Arı Duru Bir Tasavvuf

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Ekim, Sayı: 176

Âhirzamanda, isimler ve müsemmâlar arasındaki âhenk bozuldu.

Bu sebeple sormalı ve tahkik etmeli:

GERÇEK TASAVVUF HANGİSİ?

Arı duru, tertemiz, gerçek ve faydalı tasavvuf nedir?

Diğer taraftan tasavvuf adı altında sergilenen ve taliplerini güya kendinden geçirse de, aslında İslâm’ın rûhundan uzak hâl ve hareketlere, tasavvuf veya tarîkat denilmesi doğru mudur?

Elbette ki değildir.

Tasavvuf, Rasûlullah Efendimiz’in yaşadığı İslâm’dır.

Gerçek tasavvuf, İslâm’ın takvâ ile yaşanmasıdır. Sahâbenin fedâkârlık ve heyecan içinde yaşadığı hayattır. Kur’ân-ı Kerîm’in, en üst seviyede, takvâ ve ihsân ölçülerinde hayata geçirilmesidir.

Hazret-i Mevlânâ’nın şu ifadeleri, âdetâ onun tasavvuf tarifidir:

مَنْ بَنْدَهِٔ قُرْآنَمْ اَگَرْ جَانْ دَارَمْ
مَنْ خَاكِ رَهِ مُحَمَّدْ مُخْتَارَمْ

“Yaşadığım müddetçe ben Kur’ân’ın kölesiyim! Ben Muhammed Muhtâr -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım, tozuyum…”

Hazret-i Mevlânâ; bu mısraların akabinde, tasavvuf adı altında ortaya atılan fakat, bu iki esasa yani Kur’ân-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber’in sırât-ı müstakîmine uymayan yol ve gidişatlardan uzak ve berî olduğunu da şöyle ifade eder:

“Kim sözlerimden, bundan başka söz naklederse; o kişiden de bîzârım, o sözden de…”

Rasûlullah Efendimiz’in vârisleri olarak zamana yayılmış Hak dostları, tasavvufu kendi istîdatlarına muvâfık şekilde tarif etmişlerdir.

Aksaray Olanlar Dergâhı Şeyhi İbrahim Efendi’nin manzum tasavvuf tarifinden iki beyit şöyledir:

Tasavvuf, günde bin kerre ölüp yine dirilmektir.

Tasavvuf, cümle âlem cismine can olmağa derler.

“Tasavvuf; her gün «ölmeden evvel ölmek», yani nefsânî arzulardan vazgeçebilmek sırrını defalarca yaşayabilmek ve kalbini Hak ile itmi’nâna erdirmektir. Bundan sonra tasavvuf; bütün âlemin cismine cân olabilmek, yani diğer gönülleri de ihyâ edebilmektir.”

Tasavvuf, bende olmaktır hakîkat hak ey İbrâhim;

Tasavvuf, şer‘-i Ahmed dilde bürhân olmağa derler.

“Ey İbrahim! Tasavvuf, aslında Allah Teâlâ’ya kul köle olmaktır. Bunun için tasavvuf, Hazret-i Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunu ve düsturlarını gönülde bir delil (rehber) eylemektir.”

Tasavvuf, sahâbe-i kirâmın Fahr-i Kâinât Efendimiz’den aldığı feyizle yaşadığı İslâm’dır.

Tasavvufun en zirve tecellîsini Ebûbekir -radıyallâhu anh- Efendimiz’de görüyoruz. Hazret-i Sıddîk; hayatını, canını ve malını her şeyini O’nun yoluna sermişti. Peygamberimiz’de fânî olmuştu.

Bir nehrin, denize karıştıktan sonra varlığından ve benliğinden eser kalmaması, tamamen deryâ olması gibi; Hazret-i Ebûbekir Efendimiz de, Peygamberimiz ile bu derecede aynîleşmişti.

Bir gün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım.”

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise bu iltifatkâr sözlere rağmen, gayrıdan görülme endişesiyle gözyaşları içinde;

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.” (İbn-i Mâce, Fezâilü Ashâbi’n-Nebî, 11) dedi.

Esas olan malzeme de muhabbettir. Muhabbetin getirdiği fedâkârlıktır.

Hazret-i Ebûbekir Efendimiz, bu muhabbet ve fedâkârlığın zirvesiydi. Hak dostları da -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zamana yayılmış zirve vârisleridir.

İmâm-ı Rabbânî -kuddise sirruhû- Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:

“Peygamberlere (ve onların sünnetlerine) uymak, kişiyi yüksek derecelere ulaştırır. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, dâimâ Peygamber Efendimiz’e tâbî olarak O’nu tasdîk etme saâdetine koştu ve sıddîkların başı oldu.”

Peygamberimiz’e ittibâ eden kişi, Efendimiz’den bize ulaşan her sünnete canla başla sarılır. Bütün sünnetleri edâ etmenin feyiz ve bereketini, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ne güzel îzâh eder:

“Müstehabların yerine getirilmesi husûsunda gevşeklik gösterilmemelidir. Zira müstehablar, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği ve râzı olduğu amellerdir. Kişi; yeryüzünün bir köşesinde Hak Teâlâ’nın sevdiği ve râzı olduğu bir ameli bilir ve onu yapma imkânı bulursa, bunu ganîmet bilmelidir. Bu durum, birkaç kırık saksı parçasıyla değerli pırlantaları satın alan kişinin hâline benzer.”

Bu hâl;

Küçük gayretler ile büyük mükâfatlara nâiliyettir. Hâssaten Hazret-i Peygamber’e muhabbetin bir ifadesi ve tezâhürüdür.

Tasavvufta; mürşidin irşâdından tam mânâsıyla istifâde edebilmek için, tam bir muhabbet lâzımdır. Sahâbenin, Efendimiz’e duyduğu muhabbetten hisse alan bir muhabbet.

HAK İÇİN MUHABBET

Ancak bu muhabbetin de ölçüsü, Kitap ve Sünnet’tir. Çünkü lâyıkına muhabbet de «Allah için»dir. Müstehakkına nefret de «Allah için»dir. Bu muhabbet; daha fazla fedâkârlığa, daha fazla fazîlete, daha fazla gayrete sevk eden bir muhabbettir.

Muhabbette bir taşkınlık olursa, yani şerîatten taşarsa o da makbul değildir. Bu taşkınlık, tasavvufa zarar veren bir zaafa dönüşür.

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“İki kişinin dinde çıkardığı fitneyi şeytan bile çıkaramaz:

  • Muhteris âlim ve
  • İlim mahrumu ham sofu! (Bunlardan uzak durun!)”

Bu câhillikten dolayı, zaman zaman avam arasında;

“‒Beni şeyhim kurtarır!” gibi hezeyanlar duyulmaktadır ki bu asla makbul değildir.

Sahâbe-i kirâmın meşhur zâhid ve âbidlerinden olan Osman bin Maz‘ûn -radıyallâhu anh- vefât etmişti. Bir kadın;

“–Ey Osman, şahâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikrâm etmektedir.” dedi.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz müdahale ederek;

“–Allâh’ın ona ikrâm ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu.

Kadın;

“–Bilmiyorum vallâhi!” deyince Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümit etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yani başımızdan ne gibi hâller geçeceğini) bilmiyorum…” (Buhârî, Tâbîr, 27)

Hâdiseyi tahlil edersek, bu kadının da muhabbet ve hüsn-i zan ile bu sözü söylediği görülür. İnşâallah isabet de etmiştir.

Fakat «kesin bir hakikat» imiş gibi söylemesi; Peygamber Efendimiz’i, müdahale etmeye sevk etmiştir.

Evet, Hak dostları; Peygamberimiz’in irşad ve tezkiye vazifelerinin mîrasçısı ve devam ettiricisidirler. Allah Teâlâ izin verirse; hidâyetlere ve mânevî inkişaflara vesile de olabilirler. Onlara muhabbet ile ittibâ, Allah izin verirse, âhirette de; «insanların imamları, rehberleri ile çağırıldığı o günde» faydalı olabilir.

Fakat hepsi, takvâ şartıyladır. İstikamet şartıyladır. Allâh’ın izin vermesi, kabul buyurması şartıyladır.

Zira;

Tasavvuf, insanın iç dünyasındaki duyguları terbiye ederek şerîati kemâle erdirme gayretidir. Kul, satırlardan okuyarak kemâle eremez. Hâlini ve gönül dünyasını; fücurdan, mânevî kirlerden temizleyerek kemal bulur. Onun için tasavvuf, arı duru bir şerîati yaşamaktır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- en yakınlarına, hattâ ciğerpâresi kızı Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’ya bile şöyle îkazlarda bulunmuştur:

“Ey Rasûlullah Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey Safiyye! Allah katında makbul ameller işleyiniz! Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îmân, 348-353)

Çünkü Cenâb-ı Hak buyurmuştur:

“Ey îmân edenler! Allah’tan hakkıyla ittikā edin, (O’nun azametine yaraşır şekilde takvâlı olun!) ve ancak müslümanlar olarak can verin. (Îmânı kaybetmemeye büyük gayret gösterin!) (Âl-i İmrân, 102)

Yine âyet-i kerîmede buyurulur:

“İnsan için çalıştığından başka elde edeceği bir şey yoktur!” (en-Necm, 39)

Arı duru tasavvufu başta Peygamberimiz’in, sahâbe-i kirâmın ve bu yolun büyükleri olan Hak dostlarının hayatlarından tahsil etmek lâzımdır.

“Yakîn / ölüm gelene kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) buyruğuna bizzat Peygamber Efendimiz ittibâ hâlindedir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geceleri öyle ihyâ etmekteydi ki bazen ayakları şişmekteydi. Şükreden bir kul olabilmek derdindeydi.

MÂNEVİYATTA TEMİNAT YOK

İşte Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-:

Rivâyete göre iki kişi ona selâm verip;

“–Sen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından mısın?” diye sormuşlardı.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çok sevdiği ve;

“Selmân bendendir, «ehl-i beyt»imdendir.” buyurduğu o güzîde sahâbî;

“–Bilmiyorum!” cevabını verdi.

Gelenler; «Acaba yanlış birine mi geldik?» diye tereddüt ettiler. Selmân -radıyallâhu anh- sözlerini şöyle açıkladı:

“–Evet, ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördüm, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte cennete girebilecek olan kişidir.” (Bkz. Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)

Mümtaz bir sahâbînin şu son nefes endişesine ve istikamet titizliğine bir bakalım!..

Tasavvuf yolunun büyükleri olan ehlullah hazerâtı da dâimâ ibâdet içinde, gayret içinde, hizmet içinde…

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Üstâdım bana şu nasihatlerde bulundu:

«–Kalplere dikkat et! Düşkünleri, zayıfları ve gönlü kırıkları gözeterek onlara hizmet et! Halkın küçük gördüğü ve iltifat etmediği kişilere sen iltifat et ve onlara karşı tevâzu ve mahviyet göster!..

Hayvanların bakımını da tevâzu ve îtinâ ile yerine getir. Zira hayvanlar da Allah Teâlâ’nın mahlûkudur. Hasta ve yaralı olanların tedavisiyle meşgul ol!..

Yol ve geçitlerin bakımıyla da alâkadar ol! Eğer yol üzerinde insanların hoşlanmayacağı bir şey görürsen onu kaldırıp temizle ki oradan geçenlere bir zarar gelmesin!»

Üstâdımın bu tavsiyeleri üzerine ben de bu hizmetlerle meşgul oldum. Öyle ki, bu hizmetleri yedi sene büyük bir nimet telâkkî ettim. O Allah dostunun bana emrettiği her ameli, büyük bir sadâkatle yerine getirdim. O amellerden her birinin kendi ahvâlim üzerindeki tecellîlerini de müşâhede ettim.”

Bunca hizmet ve gayret ne için? Gönlün tezkiyesi için… Mânevî terakkî için…

Demek ki;

Sadece muhabbet kâfî değil. Sâlih amel, tezkiye, mücâhede, hizmet, gayret gayret gayret…

Bu hâl neticesinde de Hak dostları, dâimâ «arz-ı hâl» içinde yaşadılar. «Arz-ı endam» etmediler. «Ben» demediler. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

Âlem buğday ben saman,

Âlem yahşî ben yaman!..

(herkes tam, ben kusurlu)

Arı duru bir tasavvuf; her sözünü ve her fiilini kuyumcu terazisiyle, yani en ince hassâsiyetler içinde tartmak ve Allah Rasûlü’nün tâlimatlarına uyup uymadığına göre değerlendirmek demektir.

Hak dostlarının hâllerinden şu misaller, arı duru bir tasavvufun en güzel tarifleridir:

MÜ’MİNLERİN DERDİYLE DERTLENMEK

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Müslümanın derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

Şam’da Seriyy-i Sakatî -kuddise sirruhû- bu hadîs-i şerîfi okuturken bir talebesi koşarak meclise gelir ve heyecanla;

“–Üstad; sizin mahalle yandı, yalnız sizin ev kurtuldu.” der.

Seriyy-i Sakatî, evi kurtulduğu için;

“–Elhamdülillâh.” deyiverir.

Otuz sene sonra bir dostuna şöyle der:

“–Ben hâlen o hamdimin istiğfârı içindeyim. O gün kendi evimin kurtulmasına sevindim. Evi yananların ızdırâbına lâyıkıyla ortak olamadım.”

Tasavvuf işte böyle bir gönül rikkati ve hassâsiyetidir.

Bu kardeşlik hissiyâtının tabiî bir neticesi olarak;

Arı duru bir tasavvuf, insanlığa büyük rahmet ve şefkat ile yaklaşmaktır. İnsanlığın hidâyete, mü’minlerin de takvâya erişmesi için fedâkârca gayret etmektir.

Hidâyet üslûbunun en güzel tezâhürü, günaha olan nefret ve düşmanlığı, günahkâra taşıttırmamak vardır. Nitekim Peygamber Efendimiz ve Hak dostları, günahkârlara da şefkat ile yaklaşarak onların hidâyet ve ıslahlarına vesile olmuşlardır.

Bu hâlin güzel bir misâlini Abbâd bin Şurahbîl -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:

“Bir zamanlar fakir düşmüştüm. Bunun üzerine Medîne bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım.

Derken bahçe sâhibi gelip beni yakaladı, dövdü ve torbamı elimden aldı. Ben de gidip Rasûlullâh’a onu şikâyet ettim.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bahçe sâhibini çağırttı ve ona:

«–Câhilken öğretmedin, açken doyurmadın!» buyurdu. Sonra bahçe sâhibine torbamı iâde etmesini söyledi. Daha sonra Rasûlullah Efendimiz bana bir vesk miktârında yiyecek verdi.” (Bir vesk, ortalama 200 kg’dır.) (Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21)

Yani başlangıçta bilmeyen bir kimseye hakikati / helâl ve haramı öğretmek, ondan sonra da eğer zarûret içindeyse onun ihtiyacını gidermek, Peygamber tâlimâtı olan bir İslâm ahlâkıdır.

Hak dostlarından Tâhâ el-Hakkârî Hazretleri’nin şu kıssası da ne güzel bir şefkat tablosudur:

Bir gece, Tâhâ Hazretleri’nin evine bir hırsız girer. Un çuvalını sırtlayıp götürmek ister, fakat kaldıramaz. Çuvalın ağzını açıp biraz eksiltir. Tekrar dener, fakat yine taşıyamaz. Bu esnada Tâhâ’l-Hakkârî -kuddise sirruhû-, kilere girer.

“–Evlâdım, yardım edeyim. Herhâlde kaldıramıyorsun?” der.

Hırsız kendisini yakaladığı hâlde, merhametle muâmele eden Hak dostu karşısında donup kalmıştır. Hazret ona şu nasihatte bulunarak, un çuvalıyla evine gönderir:

“–Hadi ben yardımcı olayım da çuvalı sırtına yükleyelim, ama dikkat et, bizim adamlarımız görmesin. Belki seni üzerler. Bir daha da ihtiyacın olduğunda kilere değil, bize gel. Biz senin ihtiyacını görelim.”

Elbette bu müşfik ve rahmet dolu muamelelerin neticesinde, çoğu kez, mücrimlerin de kalbi yumuşar ve ıslâh-ı hâl nasîb olur.

Sayısız misalden bir başka kıssa:

Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnasında, sarhoşun biri çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler.

Hazret-i Mevlânâ, o sarhoşun hakikati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek onu incitenlere hitâben;

“–Şarabı o içmiş, fakat siz sarhoş olmuşsunuz!” îkāzında bulunur.

Hâsılı;

Günaha olan nefreti günahkâra taşıttırmadan onu ıslah edebilmek, dergâh hâline gelmiş ârif bir kalbin sanatıdır.

Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr’a ait olup Mevlânâ Hazretleri’ne izâfe edilen şu rubâî, gaflet ve nefsâniyet çamuruna saplanmış günahkârlara Hak dostlarının imdâd edişlerini ne güzel ifade eder:

بَاز آ بَاز آ هَرْ آنْچِه هَسْتِی بَاز آ

گَرْ کَافِرُ و گَبْرُ و بُتْ‌پَرَسْتِی بَاز آ

اِینْ دَرْگَهِ مَا دَرْگَهِ نَوْمِیدِی نِیسْتْ

صَدْ بَارْ اَگَرْ تَوْبَه شِکَسْتِی بَاز آ

“Gel! Dön geri gel! Ne olursan ol, yine dön geri gel! Kâfir, mecûsî veya putperest olsan da gel! Bizim dergâhımız (olan İslâm), ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tevbeni bozsan, yine de gel!..”

Tasavvuf yolu dâimâ irşad yoludur. Kalbi bir dergâh hâline getirmektir. Bu dergâhta; âsî olsun, günahkâr olsun tevbe eden herkese yer vardır. Bu dergâh, herkes için sımsıcak bir irşad mekânıdır.

Zira bu dergâh; hidâyet dergâhıdır, ıslah dergâhıdır, olgunluk dergâhıdır, terbiye ve edep dergâhıdır.

Yüreğinden rahmet taşıran her hakikî mü’minin gönül âlemi de, işte böyle bir dergâhtır. O gönül, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakış tarzı kazanmıştır.

Dört yüz atlı ile kurulan Osmanlı’nın; üç asırda, üç kıtada 24 milyon kilometrekareye hâkim hâle gelmesinin temelinde de bu hidâyet ve gönül dergâhları vardır. Hak dostlarının irşadları vardır. Onlar; halkı irşâd ettikleri gibi, cihâna yön veren sultanları da irşâd etmişlerdir.

Bu irşadlar bereketiyle, toplum merhamet ve takvâ ile âdetâ bir ağ gibi örülmüştü.

Merhametten neş’et eden vakıf medeniyeti; her yerde külliyeler, camiler, dergâhlar, aşhâneler, şifâhâneler, kervansaraylar, çeşmeler ve hamamlar inşâ etti. Halk maddî ve mânevî olarak bu arı duru tasavvuf ikliminde yetişti. İslâm’ı yaşadı ve yaşattı.

Destânî bir nezâket tevzî edildi. Akıldan muhtel olanlara bile; asla «deli» denmedi, bilâkis «muhterem âcizler» denilerek şefkatle sahip çıkıldı. Bütün sahipsizlere sahip çıkıldı. Toplum, âcizlere bir merhamet kucağı hâline geldi.

Öyle ki zaman zaman Osmanlı’nın rûhânî hayatı, asr-ı saâdetin bir devamı mâhiyetinde olmuştur.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’in «hâl ile tebliğ» tavsiyesi, Osmanlı coğrafyasında gerçekleşmiştir. Yine Hazret-i Ömer’in;

“İnsanları düzeltmeniz için önce kendinizi ıslah etmeniz gerekir.” sözünün hakikatiyle, kendisini ıslah ve ikmâl etmiş olan Hak dostları ve onların irşâd ettikleri Anadolu insanı, İslâm’ı yaşayışlarıyla temsil ve tebliğ etmiştir.

Bu sûfiyâne merhamet, şefkat ve örneklik sayesinde; Arnavutların yüzde doksanı, Boşnakların tamamı ve nice kavimler İslâm ile müşerref olmuştur.

Sûfiyyenin getirdiği bu terbiyenin bereketinden gayr-i müslimler de istifâde etmiştir. O kadar ki Lehistan / Polonya’da şu söz darb-ı mesel olmuştur:

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz!”

Arı duru bir tasavvuf, kul hakkı ve adâlet husûsunda en ince çizgileri gözetmektir.

İyâs bin Seleme -radıyallâhu anh- babasından şöyle nakleder:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- çarşıya uğradı. Elinde bir kamçı vardı. Kamçıyı bana doğru sallayarak;

«–Ortada durma, yolu aç!» dedi. Kamçı elbisemin ucuna geldi.

Ertesi sene tekrar karşılaşınca bana;

«‒Seleme, hacca gitmek ister misin?» diye sordu.

«–Evet!» deyince elimden tutup beni evine götürdü. Bana içinde 600 dirhem olan bir kese verdi ve;

«‒Bunları hac yolunda kullanırsın. Şunu bil ki bunlar sana salladığım kamçıya karşılıktır!» dedi.

Ben;

«‒Ey Mü’minlerin Emîri! Bahsettiğin kamçı meselesini hatırlayamadım?» dedim.

O da;

«‒Ben de hiç unutamadım!» dedi.” (Taberî, Târîh, IV, 224)

Bu hâl;

Kul hakkı karşısında yüreği titreyen bir mü’minin güzel ahlâkına, ne güzel bir misaldir.

Tasavvuf böyle bir hak ve hukuk tevzîidir. İncitmemek ve incinmemektir. Karıncanın hakkına dahî riâyet etmektir.

Arı duru bir tasavvuf; ibâdetleri, sadece hendesî ve zâhirî yani şekilden ibâret edâ etmek değildir. Derûnuna inmektir. Hikmetlere âşinâ olmaktır. Her birinden ayrı ayrı feyizleri, tabiri câizse mânevî vitaminleri alabilmektir.

Namazı, son namazı edâ ediyormuşçasına bir huşû ile kılmaktır.

Zekâtı; Allâh’a takdim ediyormuşçasına bir rikkat ve cömertlikle, sevinerek ve kabulüne teşekkür ederek edâdır.

Orucu, bütün uzuvlara tutturarak bir takvâ tâlimine vâsıl olmaktır.

Haccı; bir mahşer provası hâlinde, nezâket ve zarâfetin zirvesi içinde îfâ etmektir.

Mevlânâ Hazretleri böyle bir haccı şöyle tarif eder:

“Hacca gidenler, orada Kâbe’nin sahibini arasınlar. Eğer orada Kâbe’nin Rabbini bulabilirlerse (gönüllerini tecelligâh-ı ilâhî hâline getirebilirlerse) bundan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”

Velhâsıl;

Arı duru bir tasavvuf, İslâm ahlâkıdır.

Rabbimiz, bize onu yaşamayı nasip buyursun.

Rabbimiz; bizleri ve nesillerimizi, âhirzamanda İslâm’ı yaşayan ve yaşatan, Peygamber Efendimiz’in; «Özledim!» buyurduğu kardeşleri zümresine ilhak buyursun.

Buna mukabil, dalâlete düşecekleri bildirilen yetmiş iki fırkanın hüsrânına dûçâr olmaktan bizleri muhafaza eylesin!..

Âmîn!..