Allâh’a Kul Olabilmek

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Kasım, Sayı: 237

EN BÜYÜK LÜTUF

Rivâyete göre;

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz mîracda yüksek derecelere, yüce makamlara ulaştığında Cenâb-ı Hak O’na vahyederek sordu:

“–Habîbim! Sen’i neyle taltif edeyim, ne ile şereflendireyim?”

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle niyazda bulundu:

“–Sana kul olma nisbetiyle (Sana kul olma şerefiyle şereflendir) Rabbim.”

Bunun üzerine Allah Tealâ, şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذ۪ي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ ۝١

“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” (el-İsrâ, 1) (Râzî, Tefsîr, el-İsrâ, 1, XX, 147)

Cenâb-ı Hak; «rasûlünü, nebîsini» demek yerine; «kulunu» buyuruyor.

Demek ki;

Cenâb-ı Hakk’a kulluk en yüce makamdır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; hayatında her dâim kulluk sıfatını, Rasûl ve benzeri vazifelerinin önünde ve üstünde tutmuştur.

Kelime-i şahâdette de;

أَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ

Muhammed -aleyhisselâm-’ın, O’nun (Allâh’ın) kulu ve elçisi olduğuna şahâdet ederim!” diyoruz. Önce kul sonra Rasûl sıfatlarını zikrediyoruz.

Demek ki;

Kulluk, zirvelere ulaştıran yegâne basamaktır.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendisine aşırı tâzim gösteren kimselere;

“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ beni «Rasûl» edinmeden önce «Kul» edinmişti.” (Heysemî, IX, 21) îkāzında bulunmuştur.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’a kul olmayı her şeyin üzerinde tutmuşlardır. Efendimiz’in bu tercihini anlatan rivâyetlerden biri şöyledir:

Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâil -aleyhisselâm- ile oturmuş sohbet ediyorlardı. O anda semâdan bir melek indi. Cebrâil -aleyhisselâm- bu meleğin dünyaya ilk defa indiğini söyledi. Melek;

“–Yâ Muhammed! Beni Sana Rabbin gönderdi:

  • Melik bir peygamber mi yoksa;
  • Kul bir peygamber mi olmak istediğini soruyor.” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cebrâil -aleyhisselâm-’a baktılar. O da;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Rabbine karşı mütevâzı ol!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;

“–Kul bir peygamber olmayı isterim.” buyurarak müstesnâ bir tevâzu nümûnesi sergilediler.
(Ahmed, II, 231; Heysemî, IX, 18, 20)

GÖNÜLDEN KULLUK

Aslında mahlûkātın hepsi Allâh’ın kuludur. Kendisi kabul etmese de, Ebû Cehil de Allâh’ın kuludur. Lâkin, yüce Allâh’ın Zâtına nisbet edip bir kulu hakkında; «Kulum!» demesi, onu kulluğuna kabul etmesi, ayrı bir lütuf ve derecedir. Bu hitap; kulun, Cenâb-ı Hakk’a dostlukta mesafe alıp kalben yaklaşabildiği zaman tecellî etmektedir.

Âyette buyurulur:

 “Ey itmi’nâna ermiş (huzura kavuşmuş) nefis!

Sen (hayatın her safhasında) O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön! (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)

Demek ki;

Kulluk iki türlüdür:

  • Zarûrî / mecburî kulluk: Bu mânâsıyla bütün mahlûkat Allâh’ın kuludur. Çünkü Cenâb-ı Hak, her varlığın yegâne Rabbidir. Yine bu mânâsıyla mü’min-kâfir, müttakî-fâsık bütün insanlık da Allâh’a kuldur.

Çünkü her bir insan; O’nun var etmesiyle var olmuş, O’nun rızkıyla beslenen, O’nun emriyle huzûruna dönecek olan bir mahlûkudur.

  • İhtiyârî / gönüllü kulluk: Cenâb-ı Hakk’ın kullukla mükellef tuttuğu insanların, O’nun emir ve yasaklarına gönülden bir rızâ ve itaatle riâyet etmeleridir.

Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU -rahmetullâhi aleyh-’in şu ifadeleri, işte bu kulluğu ne güzel îzâh etmektedir:

“Herkes Cenâb-ı Hakk’ın kulu değildir, mahlûkudur. Hakikî kul olan, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini kâmilen îfâ eder ve nehiylerinden külliyen sakınır. İşte kul budur. Yoksa gaflet ile vakit geçiren, ibâdet ve tâate ehemmiyet vermeyen kimseler, kul olamazlar.” (Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Musâhabe, VI, 217)

Mevlânâ Hazretleri işte bu kulluğa nâiliyyet ile sevinmiş ve kulluk şevkini şöyle dile getirmiştir:

“Ben kul oldum, kul oldum! Rabbimin kapısında vasıfsız bir kul oldum!

Her kul âzâd edilmekle sevince gark olur, ben ise O’nun kapısında kul olmaktan mutluyum.”

Yine Mevlânâ Hazretleri, kendisini şöyle tanıtır:

مَنْ بَنْدَۂِ قُرْ آنَمْ اَگرْ جَانْ دَارَمْ مَنْ خَــــاكِ رَهِ مُـحَــــمَّدْ مُخْــــتَارَمْ

“Yaşadığım müddetçe ben Kur’ân’ın (gönüllü bir) kölesiyim. Ben, o mümtaz peygamber Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun tozu-toprağıyım…”

KULLUĞUN GEREKLERİ

Kulluk iki türlüdür, iki cenâhı vardır:

Kulluğun zâhirî tarafı; Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını titizlikle yerine getirmektir. İbâdetleri ve tâatleri îfâ etmektir. Muâmelât ve ukûbat husûsundaki ilâhî fermanlara riâyet etmektir.

Kulluğun mânevî tarafı ise; bu kulluğu, bâtınî haramlardan uzak durup, bâtınî farzları îfâ ederek yaşamaktır.

Yani;

  • Riyâdan kurtulup ihlâsı yaşamaktır.
  • Kibir, gurur ve benlikten kurtulup, tevâzu ve hiçlik esasına riâyetle, abd-i âciz olduğunu idrâk etmektir.

Başka bir ifadeyle;

Bu cihâna arz-ı endâm için değil, arz-ı hâl için geldiğimizin şuuruna varmaktır.

Arz-ı endâm etmek, kendini gösterme meylidir. Benlik izhârıdır. “–Ben yaptım! Ben kazandım! Ben başardım!” gibi düşünce ve lâkırdılarla, tevâzua zıt, kibir ve ucub kokan, gurur ve böbürlenme gibi Cenâb-ı Hakk’ın hiç sevmediği fiillere kapılmaktır.

İslâmiyet’in en büyük esası tevhiddir.

Benlik iddiası ise, sonsuz ilâhî kudrete ortaklığa kalkışmak demektir ki, tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur.

Arz-ı hâl etmek ise; kulluğun hakikatine ererek, Âlemlerin Rabbi’ne, acziyetini bir dilekçe ile takdim edercesine;

“–Yâ Rabbî! Yaratan Sen’sin! Lutfeden Sen’sin! Bir muvaffakiyet nasîb olduysa, bahşeden yine Sen’sin!..” diyebilmektir.

Bütün güzellikleri, başarı ve zaferleri fâil-i mutlak olan, fâil-i hakikî olan Cenâb-ı Hakk’a izâfe etmek, böylece nefsi ve benliği aradan çıkarmaktır.

Bir Hak dostunun dediği gibi:

Sen çıkınca aradan,

Kalır seni Yaradan!..

Sahâbeden Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kapısına gittim. Kapıyı çaldım.

«–Kim o?» buyurdular.

«–Ben!» cevabını verdim.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, «ben» lâfzını kullanmama râzı olmadılar.” (Buhârî, İsti’zân, 17)

Hazret-i Mevlânâ bu kıssayı işârî mânâda şöyle şerh eder:

“Kalbi yanık âşık, yârin kapısını tıklattı.

Ancak;

«–Kimsin?» suâline;

«–Benim!» deyince, yâr;

«–Git! Senin için, içeriye girme zamanı değildir! Böyle mânevî nimetler sahasında, ham ruhlara yer yoktur!..» dedi.

O zavallı, kapıdan döndü. Ve bir sene seferde bulunup yârin firak ve iştiyak kıvılcımı ile tutuştu, yandı. O yanık âşık, iyice pişerek geri döndü. Tekrar yârin hânesi tarafına geldi.

Ağzından yanlış bir söz fırlamasın diye bin bir endişe, korku ve edep ile kapının halkasını vurdu.

Yâri;

«–Kapıdaki kimdir?» diye seslenince;

«–Ey gönlümü almış olan! Kapıdaki de sensin!..» cevabını verdi.

Yâri de;

«–Madem ki şimdi sen de benim gibisin; Ey benden ibaret olan!.. Gir içeri!.. Bir evin içine iki «ben» sığmazdı.» dedi.

Ardından ekledi:

«–Ey nefsini yenip alt eden kişi! Gel, içeriye gir! Sen artık bahçedeki dikenler gibi gülün zıddı değilsin! Sen şimdi, güllere şâh olansın! Görünüşteki ikiliği bırakıp artık «bir» olansın!»(Mesnevî)

Lütuf ve hayırları Cenâb-ı Hakk’a izâfe ederken, kusur ve noksanları dâimâ nefse izâfe etmek ve bu sebeple, dâimâ, zaferlerden sonra dahî Allah’tan bağışlanma dilemek gerekir.

ABD-İ ÂCİZ OLMAK

Cenâb-ı Hak; Bedir zaferinden sonra, harpteki cesaret ve yiğitlikleriyle övünenler ve geri hizmettekilere üstünlük izhâr edenler olunca, îkāzen şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu:

“Onları siz öldürmediniz; Allah öldürdü.

(Ey Habîbim!) Attığın zaman da Sen atmadın; Allah attı…” (el-Enfâl, 17)

Demek ki;

Bir kul; nâil olduğu hayırları, Allâh’ın takdir ve luftettiğini idrâk edecek. Asla bu muvaffakiyetten nefsine bir pay çıkarmayacak.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, kendisinden hârikulâde bir hâl zuhûr ettiğinde, dervişlerine dâimâ şu tembihte bulunurlardı:

“–Ey dostlar! Bizim bu hâllerde irademiz yoktur. Yani bunun gibi keyfiyetlerin zuhûru bizim talebimizle değildir, Allah tarafındandır. Fakir, müflis, âciz ve pür-taksîr olandan bir şey zuhûr etmez!”

Yine şöyle buyurmuşlardır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mevcûdâtın en kâmili ve Allâh’a en yakını olup duâları makbul olduğu hâlde, O’na şu hitap vâkî olmuştur:

«…Attığın zaman Sen atmadın, lâkin Allah attı…» (el-Enfâl, 17)

O hâlde düşünmek îcâb eder ki, bizim gibi bîçâre ve âciz ümmetinin hâli nasıldır?!. Dervişlerden zuhûr eden hârikulâde hâllerde kendilerinin bir hissesi yoktur. Belki o tür şeyler, tâliplerin Hak yolundaki ufuklarının açılması içindir.” (Enîsü’t-Tâlibîn, s. 156)

Cenâb-ı Hak; Mekke fethinden sonra da, Nasr Sûresi’ni inzal buyurmuş, orada da zaferi ve muvaffakiyeti müteâkip, Allâh’a hamd ile tesbih ve istiğfârı emretmiştir:

“Allâh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâh’ın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamd ederek O’nu tesbîh et ve O’ndan mağfiret dile!..”
(en-Nasr, 1-3)

LÂ FAHRE!..

Asr-ı saâdetteki bütün seferlerde dâimâ müslümanlar zayıf, düşman kuvvetli olurdu.
Mü’minler, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve kudretine ilticâ ederler, duâ hâlinde yaşarlardı, Rabbimiz de zaferler nasîb ederdi.

Yalnız Huneyn’de, bu vaziyet değişti:

Mekke fethedildiği için, büyük kumandanlar müslüman olmuş ve İslâm ordusuna katılmıştı. Müslümanların sayı ve kuvveti de, harp âlet-edevâtı da artmıştı. Sahâbîye;

“–Nasıl olsa kazanırız! Böyle bir ordu asla mağlûp olmaz!” diye menfî bir his geldi. Düşmanı küçümsediler. İşte bu bir anlık gurur ve ucub, müslümanların ilâhî imtihana tâbî tutulmalarına sebebiyet verdi:

Müslümanlar pusuya düşürüldü ve o kalabalık ordu, telâş ve tereddüt içinde darmadağın oldu.

O dehşetli hengâmede, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise, büyük bir şecaatle sürekli olarak düşmanın üzerine atını sürüyordu. Öyle ki Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh-, Peygamberimiz’in atının dizginlerini tutarak, daha fazla ileri gitmesine mâni olmaya çalışıyordu. Rasûlullah Efendimiz, ashâbına seslenerek, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lutfettiği sıfatlarını sayıyor, fakat her birinin sonunda; « لَا فَخْرَ / Övünmek yok!» diyerek tevâzua bürünüyordu. Bundan sonra Cenâb-ı Hakk’ın yardımı tecellî etti ve Huneyn de büyük bir zafere dönüştü. (Bkz. et-Tevbe, 25-26)

Bir kere daha anladılar ki;

Zaferler, sayı çokluğu ile değil, dâimâ Allâh’ın yardımıyla kazanılır.

Hakikaten;

Kul hangi fiili kendine nisbet edebilir ki?

Yaratan, insan olarak var eden; aklı, rûhu, kalbi, ömrü, zamanı, tâkati, îmânı ve ibâdet arzusunu halk eden O’dur.

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin dediği gibi:

Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen;

Ne verdinse odur, dahî nemiz var?..

Nitekim cennete giren kulların Cenâb-ı Hakk’ı şöyle hamd ü senâ edecekleri âyet-i kerîmede bildirilmiştir:

“…Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allâh’a hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik…” (el-A‘râf, 43)

Şeyh Sâdî de ne güzel buyurur:

“Kulun yapabileceği en iyi şey; Allâh’a karşı olan kusurlarını bilip O’ndan af dilemesidir. Yoksa Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetine lâyık kulluğu kimse yapamaz.

O’nun ululuk Kâbe’sinde kendilerini ibâdete verenler;

«Sana hakkıyla ibâdet edemedik!» diye kusurlarını itiraf ederler. O’nun kemal ve cemâlini övenler;

«Yâ Rabbi, Sen’i hakkıyla bilemedik!» diye hayrette kaldıklarını ikrâr ederler.”

Bu şuur, kulu dâimâ teyakkuzda tutar. Abd-i âciz olduğunu idrâk eden kul;

  • Yaptıklarını asla yeterli görmez,
  • Edâ ettiği ibâdetlerin kabul edilip edilmediği endişesini hissederek ürperir,
  • Havf ve recâ arasında son nefese kadar vazifesini titizlikle riâyet etme gayreti içinde olur.

DÂİMÂ MUHASEBE

Sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah -radıyallâhu anh-’ın şu gönül muhasebesi, kulluk şuurunun ne güzel bir misâlidir:

Bir gün yanına girenler, onu ağlarken buldular. Neden ağladığını sordular. Cevâben şöyle dedi:

“Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cenâb-ı Allâh’ın müslümanlara ihsân edeceği fütuhattan bahsediyorlardı. Bu fütuhat sırasında Şam’ı da zikrettiler. Sonra bana bakarak şöyle buyurdular:

«–Ey Ebû Ubeyde! Cenâb-ı Hak senin ömrünü uzatırsa şuna dikkat et!

Sana üç hizmetçi kâfîdir: Bunlardan biri seninle birlikte sefer eder, biri sana hizmet eyler, diğeri de ehl ü ıyâlinin işleriyle meşgul olur.

Sonra sana üç hayvan da kâfîdir: Biri adamına, biri eşyana, diğeri sana.»

Rasûl-i Ekrem böyle buyurduğu hâlde evime bakıyorum da hizmetçilerle dolu görüyorum.

Sonra ahırıma bakıyorum; onun da develerle, atlarla dolduğunu görüyorum. Bu hâlden sonra ben Rasûl-i Ekrem’le hangi yüzle karşılaşabilirim?

Hâlbuki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

«Sizin içinizde en çok sevdiklerim ve en çok yakınlarım; bana, benden ayrıldıkları hâl üzere mülâkî olanlardır.» buyurmuştu.” (Heysemî, X, 256)

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, dünyaya karşı zühd içinde yaşamak üzere bu tavsiyeleri, takvânın yüksek dereceleri içindir. Bu ölçülerle yetişen sahâbe-i kiram, helâllerden dahî endişe duyarlardı; Hazret-i Ali’nin buyurduğu üzere;

“Helâlin hesâbı var, haramın azâbı var!” (İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Zühd, 17) telâkkîsi içinde yaşarlardı.

Mü’minler; bu yıldızlardaki ölçüleri yaşayamasa da, o hâle yaklaşabilme gayreti içinde olmalıdır.

DAVRANIŞLARDAKİ DİKKAT

Tevâzu ve hiçlik, mü’min kulun davranışlarına da aksetmelidir. Bir mü’min kul, tevâzuya aykırı davranışlardan kaçınmalıdır.

Âyet ve hadislerde;

  • Caka satarak, çalımlı şekilde yürümek,
  • Elbisesini yerlerde sürümek,
  • İstihkār ettiği / hakir gördüğü kişiye yanını dönmek, görmemiş duymamış gibi davranmak,
  • Yüksek perdeden bağıra çağıra konuşmak,
  • Böbürlenmek, övünmek,
  • Kaşıyla, gözüyle veya incitici sözleriyle kardeşini alaya almak, istihfâf etmek…

Hâsılı, kibir ve benlikten kaynaklanan her türlü davranış şiddetle yasaklanmıştır.

Rahmân’ın kulları ise şöyle tarif edilmiştir:

“Rahmân’ın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler…” (el-Furkān, 63)

Asr-ı saâdette yaşanan şu kıssa da, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatının her safhasında, kulluk edebine nasıl riâyet ettiğinin şâhididir:

Peygamberimiz’in bir yemek kabı vardı. Kuşluk vakti girip duhâ namazı da kılındıktan sonra, içinde tirit bulunan bu yemek kabını getirdiler. Ashâb-ı kiram da etrafına toplandı. Sahâbîler çoğalınca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de diz çöküp oturdu.

Bunu gören bir bedevî, böyle mütevâzı bir oturuş karşısında hayret ederek ve biraz da yadırgayarak;

“–Bu nasıl bir oturuş böyle?” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;

“–Allah Teâlâ beni şerefli bir kul olarak yarattı (mütevâzı bir kul kıldı), inatçı bir zorba değil!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Et‘ime, 17/3773)

Peygamberimiz; bu esnada, Medîne-i Münevvere’de aynı zamanda bir devlet başkanı mesâbesindeydi. Ancak O; kendisine ne bir taht edinmiş, ne bir makam tahsis etmişti.

Fetih günü Mekke’ye muzaffer bir kumandan edâsıyla, zafer işaretleriyle girmedi, bilâkis devesinin üzerinde secde eder vaziyette girdi. Yine o gün bir hemşehrisine;

“–Ben bir kral değilim! Kurutulmuş et yiyen komşunun yetimiyim!” dedi. (İbn-i Mâce, Et‘ime, 30; Hâkim, III, 50/4366)

YÜKÜM AĞIR OLMASIN!

Hulefâ-i râşidîn de Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolundan giderek, zühd ve tevâzuu yaşadılar.

Hazret-i Ömer; kâfî gelmediği için, halîfelik maaşını artırmasını teklif ve telkin eden kızına şöyle cevap verdi:

“–İki dost (Hazret-i Peygamber’le Ebûbekir) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz.

Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makamına vardı.

Diğeri (Ebûbekir) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu.

Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?” (Ahmed, Zühd, s. 125)

Yine onun zühdüne ait bir kıssayı Mevlânâ Hazretleri şöyle anlatır:

“Rum elçisi, Medîne-i Münevvere’ye siyâsî bir görüşme için geldiğinde Halîfe Hazret-i Ömer’in sarayını sordu. Ona şöyle cevap verdiler:

«–Halîfe’nin adı, ‘Mü’minlerin Emîri ve Halîfesi’ olarak bütün cihâna yayılmışsa da, onun dünyaya ait bir köşkü yoktur. Parlak bir gönül sarayı vardır. Kendisinin dünyaya ait yalnız, fakirlerin ve gariplerin barındığı gibi bir kulübesi vardır. Fakat sen, gözündeki hastalıkla, onun mânevî ve rûhânî sarayını göremezsin!»

Elçi şaşkın bir şekilde Hazret-i Ömer’i aramaya koyuldu. Bir Arap kadın Halîfe’nin nerede olduğunu şöyle tarif etti:

«–İşte senin aradığın Halîfe, şu hurma ağacının altındadır! Herkes yatakta, döşekte yatarken; o bunların zıddı olan kumların üzerindedir! Git de hurma ağacının gölgesinde yatan zıll-i ilâhîyi (Hakk’ın yeryüzündeki gölgesini) gör!..»”

HAKKIYLA KULLUK

Rabbimiz’e hakkıyla, mâneviyâtıyla güzel bir kul olmanın îcaplarına devam edelim:

Kul; nefsini tezkiye ederek, güzel ahlâkı, bilhassa hayâ ve iffet ile yaşamalıdır.

Tefekkür edelim;

Bir muallim; yetiştirdiği talebelerden biri, ileriki yıllarda toplumda bir suç işlese; “O benim talebemdir!” diye onu sahiplenmez. Onu kendisine nisbet etmez!..

Rabbimiz’in bizi; «Kulum!» diyerek yüce Zâtına nisbet etmesini, korku ve hüzün geçidi olan mahşer yerinde bizi muhafaza etmesini, af ve mağfiretine mazhar kılmasını istiyorsak, O’nun sevdiği hasletlerle kuşanmalı, O’nun sevmediği sıfatlardan uzak durmalıyız.

Rabbimiz;

  • Edep ve hayâyı sever. İffetsizliği, fahşâyı ve çirkin huyları sevmez.
  • Hamd ve şükrü sever. Nankörlüğü sevmez.
  • Cömertlik ve fedâkârlığı sever. Cimriliği ve pintiliği sevmez.
  • Rızâ ve teslîmiyeti sever. İtiraz ve isyanı sevmez.

Nimetler husûsunda kul kendisini dâimâ muhasebe edecek:

  • Eğer elinde varlık varsa;

“–Cenâb-ı Hak bu bolluğu bana niçin verdi? Demek ki; bu varlıktan mahrum, muhtaç, muzdarip ve mazlum kullarını bana zimmetledi. Ben bu varlıktan ihtiyacım kadar istifâde etmeli, fazlasını kardeşlerimle paylaşmalıyım. Allah yolundaki gayretlere destek olmalıyım.” diye düşünmeli ve nimetin şükrü olarak bol bol infâk etmelidir. Yani ağniyâ-i şâkirîn / şükreden zenginlerden olmaya gayret etmelidir.

  • Eğer hayatı darlık içinde ise;

“–Demek ki, Cenâb-ı Hak beni bu şekilde imtihan etmeyi murâd etmiş. Belki de bu benim için daha hayırlıdır. İstifâde etmediğim nimetin, hesâbından da kurtulmuş oluyorum. Sabır ve rızâ gösterirsem, benim imtihanım daha kolaydır.” diye düşünmeli ve teslîmiyet göstermelidir. Yani fukarâ-yı sâbirîn / sabreden fakirlerden olmaya gayret etmelidir.

Cenâb-ı Hak, iki peygamberini; Hazret-i Süleyman’ı bolluk ile, Hazret-i Eyyûb’u sıkıntılar ve mahrumiyetlerle imtihan etti. Her ikisi de imtihandan muvaffakiyetle geçtiği için, ikisi hakkında da;

نِعْمَ الْعَبْدُ

“…O ne güzel kul!..” buyurdu. (Sâd, 30, 44)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her iki hâlin de zirvesiydi.

Mübârek hânesine ganîmetler ve hediyeler gelirdi. Onları fukarâya dağıtmadan, ashâb-ı suffayı doyurmadan, kendisi asla doymazdı. Ümmetinin açlarını doyurmanın huzuru, O’na âdetâ kendi açlığını unuttururdu.

An gelirdi. Açlığı ve yokluğu, eşsiz bir sabır ve rızâ ile karşılardı. Ebû Talha -radıyallâhu anh- şâhit olduğu manzarayı şöyle anlatır:

“O Rasûller Sultanı, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. O, bu hâliyle ayakta durmuş ve «ashâb-ı suffe»ye Kur’ân öğretiyordu.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Cenâb-ı Hakk’ın kaderine rızâ göstermek husûsunda şu kıssa ne kadar ibretlidir:

RÂZI BİR KUL

Âriflerden bir zât, bir köle satın almıştı. Köle, din ve salâh ehlinden, takvâ sahibi bir mü’min idi. Efendisi onu alıp evine götürünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti:

Efendi:

“–Benim evimde neler yemek istersin?”

Köle:

“–Ne verirsen onu.”

Efendi:

“–Nasıl elbiseler giymek istersin?”

Köle:

“–Nasıl elbise giydirirsen onu giyerim.”

Efendi:

“–Evimin hangi odasında kalmak istersin?”

Köle:

“–Hangi odada kalmamı istersen orada.”

Efendi:

“–Evimin hangi işlerini yapmak istersin?”

Köle:

“–Hangi işleri yapmamı istersen onları.”

Bu son cevabın ardından, efendi bir müddet tefekküre daldı ve gözlerinden süzülen yaşları silerken şöyle dedi:

“–Keşke, ben de Rabbimle böyle (dost) olabilseydim. O zaman ne mutluydu bana!..”

Bu arada köle dedi ki:

“–Ey benim efendim! Efendisinin yanında, kölenin irade ve ihtiyârı olur mu?..”

Bunun üzerine efendi şöyle dedi:

“–Seni âzâd ediyorum. Allah için hürsün. Fakat, benim yanımda kalmanı da arzu ediyorum. Tâ ki canım ve malımla sana hizmet edeyim…”

Kim ki Allâh’ı hakkıyla tanır ve ona gerçek bir muhabbetle yönelirse onda ne irade kalır, ne de ihtiyar. (Bu durumda) o yalnız şöyle der:

“–Allah’tan istekte bulunmak benim neyime?!.”

Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmadığı husûsiyetlerden temizlenip, O’nun râzı olacağı vasıflarla mücehhez olmaya nefis tezkiyesi denir ki, tasavvufun gayesidir. Bu noktada nefsin mertebelerini bilmek ve onu kademe kademe tezkiye ederek, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı bir seviyeye ulaştırmaya çalışmak gerekir:

NEFİS MERTEBELERİ

Nefs-i Emmâre: Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrik eden en süflî durumdaki isyankâr nefistir. Bu sıfatı hâiz olan nefsin yegâne maksa­dı, hevâ ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibarettir.

Nefs-i Levvâme: Yaptığı kötülüklerden, Allâh’ın emir ve yasak­larına karşı gösterdiği ihmal ve kusurlardan dolayı pişmanlık duyarak vicdanı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefistir.

Nefs-i Mülheme: Allâh’ın lutfuyla hayır ve şerri hassas bir sûrette ayırt edebil­me ve şehevî duygularının aşırılıklarına direnebilme dirâyetine kavuşmuş nefis seviyesidir.

Nefs-i mülhemede, kötülüklerden sakınma ve ibâdetlere sarılma duygusu kuvvetlenmiştir. Fakat nefsâniyetten tamamen kurtulma hâsıl olmamıştır. Bu sebeple, mutmainne seviyesine doğru mesafe katedilmez ise, yerinde sayma ve geriye gitme tehlikesi vardır.

 

Nefs-i Mutmainne: Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine lâyıkıyla uyup menettiklerinden titizlikle sakınmak sûretiyle mânevî hastalıklardan kurtulmuş, hakikî ve kuvvetli bir îmân ile de huzur, sükûn ve itmi’nâna kavuşmuş nefistir.

Nefs-i Râdıye: Dâimâ Hakk’a yönelmek sûretiyle Allah ile beraber olma şuuruna erişmiş, hikmetine ve hükmüne râm olarak Rabbinin her türlü takdîrinden râzı ve hoşnut hâle gel­miş olan nefistir.

Nefs-i Merdıyye: Allâh’ın da kendisinden râzı olduğu kimselerin makamıdır.

Bu mertebeye nâil olan bir kul, artık hâdisâtı «hak­ka’l-yakîn» mertebesinden seyretmektedir. Allâh’ın iz­niyle bazı ledünnî sırlara vâkıf olabilir.

Nefs-i Kâmile: Nefs-i kâmile; tezkiye neticesinde arınmış, saf, berrak, ulvî ve ol­gun nefistir. Bütün mârifet sırlarının tahsil edildiği ve ancak Cenâb-ı Hak tarafın­dan vehbî olarak lutfedilen bir makamdır; Hak vergisidir, sırf çalışmakla elde edil­mez. Kader sırrına mebnî, ilâhî bir ihsandır.

HAKK’A KULLUK: GERÇEK HÜRRİYET

Nefsini terbiye ve tezkiye yolunda takvâ gerekir.

Takvâ:

  • Nefsâniyetin hoyratlıklarını bertaraf etmek, nefsânî arzulardan kurtulmaktır.
  • Rûhânî istîdatları inkişâf ettirmektir.
  • Her an ilâhî kameraların altında olunduğunun idrâki içerisinde yaşamaktır.

Dikkat edilirse;

Bunlar kulu; nefsin ve şeytanın esâretinden kurtaran ve gerçek hürriyete ulaştıran adımlardır.

Yani Allâh’a kulluk, fânî bütün esâretlerden kurtuluştur. Hadîs-i şeriflerde; kulun dünyaya, mâsivâya ait şeylere aşırı düşkünlüğü, kölelik benzetmesiyle anlatılmıştır:

“Altın ve gümüş paranın kulu, kibir ve gurur izleri taşıyan elbisenin kölesi olan, helâk olsun!..” (Buhârî, Rikāk, 10, Cihâd, 70; İbn-i Mâce, Zühd, 8)

Meselâ;

Güzel ahlâkın bir şubesi olan, kanaat ve istiğnâ, nefsin arzularından hürriyet ifade eder.

Gazâlî Hazretleri şöyle der:

“Kanaatte hürriyet ve izzet vardır.” (İḥyâ, III, 242-243)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da şöyle buyurur:

“Dünyaya dair arzularını azalt ki hür olarak yaşayasın!”

Mevlânâ Hazretleri’nin anlattığı şu kıssa, menfî duygulara esâreti ne güzel ifade eder:

Bir padişah söz arasında şeyhin birine;

“–Dile benden ne dilersen!” dedi.

Şeyh;

“–Ey padişah!” dedi. “Sen bana bağışta bulunacak güçte değilsin. Biraz daha yüksel, biraz daha güçlen, ondan sonra iyilik yapmaya kalk!”

Padişah bu cevaba şaşırınca, şeyh efendi sözlerini şöyle îzâh etti:

“–Senin iki kölen vardır. Onların ikisi de hor, hakir kişilerdir. Ama onların her ikisi de sana emir vermektedirler. Sen padişahsın; fakat o iki kölenin kölesi olmuşsun, haberin yok!”

Padişah;

“–Kölelerin bana emir vermeleri, benim için rezâlettir!.. O iki köle kimlerdir?” diye sordu.

Şeyh de;

“–O iki köleden birinin adı öfke (hiddet), öbürünün adı şehvettir.” diye cevap verdi.

Yani;

Hiddet ve şehvet kuvvelerini terbiye edemeyen bir kişi, nefsinin kölesi olur. Lâkin Allâh’a kul olur da, öfkesini ve arzularını dizginlemeyi öğrenirse, bu esâretten kurtulur. Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Hiddet ve şehvetini yenerek dünya padişahlığından ferâgat eden dervişi sen gerçek padişah bil ki; onun nûru, ay ve güneş olmaksızın da parlar durur.”

Zamanımızda müptelâlık (bağımlılık) illeti çok yaygınlaşmıştır. Uyuşturucu, sigara, kumar yanında; oyun bağımlılığı, internet bağımlılığı vs.

Mü’min bir kul; ömrün, sıhhatin ve imkânların Allâh’a kulluk için verildiği şuuruyla bu müptelâlıklardan âzâd olur ve hattâ bunlara en baştan hiç dûçâr olmaz.

Dolayısıyla;

Allâh’a kulluk, gerçek hürriyettir. En hür insanlar, sâlih insanlardır. Çünkü onlar; dünya alâkalarından, insanların takdir ve kınamalarından, fuzûlî ihtiyaçlardan müstağnî ve âzâdedirler.

Allâh’a hakkıyla kul olan; nefsine de kul olmaz, bir başka kulun da kölesi olmaz.

Nefsânî duygularının zebûnu olanlar ise; asla hür değildir. Başıboş bırakıldığını zanneden bedbahtlardır. Âyet-i kerîmede;

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” (el-Kıyâmet, 36) buyurulmaktadır.

Evet, insan başıboş bırakılmamıştır. İmtihan müddetince yaptığı serkeşliği yanına kâr kalacak sansa da, âhirette de amellerinin rehini olacak, ebedî hayatında, amellerinin, yapıp ettiklerinin ve yapmayıp ihmâl ettiklerinin mahkûmu olacaktır.

Tek kurtuluş vardır: Necip Fazıl’ın dediği gibi;

Hürriyet nerde, söyleyeyim:

Hakk’a esâret halkasında.

KULLUK: VEFÂ BORCU

Kulluk aynı zamanda, kulun Rabbine karşı bir vefâ borcudur. Zira Rabbi onu, her türlü nimetle perverde eylemiştir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O, kendisinden istediğiniz her şeyi verdi.

Allâh’ın nimetlerini saymaya çalışsanız, sayamazsınız!

Doğrusu insan, çok zâlim (ve) çok nankördür!” (İbrâhîm, 34)

Kulların en vefâlısı olan Rasûlullah Efendimiz, en güzel kulluğu edâ ettiği ve gelmiş geçmiş bütün zelleleri dahî affedildiği hâlde, geceler boyu ibâdet ediyordu. Buna hayret edilip, hikmeti sorulduğunda ise;

“Şükreden bir kul olmayayım mı?” buyuruyordu. (Bkz. İbn-i Hibbân, II, 386)

Sonsuz nimetlerin şükrünü edâ edebilmek için yine Rabbimiz’in yardımına muhtacız.

O’NDAN YARDIM DİLE!..

Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir gün Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ın elinden tutarak ona şöyle buyurmuştur:

“–Ey Muaz! Allâh’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum. Ey Muaz! Sana her namazın sonunda;

اَللّٰهُمَّ اَعِنّ۪ى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

«Allâh’ım! Sen’i zikretmek, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et!» duâsını hiç bırakmamanı tavsiye ediyorum.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)

Kulluk bahsinde en güzel hâl, «Rahman» ve «Rahîm» sıfatlarını yaşamaktır.

Çünkü;

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de «Rahman» ve «Rahîm» sıfatlarını hâssaten beyan buyuruyor. Fakirler hâline göre, zenginler de imkânlarına göre, her mü’min kulun; Cenâb-ı Hakk’ın bu iki sıfatından bir tecellî alması zarûrîdir. İşte bu idrâk ile Yermük harbinde; «–Ben değil o içsin!» diye üç şehîdin arasında kalan bir bardak su, son nefeste bile din kardeşine karşı sergilenen ilâhî merhametin eşsiz bir destanı ve hâtırası oldu.

Bu ve benzeri fazîlet ve merhamet dolu kulluk ahlâkına bürünerek Cenâb-ı Hakk’a kulluğumuzu her gün itiraf etmemiz elzemdir. Zira bu bize mes’ûliyetlerimizi hatırlatacaktır. Bu meyanda hulâsa olarak Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in;

“Her kim, bu seyyidü’l-istiğfârı sevâbına ve fazîletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse cennetlik olur. Yine her kim, sevâbına ve fazîletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse cennetlik olur.” buyurduğu* istiğfârın meâliyle makalemizi hitâma erdirelim:

“Allâh’ım! Sen benim Rabbimsin. İbâdete lâyık Sen’den başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın. Ben Sen’in kulunum. Ezelde Sana verdiğim sözümde ve va‘dimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım.

İşlediğim kusurların şerrinden Sana sığınırım.

Bana lutfettiğin nimetleri yüce huzûrunda minnetle anar, günahımı itiraf ederim.

Beni affet; şüphe yok ki günahları Sen’den başka affedecek yoktur.”

Cenâb-ı Hak, bu istiğfârı dilimizle okuduğumuz gibi kalben huşû ile okumayı cümlemize nasîb eylesin!

Âmîn!   

Dipnot:

* Buhârî, Deavât, 2, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101; Tirmizî, Deavât, 15; Nesâî, İstiâze, 57.