DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
“Allâh’ı Unutan ve Bu Yüzden Allâh’ın da Onlara Kendilerini Unutturduğu Kimseler Gibi Olmayın”
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“Ey îmân edenler! Allâh’ın azamet-i ilâhiyyesi (sonsuz gücüne) yaraşır şekilde takvâ sahibi olun…” (Âl-i İmrân, 102)
Takvâ nedir? Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, kalpte ilâhî kameranın altında/ilâhî müşâhedenin altında olduğumuzun kalpte idrak ve şuur hâline gelebilmesi.
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“…Nereye gitseniz, O sizinle beraberdir…” (Bkz. el-Hadîd, 4)
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
“…Şah damarından daha yakındır.” (Kāf, 16)
Demek ki kulun bu idrak hâline gelebilmesi…
Onun için Cenâb-ı Hak:
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) Sakın ha, başka türlü can vermeyin, buyuruyor.
Bu can vermek de bir sefere mahsus, bunun bir tekrarı da yok.
Nefsânî arzulardan uzaklaşmak zarûrî. Sırf, “ben îmân ettim”, kendine göre “kalbim temiz” demekle, hiçbir şeyi yok onun, ehemmiyeti yok. Kalbi tekâmül ettirmek zarurî. “Kalbim temiz”, değil! Eğer kalbi temiz isen Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine, sana bütün lûtuf hâlinde, “Nîmetlerimi sayamazsınız.” buyruluyor. (Bkz. İbrahim, 34) Biz bu nîmetlere ne kadar teşekkür hâlindeyiz?
Yine Cenâb-ı Hak Ankebût Sûresi’nin ikinci âyetinin başında:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «îmân ettik» demeleriyle bırakılacaklarını mı zannediyorlar?»” (el-Ankebût, 2)
Akāidden imtihanımız var, ibadetten imtihanımız var, ahlâktan imtihanımız var, muâşeretten imtihanımız var, ukubat, kul hakkı vs. hayvan hakkı… Buradan imtihanlarımız var.
Velhâsıl hayatımızın her safhası bir imtihan hâlinde.
Yani bir müslüman, bütün İslâm’ın bütün muhtevâsı içinde hayatını tanzim edecek. Bir yeri eksik bıraktı; ticârî hayatında eksik var, evlât yetiştirmesinde eksik var, başka mevzuda eksik var, ibadet eksik var; Cenâb-ı Hak o zaman;
لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ وَلَا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
(“Kıyâmet gününe ve nefs-i levvâmeye andolsun.” [el-Kıyâme, 1-2])
Kıyamet gününe andolsun, yemin olsun, çok zor bir gün…
وَلَا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
(“Nefs-i levvâmeye andolsun.” [el-Kıyâme, 2])
İşte bu tutarsız nefs de bir yerde eksik bırakan, bütün muhtevasıyla yaşayamayan bir kul için de Cenâb-ı Hak; “hesaba çekileceksiniz.” buyuruyor.
Tek çâre; “…Ancak müslümanlar olarak (Cenâb-ı Hak) can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor. Tek çâre;
“Ey îmân edenler (buyuruyor Cenâb-ı Hak). Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz (yani İslâm’ı yaşarsanız, yaşatırsanız, kendin yaşayacaksın, evlâdın, akraban, çevren… Dünyanın akışından kendini mes’ûl göreceksin) o zaman Allah size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyruluyor.
Yine Haşr Sûresi’nde Cenâb-ı Hak;
“Ey îmân edenler!”
“Ey îmân edenler” seksenden fazla yerde geçiyor. Cenâb-ı Hak Hâlık, mahlûkuna/kuluna hitap ediyor. Onun kurtuluşu için hitap ediyor.
Yine Haşr Sûresinde:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarına ne hazırladığına baksın…” (el-Haşr, 18)
Yarın nedir? İsterse bin sene olsun yarın, sonsuzluk yanında bir an bile değil.
Cenâb-ı Hak:
اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰیهَا
(“…Sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar.” [en-Nâziât, 46]) buyuruyor. Âhiretten dünyaya bakışımız, sanki bir akşamın loş vakti hemen kararan veyahut da sabahın hemen Güneş’in doğduğu bir seher vakti. Bu kadar kısa, baktığımız zaman.
“…Allah’tan korkun. Çünkü Allah, yaptığınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18) buyruluyor.
Yine bu, nefsine mağlup olanlara ağır bir îkaz:
“Allâh’ı unutan, Allâh’ın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19) buyruluyor.
Demek ki şunu da düşüneceğiz:
İnsan, Cenâb-ı Hakk’ı unuttuğu zaman günah işlemeye başlıyor. Nefsânî hayatına mağlup oluyor. Ne zaman oluyor? Allâh’ı unuttuğu zaman.
Daima Allah rızâsı önünde olsa, kıyamet önünde olsa, Allâh’ın verdiği nîmetleri tefekkür edecek olsa, Allâh’ı unutmaz.
Tabi şeytan da musallat, içimizdeki nefs de musallat. Onun da tamir olması lâzım, temizlenmesi lâzım. Demek ki insan iki ateş arasında. Bir tarafta şeytanın musallat olması, bir tarafta nefsinin musallat olması. Onun için tezkiye zarurî. Peygamberlerin ikinci vazifesi de îmânı tebliğden sonra, insanların gönül âlemlerini temizlemesi.
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 8-9])
Yani Cenâb-ı Hak’la dostluk, ancak gönül âleminin temizlenmesi neticesinde ihsan ve ikram edilir. Cenâb-ı Hak bize ne buyuruyor, nasıl bir mü’min olmamızı arzu ediyor?
Yine Bakara 143. âyette:
“İşte böylece sizin insanlığa şahit olmanız…”
Neyin şahidi? İslâm’ın şahidi.
Nasıl olacağız? Yaşayışımızla, ibadet, muâmelât, muâşeret, her şeyiyle insanlığa şahit olmanız, “…Peygamber de size şahit olsun…” (el-Bakara, 143) buyruluyor. Şefaat de Efendimiz’den, tasdik de Efendimiz’den gelecek.
Demek ki bunun da tek çâresi; çok seveceğiz ki Efendimiz’i, Efendimiz’in izinden gidebilelim, o da bize şahit olsun. Bunun da muhabbet olacak, Efendimiz’i çok sevmek için muhabbet zaruri. Muhabbet olması için de amel-i salih sahibi olmamız; farz, sünnet, müstehab, Efendimiz’in bütün ibadetine, muâmelâtına dikkat etmemiz, kendimizi mizan etmemiz…
Toplumumuzda zengin insan var, fakir insan var, hasta insan var, âmâ var, sağlam var, muzdarip var vs… Bir defa bütün insanlar şeriatten mes’ûl. İkincisi; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nîmetlere göre… Cenâb-ı Hak; “…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) Hepsinin ayrı ayrı mes’ûliyeti var. Varlık insanının mes’ûliyeti, varlık sahibinin; “Allah bana bu varlığı niye verdi? Ben bunu nasıl kullanacağım? Ne kadar toplumdan zimmetliyim? Kendim nasıl yaşayacağım?..”
Fakir bir insan, Eyyûb -aleyhisselâm-’ı hatırlayıp misal olarak… Cenâb-ı Hak, Süleyman -aleyhisselâm-’a “نِعْمَ الْعَبْدُ” diyor, “…o ne güzel bir kuldu…” diyor. (Sâd, 30) Kalbini kasa yapmadı, infak hâlinde yaşadı.
Eyyûb -aleyhisselâm- zorluk, sıkıntılar, üst üste gelen iptilâlar üzereydi, devamlı sabır hâlindeydi, şükür hâlindeydi, Cenâb-ı Hak ona da “نِعْمَ الْعَبْدُ” buyuruyor. (Sâd, 44)
Yani demek ki nasıl bir zengin olacaksın; işte Süleyman -aleyhisselâm-. Nasıl bir yokluğu yaşayacaksın; Eyyûb -aleyhisselâm-.
Efendimiz’in hayatına baktığımız zaman, bu iki hasletin Efendimiz çok daha ötesinde olduğunu görürüz.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak kulunun durumuna göre… Meselâ bir âmâ. Evet dünyada âmâlık çok zor. Deseler; “Ver gözünü, al dünyayı!” deseler, kimse değişmez. Fakat belki âmâ da öbür tarafta o günahkârların, mücrimlerin durumunu görecek;
“–Yâ Rabbi diyecek, iyi ki ben âmâ oldum. Gözüm görmedi, birçok haramlardan, bütün yanlış ekranlardan gözümü ve gönlümü korudum.” diyecek. O da ona göre büyük bir mükâfat alacak.
Velhâsıl herkes Allâh’ın verdiği duruma göre râzı olarak hayatını devam ettirecek. Gâibi bilmiyorsun, belki senin daha başka durumda olman, senin için büyük bir zarar olurdu. Onun için Cenâb-ı Hakk’ın takdîrinin kendin için en güzel olduğunu, kul idrâk edecek.
Tabi, Allâh’ın verdiği mes’ûliyet, en mühim mes’ûliyet, Cenâb-ı Hakk’ın hakkı.
وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ
(“…Birbirlerine hakkı tavsiye edenler…” [el-Asr, 3])
Cenâb-ı Hakk’ın hakkı… Cenâb-ı Hak insan olarak yarattı. Her hangi bir mahlûk olarak gelebilirdik. Mü’min olarak… Mü’miniz. Fakat en mühim olan, mü’min olarak son nefesimizi verebilmek. Onun için hayatımızın bütün muhtevasında İslâm’ı yaşayabilmek, bir…
İkincisi de; bir müslüman, toplumun akışından mes’ûldür. Onun için de sahâbî meselâ Medîne’den kalktı, Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Afrika’ya gitti, insan olan her yere gitti, Allâh’ın verdiği bu İslâm nîmetini tebliğ etmek için. Onun için bizim de, hem kendimiz, evlâtlarımız, Kur’ân Kurslarımız, camilerimiz, İmam Hatiplerimiz, bunlar üzerinde ehemmiyetle, gelecek nesle bir miras bırakma zaruretindeyiz.
Cenâb-ı Hak bize muhtelif âyetlerde, bir “takvâ” üzere, 250 küsur yerde geçiyor.
فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112)
Yani şeriati, dosdoğru olarak kalbî bir hayatla yaşayabilmek.
“Şüphesiz, «Rabbim Allah’tır» deyip…” (Fussilet, 30)
Yani her işini Allah rızâsı üzere götüren, kendini muhasebe eden; “Ben, Allah rızâsı üzere miyim?”
“ثُمَّ اسْتَقَامُوا” Sonra Rasûlullah Efendimiz’in o dosdoğru yolu üzerinde yürüyenler için “melekler iner” buyruluyor. Yani evliyâullah, sâlih kullar, sâdık kullar. Onlara o melekler der ki:
“…«Korkmayın (der), üzülmeyin. Size vaad olunan Cennetlerle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)
Cenâb-ı Hak onları çok büyük bir tesellîci olarak gönderir. Çünkü insanın başından çok zor anlar geçecek. Mü’minin de geçecek, mücrimlerin daha beter!
Melekler… Bu, nerelerde; “Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.” diyecekler?
Birincisi: Ölüm ânında diyecekler. Bedenden rûhun ayrıldığı zaman, o en zor an. Ufak bir, bünyemiz ağrısa, acısa ne kadar bir ızdırap duyuyoruz.
Tabi o ölüm ânı da dünyadaki, mü’minin durumuna göre tecellî edecek. Tabi bu kâfirlere, çok korkunç şekilde olacak, mücrimlere daha hafifi, mü’minler -inşâallah- çok daha rahat olacak son nefes.
Orada melekler, son nefesin o heyecanlı, zor ânında melekler gelecek:
“Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.” diyecekler, birincisi.
İkincisi: Büyük bir gurbet yolculuğuna çıkılacak ölümden sonra, dehşetli bir gurbet yoluna. Başka bir âlem, başka bir âlemde yaşayacağız. Beden bitecek. Beden topraktan geldi, yine toprağa dönecek. Fakat başka bir âlemde, bir kabir âleminde ne kadar ömrümüz olacak? Belki buradaki ömrümüzün çok çok misli olacak.
Âdem -aleyhisselâm- ve ondan sonra gelenler, belki on binlerce seneden beri kabirde devam ediyor. Bizlerin de ne kadar devam edeceği, o da meçhul.
Orada kabre girildiği zaman da bir gurbet âlemi. Burada evlât, vatan, millet, mal-mülk, hepsinden kopuyorsun. Ayrı bir dünyaya doğuyorsun. Yani dünyaya doğuş gibi ayrı bir âleme doğuş. Orada melekler gelecekler yine o sâlih kullara, o sâdık kullara;
“Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.” diyecekler. Mevtâ da ferahlayacak.
Hattâ bir hadîs-i şerîfte buyruluyor:
Sâlih kişi vefat eder diyor, Münker-Nekir’e diyor, güzel güzel cevap verir diyor, kabirde diyor. Güzel bir silüet gelir kendisine diyor. Sevinir diyor;
“–Sen nereden geldin, kimsin?” diye sorar o silüete.
O silüet der ki:
“–Ben senin dünyadayken amel-i sâlihlerinim. Namazın, Kur’ân-ı Kerîm vs. güzel amelinim.” der. Kul da ferahlar der hadîs-i şerîfte. (Bkz. Hâkim, Müstedrek, I, 93-95/107. Krş. Ahmed, IV, 287, 295; Heysemî, III, 50-51)
Kısa olarak, özetliyorum. Sonra o sâlih kula iki tane pencere açılır. Biri Cennet’ten, biri Cehennem’den. Ona denir ki; “sen dünya hayatında Cennet’i tercih ettin” denir. (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 32. Ayrıca bkz. Buhârî, Cenâiz, 68, 87; Müslim, Cennet, 70)
O mahkeme koridorunda, o kabir koridorunda, daha hesap verecek öbür tarafta ama, biraz ferahlar, rahat eder. Yine meleklerin ikinci bir şeyi burada;
“Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.”
Üçüncüsü; ba‘sü ba‘de’l-mevt, ölümden kalkış. Yevmü’l-hurûc, bütün mezarlardan, bütün, milyonlarca gelen insanlar kalkacak. O şiddetten -âyette- hayvanlar birbirine girecek vahşî hayvanlar. Denizler kabaracak, su kalmayacak denizlerde. Öyle bir olacak ki:
يَقُولُ الْاِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ اَيْنَ الْمَفَرُّ
“İnsan (o gün); «Kaçacak bir yer var mıdır?» der.” (el-Kıyâme, 10)
Büyük bir şaşkınlık. Ne kadar zor gün! Mücrimlerin gözlerinin fırlayacağı bir gün, dışarı. Ufak çocukların ihtiyarlıktan saçlarının ağaracağı bir gün. Böyle bir zor gün.
لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ
(“Kıyamet gününe yemin ederim.” [el-Kıyâme, 1])
İşte burada da o sâlih kullar için yine melekler;
“Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.” diyecekler.
Hep bunların tohumu, bu dünyada hazırlanıyor.
Mevlânâ diyor ki, güzel bir tâbiri var:
“Buğday ektin de arpa çıktı mı diyor, arpa ektin, buğday çıktı mı?” diyor.
Bazı tefsir âlimlerine göre de dünyada gelen bazı sıkıntılar oluyor. Onlara yine melekler, onların gönüllerine ferahlık veriyor o sıkıntılara karşı.
Velhâsıl;
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])
Kalplerin Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmesi. O yaklaşma neticesinde;
“Bilesiniz ki (Cenâb-ı Hak buyuruyor) Allah dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)
Cenâb-ı Hak dostluğun bedelini ikram edecek -inşâallah-.
Yine buyruluyor âyet-i kerîmede, Yûnus Sûresi’nin devamında:
“Onlar îmân edip takvâya ermiş olanlardır.” (Yûnus, 63)
Yine takvâ ne idi? İlâhî müşâhedenin, ilâhî murâkabenin, ilâhî kameranın altında bir idrak hâlinde olabilenler. Allah seni görüyor, sen görmüyorsun, O seni görüyor. Velhâsıl bu nasıl olacak?
–Farzlar ve haramlara titizlik olacak.
–Fâsıklardan uzakta olunacak.
–Tevekkül olacak değişen şartlar altında:
“رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً” (“…Sen O’ndan râzı, O da senden râzı.” [el-Fecr, 28])
–Seherler olacak:
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ
(“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17])
–Ve muhabbet olacak. Muhabbetin getirdiği, fedakârlıktır. Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“O gün (diyor) müjdeler var (diyor). Dünya hayatında ve âhirette müjdeler vardır (buyuruyor). Allâh’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Yûnus, 64) buyuruyor.
Bu, Cenâb-ı Hak tarafından verilen müjdeler nedir?
Allah dostlarına, Allah -celle celâlühû-nün ve hadîs-i şerîflerde, Kur’ân-ı Kerîm’de ve Peygamber Efendimiz’in verdiği müjdelerdir.
Yine onların bir huzur hâlinde yaşamasıdır. En büyük huzur hâlini… En çok çileler peygamberler başından geçiyor, en çok huzur içinde olanlar peygamberler. Çünkü kalp Cenâb-ı Hak’la beraber olduğu için, diğer o çileler, şeyini kaybediyor, gücünü kaybediyor. Efendimiz:
“En çok çile çemberinden geçen Peygamber benim.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyamet, 34/2472)