kumandan tayin etti.
Hisse:
Câhiliyye döneminde sınıf farklılığı, âdetâ Hinduizm’deki kast sistemi gibi çok katı idi.
Köle; insan yerine konulmaz, aşağı tabakada görülür, âzâd edilmiş olsa bile, hürlerin sınıfına asla dâhil kabul edilmezdi.
Peygamberimiz bu bâtıl telâkkîleri yıkmak için, âzadlısı Zeyd’i kumandan tayin etti. Nice Kureyşli muhâciri, onun emrine verdi.
Sahâbe bu terbiyeler içinde İslâm kardeşliğini ve tevâzuu tâlim etti.
Peygamberimiz, Mûte’ye göndereceği orduya şu tâlimâtı verdi:
“Şayet muharebede Zeyd şehîd olursa, kumandayı Câfer alsın!
Câfer de şehid düşerse, Abdullâh bin Revâha orduya kumandanlık etsin!
O da şehîd olursa, artık müslümanlar aralarından birini kumandan olarak belirlesinler!..”
Bu sözleri duyan bir yahudi, Hazret-i Zeyd -radıyallâhu anh-’ın yanına gelerek şu sözleri söyledi:
“–Vasiyetini hazırla! Şayet Muhammed peygamberse, sen O’nun yanına dönemeyeceksin! Çünkü Benî İsrâîl peygamberlerinin de isimlerini verdikleri kişiler savaşta ölürler, sağ dönmezlerdi…”
Yahudi, bu ifadeleriyle bu güzîde sahâbînin yüreğine korku düşürmek istiyordu. Hazret-i Zeyd ise buna aldırmadı. Hattâ sevindi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 238)
Hisse:
Peygamber Efendimiz, Hazret-i Zeyd’i de, Câfer’i de çok severdi. En sevdiği ashâbını şehâdete göndermişti.
Çünkü;
Esas hayat âhiret hayatıdır. Şehâdet, bir mü’min için en büyük şeref ve en aziz nimettir.
Ashâb-ı kirâmın şehâdet aşkına şâhitlik eden sayısız kıssa vardır:
Genç hattâ çocuk yaşta sahâbîler, yaşları küçük diye harpten geri döndürülmemek için, ayak parmakları üstünde yükselerek kendilerini daha büyük göstermeye çalışırlardı.
Ayağı topal olduğu için harbe katılmaktan muâf olan Amr bin Cemuh -radıyallâhu anh-, oğullarının mâni olmaya çalışmalarına rağmen, Peygamber Efendimiz’e yalvara yalvara Uhud Harbi’ne katılma müsaadesi almış ve çok istediği şehidlik rütbesine nâil olmuştu.
Abdullah İbn-i Ümmü Mektum -radıyallâhu anh-; âmâ olmasına rağmen, tebliğ ve cihad fazîletinden mahrum kalmak istemiyordu. Kādisiye harplerine katılmak için müracaat etti. Gözleri görmez hâliyle nasıl hizmet edeceğini soranlara ise, şu güzel cevabı verdi:
“–Benim bu hâlimle de size büyük bir faydam dokunabilir. Çünkü ben âmâ olduğum için, düşman kılıçlarını göremem; bu yüzden de cesaretim kırılmadan en önde sancağı taşırım. Benim korkusuzca düşman üstüne yürüdüğümü gören müslümanların da cesaret, kahramanlık ve heyecanı artar.”
Bir rivâyete göre, Hazret-i Abdullah, iştirâk ettiği bu harpte şehid olmuştur.
Şehâdet aşkı sahâbeden sonraki asırlarda da ümmet-i Muhammed’in büyük bir şiârı olmuştur. İstanbul’u fetheden askerler, okların, kaynar yağların ve rum ateşlerinin yağmur gibi döküldüğü surlara doğru;
“–Müjdeler olsun! Şehîd olma sırası bize geldi!” diye şevkle ve iştiyakla koşuyorlardı.
YOL HAZIRLIĞI
Mûte Seferi’nde üçüncü kumandan olan Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nün yanına gelip vedâlaştıktan sonra;
“–Yâ Rasûlâllah! Bana ezberleyeceğim bir şey tavsiye buyurunuz.” dedi.
Peygamber Efendimiz ona;
“–Sen yarın Allâh’a secdenin pek az yapıldığı bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri ve namazları çoğalt!” buyurdu.
“–Yâ Rasûlallâh! Bana biraz daha nasihat et!” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Allâh’ı dâimâ zikret! Çünkü Allâh’ı zikir, umduğuna ermende sana yardımcı olur!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 758)
Hisse:
Ashâb-ı kirâmın Peygamberimiz’den husûsî nasihat ve tavsiyeler almaya büyük bir iştiyak gösterdiklerini görüyoruz.
Bu nasihat ve tavsiyeler, kişiye mahsus vurgular taşıdığı için, pek ehemmiyetli ve çeşitlidir. Bu husûsî terbiye ve tezkiye, tasavvufta devam ettirilmiştir.
Peygamberimiz’in; “Secdelerin az olduğu bir beldeye gidiyorsunuz.” îkāzı da pek mühimdir. Tebliğ ve cihad için, kişi, gayr-i müslim bir diyara yahut gaflet ehlinin çokça bulunduğu yerlere girmek durumunda kalır. Eğer husûsî bir dikkat ve îtinâ gösterilmezse, oranın menfî tesirlerinden zarar görmek mevzu bahis olabilir.
Bunu şu teşbihle anlatabiliriz:
Boğulmakta olan birini kurtarmak için denize atlayan kişi, çok iyi yüzme bilmiyorsa, dikkatli olmazsa, kurtarmak yerine onunla beraber boğulur.
Bu tehlikeleri bertaraf etmek, mâneviyatla, secdeleri artırmakla ve «zikrullâh»a husûsî bir ehemmiyet vermekle mümkün olacaktır.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da Azerbaycan ve Dağıstan’a gönderdiği ordularına şöyle seslenmişti:
“Aman sakın siz;
- Putperestlerin giyindiği gibi giyinmeyin.
- Putperestlerin yediğinden yemeyin.
- Orada İslâm şahsiyetini muhafaza edin.”
Mâdem böyle tehlikeler var, o hâlde tebliğ ve gayretler için de olsa, böyle risklere girmeyelim denilmesi de doğru değildir.
Muhterem pederim Musa Efendi Hazretleri şöyle der:
“Bazıları, huzurumuz (zikir hâlimiz) bozulur diye halka karışıp hizmet etmekten çekinmektedir. Bu da nefsin tuzaklarından biridir.
Asıl hüner, hem duâya ve hizmete devam etmek, hem de Rabbimiz’le ünsiyet hâlinde olmaktır.”
Sûret-i haktan görünen böyle nefis tuzaklarına bir misal de Tebük’te yaşanmıştı. Bazı münafıklar;
“–Bizi fitneye düşürme! Biz Rum diyarının güzellerini görünce nefsimize hâkim olamayız!” diyerek Tebük Seferi’ne katılmamalarına garip ve asılsız bahaneler ileri sürmüşlerdi. Cenâb-ı Hak;
“Onlar zaten (Hakk’ın ve Rasûlullâh’ın emrine icâbet etmemek için bahaneler aramalarıyla) fitneye düşmüşlerdir!” (Bkz. et-Tevbe, 49) buyurdu.
Hem cihâda koşmak hem de fitneye düşmemenin tedbirlerini almanın en güzel misallerini ecdâdımızın tatbikatlarında görürüz:
Fatih Sultan Mehmed Han, Bosna’nın fethinden sonra cıkardığı bir fermanda;
“–Sakın ola, Sırp kızları su almak için çeşme başlarına geldiklerinde, askerlerim oralarda bulunmayalar!..” demiştir.
Fatih bu fermanı ile, hem askerlerini, hem de teminâtı altındaki hıristiyan tebaanın iffetini muhafaza etmiş oluyordu.
Günümüzde ihtilâtın birçok nefsânî ve ailevî fitneye sebebiyet verdiği mâlûmdur. Gerek ferdî ve gerekse içtimâî tedbirleri almak zarûrîdir.
MÛTE ZAFERİ
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mescidin minberinde Mûte Harbi’nin bütün safhalarını anbean ashâb-ı kirâma aktarıyordu. Muharebe meydanı gözlerinin önünde idi. Şöyle anlattı:
“Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı.
Şeytan hemen onun yanına geldi. Hayatı ve dünyayı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz göstermeye çalıştı.
Zeyd ise;
«–Bu an, mü’minlerin kalplerinde îmânı sağlamlaştıracakları bir zamandır! Sen ise bana dünyayı sevdirmek istiyorsun!» dedi ve ilerledi. Çarpışmaya girişti ve nihayet şehîd oldu. Onun için Allah’tan af ve mağfiret dileyiniz.”
Sonra da şöyle devam etti:
“O şimdi cennete girdi, orada koşup duruyor!
Sonra sancağı Câfer aldı.
Şeytan hemen onun yanına vardı. Hayatı ve dünyayı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz göstermek istedi.
Câfer ise;
«–Bu an, mü’minlerin kalplerinde îmânı sağlamlaştırma zamanıdır!» dedi ve ilerledi. Düşman ordusuna saldırdı, çarpıştı ve nihayet o da şehîd oldu. Ben onun şehîd olduğuna şahâdet ederim.”
Daha sonra devam etti:
“Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz. O şehîd olarak cennete girdi. Şimdi o, cennette yâkuttan iki kanat ile dilediği gibi uçuyor.”
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir başka rivâyette;
“Câfer’i, cennette meleklerle birlikte uçarken gördüm.” buyurmuştur. (Tirmizî, Menâkıb, 29/3763)
Bundan sonra Câfer -radıyallâhu anh-, «uçan» mânâsına «Tayyâr» lakabıyla anılır olmuştur.
Hisse:
Allah yolunda fedâkârlık ve gayretler mevzubahis olduğunda, nefis ve şeytan türlü türlü engeller çıkarmaya çalışır. Vesveseler, bahaneler ve mazeretler birbirini takip eder.
Bir mü’min bunları bertaraf etmeyi bilmelidir.
Dolayısıyla cihad iki türlüdür:
- İslâm’a ve vatana yapılan mütecâviz saldırılara karşı cihad.
Bir de;
- Nefse, nefsânî duygulara karşı cihad:
Nefsin arzularıyla ve şehvet, gazap gibi duygularıyla mücâhede ederek, onu dizginleyip terakkî ettirmek. Şu hadîs-i şerifler de bu mânâyı te’yid eder:
“Gerçek mücâhid, nefsine (hevâ ve heveslerine) karşı cihâd edendir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621)
“Güçlü ve kuvvetli pehlivan, herkesi sallayıp yere yatıran değildir. Asıl kahraman kişi, öfke zamanında kendini tutandır.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)
Muhâcirler, Mekke devri boyunca, alay, hakaret, işkence, boykot sebebiyle açlık gibi nice zulümlere tahammül ede ede mânen derece kazandılar ve nefisle mücâhede hususunda da terakkî ettiler.
Hazret-i Zeyd; Tâif’te gafil bedbahtlar, Peygamberimiz’i taş yağmuruna tutarken, O’na vücuduyla siper olmaya çalışıyordu.
Hazret-i Câfer, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in emriyle gittiği Habeşistan’da 13 yıl gurbet hayatı yaşadı. Orada İslâm’ı en güzel şekilde temsil ve tebliğ edip büyük bir hasretle Efendimiz’in yanına hicret etti.
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- şöyle demektedir:
“Câfer’i aradık. Onu şehidler arasında bulduk. O hâldeydi ki, cesedinin ön tarafında doksan küsur ok ve mızrak yarası saydık. Bunların hiçbirisi de arkasında değildi.” (Buhârî, Meğâzî, 44)
NEFSİN İTİRAZI
Mûte’de olanları ashâbına anlatan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Câfer’den sonra sancağı Abdullah bin Revâha aldı!” dedikten sonra bir müddet sustu.
Ensârın benizleri sararıp soldu. Zira Abdullah bin Revâha’nın, Allah ve Rasûlü’nün hoşuna gitmeyecek bir şey yaptığını düşünmeye başladılar. O sırada Hazret-i Abdullah ise sancağı alıp atının üzerinde düşmana doğru ilerlerken, bir yandan da serkeş nefsini dize getirmek için uğraşıyordu:
“–Ey nefsim! Ben seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen buna, ya kendiliğinden râzı olursun, yahut sana bunu zorla kabul ettiririm!
Görüyorum ki sen, cennetten pek hoşlanmıyorsun! Sen, beden kırbası içinde bir damla su durumunda olmaktan başka nesin ki?
Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmezsen ölmeyecek misin ki? Eğer o iki kişinin yaptığını yapar da şehidliği tercih edersen, doğru bir iş yapmış olursun! Eğer gecikirsen bedbaht olursun!”
Bu esnada parmağından yaralanan Abdullah -radıyallâhu anh-, atından indi, yaralı parmağını ayağının altına alarak;
“–Sen ancak kanayan bir parmak değil misin? Bu kazâya da Allah yolunda uğramış bulunuyorsun!” mânâsına gelen bir şiir okudu ve elini hızla çekip sarkmakta olan parmağını kopardı. Ardından da savaşmaya devam etti. Bir taraftan düşmana karşı küçük cihadda bulunurken, diğer taraftan da nefsine karşı büyük cihâda devam ediyordu:
“–Ey nefsim! Eğer endişen, hanımından mahrum kalmaktan ileri geliyorsa, işte onu üç talâkla tamamen boşadım gitti.
Eğer kölelerinden uzak kalmak ise onları da âzâd ettim.
Yok eğer bahçe ve bostanından mahrum kalmaktan ise onları da Allah ve Rasûlü’ne bırakarak infâk etmiş bulunuyorum.”
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- savaş sahnelerini nakletmeye devam etti:
“Abdullah bin Revâha cesaretini topladı, elinde sancak olduğu hâlde düşmanlarla çarpıştı ve şehîd oldu. (O tereddüdü sebebiyle) îtirazlı olarak cennete girdi. Onun için de Allah’tan af ve mağfiret dileyiniz!” buyurdu.
Abdullah -radıyallâhu anh-’ın cennete îtirazlı olarak girişi ensâra ağır geldi:
“–Yâ Rasûlâllah! Onun îtirâzı ne idi?” diye sordular.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Kendisi yaralandığı zaman düşmanla çarpışmaktan çekindi. Sonra nefsini kınadı, cesaretini topladı ve şehîd oldu! Cennete girdi. Onlar bana cennette altın tahtlar üzerinde gösterildi. Abdullâh’ın tahtının arkadaşlarınınkinden daha aşağıda ve eğri olduğunu gördüm. Sebebini sorduğumda;
«–Abdullah çarpışmaya giderken bazı tereddütler geçirdikten sonra çarpışmaya gitmişti!» denildi.”
Hazret-i Abdullâh’ın şehîd olup cennete girişi, ensârı sevindirip yüreklerini ferahlattı.
Hisse:
Nefs ve şeytan, ölünceye kadar insanın peşini bırakmamaktadır. Hiçbir şey yapamasa, insanın derecesini düşürmeye çalışmaktadır. İşlediği sâlih ameli sildirmeye uğraşmaktadır.
Çünkü mânevî dereceler, kalıcı apoletler değildir. Kişinin kalbî hâline göre ortadan kalkabilir.
İsrailoğulları zamanında yaşayan ve başlangıçta mânen yüksek derecelere ve bazı kerâmetlere nâil olan Bel‘âm bin Bâûrâ, daha sonra dünyaya saplandı, nefsinin hevâsına tâbî oldu ve küfre yuvarlanıp gitti. Öyle rezil-rüsvay bir hâle zebûn oldu ki Kur’ân-ı Kerim; onun hâlini, dilini sarkıtıp soluyan bir kelbe benzetmiştir. (el-A‘râf, 175-178)
O hâlde dâimâ uyanık ve mücâhede hâlinde olmak, bir de Rabbimiz’in muhafazasına sığınmak îcâb eder. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99)
ALLÂH’IN KILICI
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Hazret-i Abdullâh’ın ardından;
“Şimdi sancağı Allâh’ın kılıçlarından bir kılıç eline aldı. Neticede Allah mücâhidlere fethi müyesser kıldı.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 44; Ahmed, V, 299; III, 113; İbn-i Hişâm, III, 433-436; Vâkıdî, II, 762; İbn-i Sa’d, III, 46, 530; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 237)
Sonra yaşlı gözlerle dergâh-ı ilâhîye el açıp:
“Allâh’ım! Hâlid, Sen’in kılıçlarından bir kılıçtır. Sen ona nusret ihsân eyle!” diye duâ etti. (Ahmed, V, 299)
Hisse:
Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-; Kureyş’in namlı bir kumandanı iken, Hudeybiye ve Umretü’l-Kazâ’dan sonra hidâyete ererek Medine’ye hicret etti. Efendimiz’in rahle-i tedrîsinde terbiye gördükten sonra, Allâh’ın kılıçlarından bir kılıç oldu. Hazret-i Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın hilâfetleri zamanında büyük fetihler gerçekleştirdi.
İnsanlar fetihleri, sadece Hazret-i Hâlid’e bağlama hatasına düşünce Hazret-i Ömer, kumandanlığı ondan alıp Ebû Ubeyde Hazretleri’ne verdi. Bu vazife değişikliği olduğunda da yeni kumandanın emri altında bir nefer olmayı bildi.
Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-; büyük fetihler gerçekleştirdiği hâlde son nefeslerini hasta yatağında vermekteydi. Şehîd olamamanın hüznüyle yanındaki dostlarına mahzun bir şekilde şöyle diyordu:
“–Beni en çok üzen, hayatı hep at kişnemeleri ve kılıç şakırtıları arasında geçmiş bu cengâverin âcizler gibi yatakta can vermesidir.
Âh Hâlid!
Şehîd olamayan Hâlid!
Vücudumda bir karış yer yoktur ki ya kılıç yarası veya bir mızrak yarası olmasın. Ömrü boyunca dîn-i İslâm’ı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak?”
Sonra;
“–Vasiyetimi bildiriyorum: Beni ayağa kaldırın!” deyince, ayağa kaldırdılar;
“–Beni bırakınız, şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım, artık beni taşısın.” diyerek kılıcına dayandı.
“–Ölümü savaşta imişim gibi ayakta karşılayacağım.
Öldüğüm zaman atımı, muharebelerde tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz. Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan öleceğim. Mezarımı bu kılıcımla kazınız. Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır.” buyurdu.
Ve yatağına düşüp kelime-i şahâdet getirerek rûhunu teslim etti. (Sadık Dânâ, İslâm Kahramanları, 1, s. 89-90; Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 143)
Hâlid bin Velîd -radıyallâhu anh- kisrâya yazdığı mektupta şöyle demişti:
“–Ya müslüman olun ya cizyeyi ödeyin!
Aksi takdirde bilin ki;
Sizin üzerinize öyle bir toplulukla geldim ki;
Onlar sizin hayatı sevdiğiniz kadar, ölümü (şehâdeti) severler!” (Taberî, Tarih, s. 533; Bkz. Buharî, Cizye, 1)
Müslümanlar, şehâdet husûsunda bu şuur içinde oldukları müddetçe, dünyanın dört bir yanında muzaffer oldular. Üzerlerine saldıran Haçlıları, Moğolları bertaraf ettiler. Mazlumların imdâdına koştular. İslâm’ın izzetini sergilediler. Kendi aralarında merhametli, düşmana karşı haysiyetli oldular.
Lâkin şehâdet aşkı zayıflayıp, dünya sevgisi ağır bastıkça, müslümanlar ağır mağlûbiyetler aldılar. Birbirlerine düştüler. İslâm diyarları, mâtem ülkelerine döndü.
Cenâb-ı Hak; nesillerimizi, sahâbe-i kiram ve onların izindeki şanlı ecdâdımız gibi; Allah için, vatan için, nâmus ve ittihâd için canını esirgemeyen, bu uğurda şehâdeti canına minnet bilen yiğitler hâlinde yetiştirmeyi müyesser eylesin.
İstikbâlimizi, muhteşem mâzîmiz gibi, ihtişamla tezyîn edebilmeyi ümmet-i Muhammed’e ve gazi milletimize nasip buyursun.
Âmîn!..