Hak Dostlarından Hikmetler
Altınoluk Dergisi, 2022 – Kasım, Sayı: 441
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
İyiliği et, suya at, bilmezse ger[1] balık anı,
Bilir ey dil,[2] âlim ü dânâ[3] olan Hâlık anı…
[Hüdâyî Hazretleri bu beytinde; “İyilik et, suya at; balık bilmezse Hâlık bilir.” atasözünü şiirle ifade etmiştir.
İyilik, yardım, hayır-hasenat ve infakları; fânîlerden takdir ve iltifat bekleyerek değil, Cenâb-ı Hakkʼın rızâ ve muhabbetine nâil olmayı dileyerek yapmak îcâb eder. Bunun için müʼmin, yaptığı iyilikleri mümkün mertebe fânîlerin nazarlarından gizlemelidir.
Nitekim bir hadîs-i şerîfte; hiçbir gölgenin bulunmayacağı kıyâmet günü, Allah Teâlâʼnın Arş-ı Âlâ gölgesinde barındıracağı yedi sınıf insandan birinin; “sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli sadaka veren” kimseler olacağı bildirilmektedir.[4]
Gizlice verilen bir sadaka, onu alan kimsenin minnet altında kalarak rencide olma ihtimâlini de bertaraf edeceği için, daha fazîletlidir. Hak dostları da, bu edebe titizlikle riâyet etmişlerdir. Şu hâdise ne kadar ibretlidir:
İslâm tarihinin ilk yıllarında, Medîne-i Münevvere’de bazı fakirlerin kapılarına meçhul bir kimse her sabah bir çuval erzak bırakmaktaydı. Bir sabah o fakirler uyandıklarında baktılar ki, kapılarına erzak konulmamış. Sebebini merak ederlerken, o esnâda içli bir salâ sesi duyuldu. Medîne-i Münevvere, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın torunu Zeynelâbidîn Hazretleri’nin vefat haberiyle çalkalandı. Herkes derin bir hüzne büründü.
O mübârek zâta karşı son vazifeler îtinâ ile yapılırken, Hazretʼin naaşını yıkayan kişi, mevtânın sırtında, içi su toplamış büyükçe yaralar gördü. Şaşkınlık ve merakla sebebini sorduğunda, bu sırra vâkıf olan bir yakını, şunları söyledi:
“–Zeynelâbidîn Hazretleri her sabah hazırladığı erzak çuvallarını sırtında taşıyarak erkenden fakirlerin kapısına götürür ve kimseye görünmeden geri dönerdi. Halk da bu çuvalları kimin bıraktığını bilmezdi. Sırtında gördükleriniz, o çuvalları taşımaktan ötürü oluşmuş yaralardır.”[5]
İşte Zeynelâbidîn Hazretleri gibi, hayır-hasenat ve sâlih amellerine dünyevî ve nefsânî gâyelerin gölgesini dahî düşürmemeye gayret gösteren asil ruhlara ne mutlu!..
Ecdâdımız Osmanlı da bu nezâket, zarâfet ve ruh asâletinin nice misallerini sergilemişlerdir.
Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul şühedâsının âilelerine, onların izzet ve haysiyetlerini koruma hassâsiyetiyle, akşamın loş karanlığında ve kapalı kaplar içinde yemek göndermiştir.
Pâdişâhı böyle bir edep sergileyen Osmanlı toplumunun mümtaz fertleri de, sadakalarını bir zarf içinde “sadaka taşları”na bırakırlardı. Muhtaçlar da vereni görmeden, oradan yalnızca ihtiyaçları kadarını alır, gerisini bir başka muhtaç din kardeşine bırakırlardı.
Diğer taraftan, kul ile Allah arasında gizli kalması gerekirken, dünyevî veya nefsânî beklentilerle insanlara da arz edilen amellerde, Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna yükselecek bir kıymet kalmaz. Nasıl ki zararlı böceklerin musallat olduğu bir bitki, kısa zamanda çürüyüp kurursa; dünyevî ve nefsânî menfaatler karşılığında fânîlere pazarlanan hayırları da, gurur, kibir, riyâ/gösteriş, fahır/övünme gibi süflî vasıflar sararak onların bütün ecrini zâyî eder.
Yani sâlih ameller, “Konu-komşu, el-âlem ne der?” gibi, fânîlerin kınamasından kurtulmak veya onlar nezdinde îtibar bulmak gibi gâyelerle yapılırsa, Allah katında, bir paçavra gibi değersiz hâle gelir.
Buna mukâbil; “Fânîler değil, Allah bilsin!” diyerek, hasbeten lillâh, yani sırf rızâ-yı ilâhî için, hâlis niyetle yapılan sâlih amellerin ecir ve mükâfatlarını yazmaya ise kalemler kâfî gelmez.
Ayrıca; Allah rızâsı için yapılan hayır-hasenâtı mümkün mertebe gizleyip onları yapan kendisi değilmiş gibi, âdeta “ârifâne bir tecâhül” sergilemek, yani “bildiği hâlde bilmiyormuş gibi” davranmak da, kalbî olgunluğun bir göstergesidir. Bunun içindir ki Hak dostları:
“İki şeyi unutma:
- Allâh’ı,
- Ölümü.
İki şeyi de unut:
- Sana yapılan fenalıkları,
- Yaptığın hayır ve iyilikleri.” buyurmuşlardır.
Fakat kul, yaptığı iyilikleri unutmayıp bilâkis onları gözünde büyütmeye devam ederse, hattâ onların reklâmını yaparak başkalarına karşı övünürse, o vakit ameline riyâ karıştırmış ve kendi eliyle kendi amelinin ecrini imhâ etmiş olur.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyruluyor:
“Ey îman edenler! Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde, insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak sûretiyle boşa çıkarmayın! Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan ve mâruz kaldığı şiddetli yağmurun kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler…” (el-Bakara, 264)
“Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma!” (el-Müddessir, 6)
Yine, yapılan hayırları ve sâlih amelleri unutmayıp bilâkis onları sürekli gündem etmek; buna güvenerek kulluk gayretlerinde ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine ilticâ hususunda, kişiyi tembellik ve ihmalkârlığa sevk edebilir. Yani kul; “Ben bu kadarını yaptım, bu bana yeter, başkaları bu kadarını da yapmıyor!..” gibi yanlış kıyaslamalara kapılabilir.
Hâlbuki hadîs-i şerîfte;
“Mü’min, sonunda varacağı yer Cennet oluncaya kadar, işittiği hiçbir hayra doymaz.” buyrulmaktadır. (Tirmizî, İlim, 19/2686)
Bir başka hadîs-i şerîfte de Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ölen herkesin büyük bir pişmanlığa kapılacağını, vefât eden kişi şâyet muhsin, yani ihsan sahibi ve sâlih bir kişi ise, bu güzel hâl ve davranışlarını niçin daha da artırmadığını düşünerek büyük bir nedâmet duyacağını haber vermiştir. (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59/2403)
Yani müʼmine yakışan; kendini toplumdaki gâfillerin hâliyle kıyaslayıp sahte bir muâfiyet duygusu içinde oyalanmak yerine, tıpkı ashâb-ı kirâm gibi son nefese kadar sürekli artan bir azim ve gayretle, ibadet, tâat ve hayır-hasenâta koşmaktır. Kulluk gayretlerini hiçbir zaman yeterli görmemektir.
Muhammed Mâsum -rahmetullâhi aleyh- bu hususta gözetilmesi gereken edebi şöyle ifade buyurur:
“Hem ibadet ve tâat üzere olun, hem de bu ibadetlerdeki kusurlarınız sebebiyle istiğfâr edin! Yaptığınız amelleri Allah Teâlâ’ya lâyık görmeyin!
Büyüklerden biri şöyle buyurmuştur:
« اِعْمَلْ وَاسْتَغْفِرْ : Amel-i sâlihler işle ve hemen istiğfâr et!»
İşte kulluk edebi budur!”[6]
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da şu îkazda bulunur:
“Yaptığınız sâlih amellere gösterdiğiniz ehemmiyetten daha fazlasını, onun kabulüne ve korunmasına gösteriniz.”
Meselâ câmi, Kurʼân kursu, çeşme, su kuyusu, mektep gibi bir hayır eseri yaptırdıktan sonra, ona kendi ismini vermek; kişiyi gurur, kibir, fahır ve gösterişe sürükleyebileceği için mahzurlu görülmüştür. Zira bunlar, insanlar nezdinde îtibar kazanmaya medâr olan, dolayısıyla da ihlâsı zedeleyen davranışlardır.
Fakat bir hayrâtı, kişinin vefâtından sonra vârisleri veya sevenleri yaptırıp onun adını verebilirler. Bunda bir mahzur yoktur. Zira artık riyâ tehlikesi kalmamıştır. Bu durumda, mevtânın hayırla yâd edilerek rahmete nâil olması ümîd edilir.
Diğer taraftan, sâlih amellerde ve bilhassa infakta gizlilik esas olmakla birlikte, zaruret durumunda veya halkı da hayra teşvik maksadıyla, onları kimi zaman alenî olarak, yani açıktan yapmak da gerekebilir.
Meselâ beş vakit namazı cemaatle kılmak, onu âşikâr olarak edâ etmek; sünnet-i müekkededir, hattâ bazı görüşlere göre vâcip hükmündedir. Bu hususta riyâ olacak diye evinde kendi başına kılmaya müsaade yoktur. Beş vakit namaz, mümkün mertebe câmide, cemaatle kılınmalıdır ve tek başına kılınan namazdan 27 kat daha sevaptır.
Bunun gibi, umûmun istifâdesi söz konusu olduğunda, müʼmin, -kalbini riyâdan korumak şartıyla- sâlih amellerine açıktan da devam etmelidir. Riyâ olacak endişesiyle amel-i sâlihleri terk etme gafletinden sakınmalıdır.
Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyruluyor:
“Sadakaları açıktan verirseniz, bu güzel bir şeydir. (Fakat) onları fakirlere gizlice verirseniz, sizin için daha hayırlı olur…” (el-Bakara, 271)
“Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar var ya, onların Rab’leri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” (el-Bakara, 274)
Demek ki, kalpteki gâye Allah rızâsı olduktan sonra, gizli ve açık, her iki şekilde de infakta bulunmak, câiz ve makbuldür.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Sırrını keşfetme yâda,[7]
Verme hâsılını bâda,[8]
Bir dost edin kim[9] dünyada,
Hiç senden ayrılmaz ola…
[Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bilhassa nâfile ibadetler ve hayırlar, kulun Rabbiyle kendi arasında kalması gereken sırlardır. Bu sırları, lüzumsuz yere başkalarına duyuranın hâli, binbir zahmetle ekip biçtiği mahsulünü rüzgâra kaptıran kimsenin hâline benzer.
Fânîlerin takdîrini kazanmak, onların dostluk ve yakınlığını elde etmek için bu sırları ifşâ etmek, kulu Cenâb-ı Hakkʼın yakınlık ve dostluğundan mahrum bırakır.
Hâlbuki kulun bu imtihan dünyasında edineceği en hayırlı dost ve en vefâlı sırdaş; onunla her an beraber olan, onu kabirde ve âhirette bile terk etmeyecek olan Cenâb-ı Hakʼtır. Bu sebeple müʼmin, fânîlerin iltifatına da kınamasına da aldırmayıp Hak Teâlâʼyı râzı etmeye bakmalıdır.
Unutmayalım ki kıyâmet günü ibadet ve hayırlarımızın ecrini verebilecek olan, yalnızca Allah Teâlâ’dır; fânîler değil!..
Bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“‒Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir.” buyurmuştu.
Yanındakiler:
“‒Küçük şirk nedir, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevâbı verdi:
“‒Riyâ, yani gösteriştir. Kıyâmet günü insanlar amellerinin karşılığını alırken Allah Teâlâ riyâ ehline:
«‒Dünyadayken kendilerine mürâîlik yaptığınız (yani amellerinizi göstermek istediğiniz) kimselere gidin! Bakın bakalım onların yanında herhangi bir karşılık bulabilecek misiniz?!» buyurur.” (Ahmed, V, 428, 429)
Dolayısıyla, kula fayda verecek olan ve onu nerede olursa olsun yalnız bırakmayacak olan en vefakâr dost, Allah Teâlâʼdır. O hâlde bütün amellerimizde;
اِلٰه۪ي اَنْتَ مَقْصُود۪ي وَ رِضَاكَ مَطْلُوب۪ي
“Yâ İlâhî! Maksadım yalnız Sen’sin, talebim de sadece Sen’in rızâ-yı şerîfindir.” niyâzıyla niyetlerimizi tezyîn etmeliyiz.
Bu şuur ve idrâke eren ârif kullar, bütün dünya aksine yönelse bile, Hak Teâlâʼnın rızâsına yönelirler. Kim ne derse desin, onlar dâimâ Allâhʼın dediğine îtibâr ederler. Böyle kullarını da Rabbimiz hiçbir zaman dostsuz, sahipsiz, himâyesiz bırakmaz. Her sıkıntının ardından bir kurtuluş kapısı açar. Âyet-i kerîmede buyrulan;
اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yunus, 62) sırrınca, onları hüzün ve kederden emîn eyler.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Bir pâdişâha kul ol kim,
Mülkü zâil olmaz ola…
Bir gülşene bülbül ol kim,
Hiç sararıp solmaz ola…
[Bir darb-ı meselde; “Ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür!” denildiği gibi, Allâhʼa îmân etmiş bir kulun, fânî varlıklara haddinden fazla dayanıp güvenmesi, onlardan mahrum kaldığında da kendini helâk edercesine hüzün ve kedere gark olması, onun Cenâb-ı Hakkʼa olan tevekkül ve teslîmiyetindeki noksanlığın alâmetleridir. Zira müʼmin için aslâ zevâl bulmayacak olan yegâne sığınak, barınak ve dayanak, Cenâb-ı Hakʼtır.
Düşünmeliyiz ki;
Ne kadar güç-kuvvet ve imkâna sahip olursak olalım, dayanıp güvendiğimiz fânî varlıklar bir gün ansızın elimizden alınabilir. Nitekim; “Güzelliğine güvenme (sîmândaki) bir sivilce yeter; malına güvenme bir kıvılcım yeter!” denilmiştir. Dolayısıyla kul, îtimâd ettiği fânî izâfetler kendisinden alındığında kime sığınabilecekse, kalbini her zaman ona bağlamalıdır.
Rabbimiz soruyor:
“De ki: «Ne dersiniz, eğer Allah sizin kulağınızı ve gözlerinizi alır, kalplerinizi de mühürlerse, Allah’tan başka onu size (geri) getirecek ilâh kimmiş?..»” (el-Enʻâm, 46)
“De ki: «Söyleyin bakalım: Suyunuz çekiliverse, size kim temiz bir akarsu getirebilir?»” (el-Mülk, 30)
Bu itibarla; sebeplere takılıp Müsebbibüʼl-Esbâbʼı, rızka takılıp Razzâkʼı, nîmetlere takılıp onların hakîkî sahibi olan Allah Teâlâʼyı unutmayalım. Dünyevî kaygılar uğruna Rabbimizʼe tevekkül ve teslîmiyette zaaf göstererek, Kurʼân ve Sünnet istikâmetinden ayrılmayalım, kulluğumuzdan fire vermeyelim.
Âyet-i kerîmede buyruluyor:
“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lûtuf vaad eder…” (el-Bakara, 268)
Dolayısıyla;
‒Rabbinin lûtfuna lâyıkıyla îtimâd eden bir müʼmin, dînini yaşamakta cesaretsiz ve cimri olamaz.
‒Gerçekten Rabbine dayanıp güvenen bir müʼmin, kendisini Allah yolundaki gayretlerden alıkoymak isteyen nefs ve şeytanın hile ve desiselerine kulak vermez, onlara îtibâr etmez.
‒Rabbine hakkıyla tevekkül eden bir müʼmin, hangi sıkıntıyla karşılaşırsa karşılaşsın;
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
“…Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir.” (Âl-i İmrân, 173) diyerek, kulluk istikâmetini korur. “Çâresizlerin çâresi Allahʼtır!” diyerek, gönül huzurunu muhafaza eder.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Yerler ü gökler lisân-ı hâl ile hep çağırıp
Derler; Allâhʼa gelin kim mâsivâda[10] yok bekā!..
[Cenâb-ı Hak, gönül gözüyle okuyup varlıkların hâl lisânına âşinâ olmamız için, kâinat kitabını kevnî âyetlerle donatmıştır. Hikmet ve ibret nazarıyla bakıldığında açıkça görülür ki, kâinâtın umûmî ve hâkim manzarası fânîliktir.
Şu kıssa ne kadar mânidardır:
Rivâyete göre hükümdarın biri, dillere destan bir saray yaptırır. Öyle ki, sarayın her odası ayrı bir güzellik sergisi, her köşesi ince tezyinatla işlenmiş ayrı bir sanat eseri gibidir. Kapılar, kakma sanatının en nâdide örneklerini taşırken, duvarlar baştanbaşa rûhu okşayan enfes hat örnekleriyle doludur. Velhâsıl, sarayın ihtişâmını anlatmaya kelimeler kifâyetsiz kalmaktadır.
Hükümdar bir gün, Hak dostlarından bir zâtı, yaptırdığı bu saraya dâvet eder. Dâvete icâbet eden mübârek misafirine sarayın her tarafını kemâl-i edeple gezdirdikten sonra:
“–Efendim! Sarayı nasıl buldunuz? Bu hususta görüşlerinizi almak isteriz.” der.
O Hak dostu ise:
“–Sultanım! Sarayın dünyevî ihtişâmı gerçekten de göz kamaştırıyor. Zira sarayın inşâsında emeği geçen sanatkârlar, bütün mahâretlerini ortaya koymuşlar. Kısaca her şey mükemmel!” der ve ilâve eder:
“–Sâde bir eksiği var!”
Hükümdar büyük bir şaşkınlık ve hayretle:
“–Allah Allah! Efendim bu sarayın eksiği nedir?” diye sorar.
O Hak dostu, her zerresi ile bütün bir kâinat için geçerli olan, kısa, öz, fakat son derece mânidar bir cevap verir:
“–Bekāsı yok!..”[11]
Hakîkaten; “…O’nun (Allâhʼın) zâtından başka her şey yok olacaktır…” (el-Kasas, 88) âyet-i kerîmesi muktezâsınca, yoktan var edilmiş olan bütün mahlûkat, yine yok olmaya mahkûmdur. Nitekim kabristanlardaki pek çok mezar taşı üzerinde yazan “Hüveʼl-Bâkî” ibâreleri, bunun en fasih ve beliğ ifadeleridir. O hâlde yok olmayacak olanın peşinde koşmak, yani fânînin değil Bâkîʼnin tâlibi olmak elzemdir.
Hikmet ehli zâtlardan biri şöyle buyurur:
“Dünya altından yapılmış ama fânî olsa, âhiret de çamurdan ama bâkî olsa, akıllı insan bâkî olanı fânîye tercih eder. Peki durum bunun aksine olur da dünya çamurdan ve fânî, âhiret de altından ve bâkî olursa acaba ne yapmak lâzımdır?!”[12]]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Neyleyeyim dünyayı?
Bana Allâhʼım gerek!
Gerekmez mâsivâyı,
Bana Allâhʼım gerek!..
[Bütün cihan bizim olsa ve dünyada bin yıl ömür sürsek ne fayda!? Neticede bu dünyadaki ömrümüz de, dünya da fânîliğe mahkûm… Kabre bir kefenden başka ne götürebileceğiz? Hayat çarşısının en asil giysisi olan kefen; bütün fânî alışverişlerin, tükenmek bilmeyen hevâ ve heveslerin iptal noktası değil midir?..
Dünya hayatında sahip olduğumuzu düşündüğümüz bütün nîmetler, yine dünyada kalacak. Bizim o nîmetlere sahipliğimiz ise, aslında mecâzî ve geçici bir emânetçilikten ibaret. Mülkün ve bütün nîmetlerin gerçek sahibi, Cenâb-ı Hak.
Gönülleri cezbeden bütün ihtişamına rağmen dünya, Cenâb-ı Hakkʼın hazineleri içinde bir toz zerresi bile değil. O hâlde dünya hayatında elde edebileceğimiz en büyük kazanç; sonsuz kudret sahibi olan Cenâb-ı Hakkʼın rızâ ve muhabbetidir. Bunu kazanan, dünyada bir dikili çadırı olmasa bile her şeyi kazanmış demektir. Bunu kaybedense bütün dünya onun olsa bile, her şeyi kaybetmiş demektir.]
Cenâb-ı Hak, kaybolmaya mahkûm gölge varlıklar hükmünde olan dünyanın câzibelerine gönlümüzü kaptırmaktan cümlemizi muhafaza buyursun. Kalplerimizi, ebedî rızâ ve muhabbetinin tecellîgâhı eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Ger: Eğer, şâyet.
[2] Dil: Gönül.
[3] Dânâ: Bilen, bilgili.
[4] Bkz. Buhârî, Ezân 36, Zekât 16, Rikāk 24; Müslim, Zekât, 91.
[5] Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 112, 122; Ebû Nuaym, Hilye, III, 136.
[6] Muhammed Ma‘sûm, Mektûbât, I, 83, no: 92.
[7] Yâd: Yabancı.
[8] Bâd: Rüzgâr.
[9] Kim: Ki.
[10] Mâsivâ: Allahʼtan gayrı varlıklar.
[11] Bu hâdisenin Halife Harun Reşid ve Behlül Dânâ Hazretleri arasında cereyan etmiş olabileceği de nakledilmektedir.
[12] Ebû’l-Abbâs Ahmed bin Muhammed İbn-i Acîbe, el-Bahru’l-Medîd fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Mecîd, Kâhire 1419, II, 112.