Hak Dostlarından Hikmetler
Altınoluk Dergisi, 2023 – Haziran, Sayı: 448
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Nedir bu ellerle ayak?
Nedir bu dillerle dudak?
Aç gözün ibret ile bak!
Âlem temâşâgâh imiş…
[Kâinattaki her varlık, Cenâb-ı Hakkʼın isim ve sıfat terkiplerinin tezâhürleri, ilâhî kudret, azamet ve sanatın muhteşem tecellîleridir.
Âyet-i kerîmede buyruluyor:
“Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, onun (Kur’ân’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun…” (Fussilet, 53)
Nasıl ki Kurʼân-ı Kerîm Cenâb-ı Hakkʼın kavlî âyetleriyse, kâinat kitabında sergilenen her bir varlık da, Yaratıcıʼsını hatırlatan ve ilâhî mesajlar taşıyan kevnî âyetlerdir.
Bütün mesele; Kurʼânʼa, kâinâta, hayat ve hâdisâta bu şuur ve idrâk ile bakabilmek, verilen ilâhî mesajların tefekküründe derinleşebilmektir.
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Rabbim bana sükûtumun tefekkür olmasını emretti.” buyurmuşlardır. (Cezerî, Câmiu’l-Usûl, XI, 687/9317; Kudâî, Şihâb, no: 1159)
Hak dostlarından Ahmed er-Rifâî Hazretleri de:
“Tefekkür, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ilk amelidir. Zira bütün farzlardan önce O’nun ibadeti, Allâh’ın mahlûkâtını ve nîmetlerini düşünmekten ibâretti. Öyleyse siz de tefekküre iyi sarılın ve onu ibret vesîlesi yapın.” buyurmuştur.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin kâinat kitabındaki kevnî âyetlerden verdiği bir misâli, Ebû Rezin el-Ukaylî -radıyallâhu anh- şöyle naklediyor:
“Bir gün;
«‒Ey Allâhʼın Rasûlü! Allah Teâlâ, mahlûkâtı yeniden nasıl diriltir? Bunun dünyadaki misâli nedir?» diye sordum.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle bir sual sordular:
«‒Sen hiç, kavminin yaşadığı vâdiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?»
Ben; «‒Elbette!» deyince, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:
«‒İşte bu, Allâhʼın yeniden yaratmasına delildir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!»” (Ahmed, IV, 11)
Sahâbe-i kirâm efendilerimiz de hayat ve kâinâta tefekkür nazarıyla bakıp gereken ibretleri almayı, rahle-i tedrîsinde yetiştikleri Peygamber Efendimizʼden öğrenmişlerdi. Nitekim Ebû Zer -radıyallâhu anh- şöyle buyuruyor:
“Vallâhi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âhirete irtihâl ederken bizi öyle bir hâlde bırakmıştı ki, bir kuş gökte kanat çırpsa, onun bu hareketi bize Rasûlullâh’ın bir hadîsini hatırlatırdı…” (Ahmed, V, 153, 162; Heysemî, VIII, 263)
Tâbiîn neslinin büyük şahsiyetlerinden Ebû Vâil -rahmetullâhi aleyh-ʼin anlattığı şu hâdise de pek ibretlidir:
“Abdullah bin Mesʻûd -radıyallâhu anh- ile yola çıktık. Yanımızda Rebî bin Haysem de vardı. Bir demircinin yanından geçiyorduk. Abdullah -radıyallâhu anh- durup ateşin içindeki demire bakmaya başladı. Rebî de ateşe baktı ve yere düşecek gibi oldu. Sonra Abdullah oradan ayrıldı. Fırat sahilinde bir fırının önüne geldik. Abdullah -radıyallâhu anh- fırının içindeki ateşin alev alev yandığını görünce:
“Cehennem ateşi uzak bir mesafeden onları görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak Cehennem’in daracık bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler.” (el-Furkān, 12-13) âyet-i kerîmesini okudu.
Bunun üzerine Rebî -rahmetullâhi aleyh- bayıldı. Onu taşıyarak âilesine götürdük. Abdullah -radıyallâhu anh- öğlene kadar başında bekledi ama Rebî ayılmadı. Akşama kadar bekledi de Rebî nihâyet ayılabildi…” (Ebû Ubeyd, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 23)
Cenâb-ı Hak biz kullarını da birçok âyet-i kerîmede, kabri, kıyâmeti, dirilişi, hesabı, Sırâtʼı, Cennet ve Cehennemʼi tefekkür etmeye davet ediyor, âhireti aslâ unutmamayı emrediyor. İlâhî bir tâlimat olarak buyuruyor:
“Onlar Kurʼânʼı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)
Kur’ân-ı Kerîm’in bilhassa son üç cüzünde, ekseriyetle kıyâmet ve âhiretten haberler veriliyor. Yeryüzünün ne olacağı, gökyüzünün ne hâle geleceği, dağların hallaç pamuğu gibi savrulup denizlerin kaynatılacağı, semâvâtın bir tomar kâğıt gibi dürüleceği, insanların o günün dehşetinden ne hâle geleceği bildiriliyor.
İşte bu nevî hakîkatlerin tefekküründe derinleşerek rikkat kazanan gönüller, hayatı ebediyet ufkundan seyretme firâsetiyle yaşarlar.
Şu hâdise, bu gerçeğin ne kadar da mânidar bir misâlidir:
Halîfe Hârun Reşid hamama gitmişti. Hamamcı, herhangi bir kasıt olmaksızın yanlışlıkla kaynar sudan döktü. Bunun üzerine Hârun Reşid, haşlanan vücudunun şiddetli ıztırapları içinde dışarı çıkarak binlerce sadaka dağıttı ve şöyle dedi:
“–Bugün hamamın suyuna tahammül edemiyorum. Kıyâmet günü nâr-ı cahîme gönderirlerse hâlim nice olur!..”]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Hakîkat üzre eşyâyı görüp bilmek nasîb ola,
Mecâzî mevce bakmayıp bulalım asl-ı deryâyı…
“Cenâb-ı Hak cümlemize, eşyânın/varlıkların hakikî yüzünü görmeyi, asıl mânâsını anlamayı nasîb eylesin ki mecâzî dalgalara aldanmayıp deryanın aslından gâfil kalmayalım.”
[Hâdiselerin sırf maddî ve zâhirî sebeplerini görüp de mânevî müessirlerini görmezden gelmek, verilen ilâhî mesajları gönül gözüyle okuyamamak, büyük bir gaflettir.
Maalesef günümüzde; dînimize, medeniyetimize, bilhassa Anadolu irfânına yabancı, seküler bir zihniyetle temelleri atılan eğitim sistemi, hayat ve kâinâtı yalnızca sebepler dairesinde ve maddî plânda değerlendirme noksanlığını beraberinde getirdi. Hâdiselerin mânevî sâiklerini, hikmet ve ibret derslerini okuyacak gönül gözlerine âdeta perde çekildi. Her şeyi mahdut akıl terazisiyle tartıp dünyevî kâidelerle îzah etme gayreti; insanı ruh ve mânâdan uzaklaştırdı, gönüllerdeki hikmet idrâkini dumura uğrattı. Öyle ki, yaşanan büyük hâdiseler bile sadece maddî ve fizikî sebeplerle îzah edilir oldu.
Allâh’ın bilgisi ve izni olmadan kâinatta bir yaprak dahî düşmez iken,[1] bunların sebepsiz, hikmetsiz ve kendiliğinden vukû bulmuş “tabiat hâdiseleri” olduğunu düşünmek, îman şuuruyla bağdaşmaz.
Dolayısıyla, son yıllarda sıkça meydana gelen depremler, seller, kuraklıklar, yangınlar, salgın hastalıklar ve emsâli hâdiseleri müsbet ilmin ışığında tahlil edip maddî tedbirlere başvurduğumuz gibi; bütün bunları îman ve irfan ufkundan da seyredip, gerekli hikmet ve ibret derslerini almalı, mânevî tedbirlere de riâyet ederek hâlimizi ve istikâmetimizi düzeltmeliyiz.
Unutmayalım ki Cenâb-ı Hak, Kurʼân-ı Kerîmʼdeki kavlî âyetleriyle biz kullarını îkaz buyurduğu gibi, bunu zaman zaman da kâinat kitabındaki kevnî âyetleriyle yapıyor. Dolayısıyla, Kur’ân âyetleri gibi kâinat kitabındaki kevnî âyetleri de ibret ve hikmet nazarıyla okumayı ihmâl etmemek gerekir.
Bizler de hayat ve kâinâta ârifâne bir nazarla bakan ashâb-ı kirâm ve Hak dostları gibi, gönüllerimizi Kurʼân ve Sünnet iklîminde öyle yoğurmalıyız ki, gördüğümüz her manzaradan, ilâhî ve nebevî dersler alıp hâlimizi güzelleştirmeye gayret göstermeliyiz.
Meselâ, 6 Şubat 2023ʼte 11 ilimiz büyük bir zelzele geçirdi. Âdeta kıyâmetin küçük bir provası yaşandı. Hâlbuki bu, kıyâmetin dehşetinden milyonda bir bile değildi. Fakat gerek depremin çapı, gerekse şiddeti o kadar büyüktü ki “asrın felâketi” diye tâbir edildi. Dünyanın fânîliğini, hayat şartlarımızın nasıl bir anda değişebileceğini, ölüme aslında ne kadar da yakın olduğumuzu, bir kez daha derinden hissettik. Birçok din kardeşimiz göçük altında can verdi ve mânevî seviyesine göre bir derece aldı. Cenâb-ı Hak onlara -inşâallah- şehidlik makamını lûtfeylesin. Bir kısım kardeşlerimiz de günler sonra enkazdan yaralı olarak kurtuldu. Rabbimiz onlara da âcil şifalar ve sabırlar ihsân eylesin.
O göçük altında kalan kardeşlerimiz, bizlere “Ashâb-ı Rakîm”i hatırlattı. Gelin, bu vesîleyle Ashâb-ı Rakîmʼin ibretlerle dolu kıssasını bir kez daha tefekkür edelim:
Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen Ashâb-ı Rakîm, İsrâiloğulları zamanında yaşamış üç gençtir.[2] Onların kıssasını Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle anlatmıştır:
“Sizden evvelki ümmetlerden üç kişi yola çıktılar. Yağmur başladı. Korunmak için dağdaki bir mağaraya sığındılar. Derken dağdan bir taş yuvarlandı ve mağaranın ağzını tamamen kapattı. Birbirlerine:
«−Vallâhi sizi buradan, sadâkatten başka bir şey kurtaramaz. Onun için her biriniz, sadâkatle yaptığı bir amelini vesîle edinerek Allâh’a duâ etsin!» dediler.
İçlerinden biri şöyle duâ etti:
«–Allâh’ım! Anne ve babam çok ihtiyardır. Ben âileme, onlardan evvel bir şey yedirip içirmezdim.
Günün birinde hayvanları otlatmak için uzaktaki bir ormana gitmiştim. Eve döndüğümde onlar uyuyakalmışlardı. Onlardan evvel âilece süt içmeyi hoş görmedim, anne-babamı da uyandırmak istemedim. Elimde süt çanağıyla bekledim. Nihâyet gün ağarırken annem ve babam uyandılar ve sütlerini içtiler.
Allâh’ım! Eğer bu işi Sen’in rızân için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar!»
Bunun üzerine taş bir parça açıldı, lâkin çıkılacak gibi değildi.
İkincisi şöyle yalvardı:
«–İlâhî! Amcamın bir kızı vardı. Bir erkek, bir kadını ne kadar çok sevebilirse, ben de onu o kadar seviyordum. Onunla beraber olmak istedim. Lâkin teklifimi kabul etmedi. Birkaç sene sonra bir kıtlığa uğrayınca bana başvurdu. Kendini bana teslim ederse, ona yüz dirhem vereceğimi söyledim. Çâresiz kabul etti. Tam el uzatacağım sırada:
“–Allah’tan kork da haksız olarak bana dokunma!” dedi.
Elimde imkân olduğu hâlde, Allah’tan korkarak ondan uzaklaştım. Verdiğim paraları da ona bağışladım.
Allâh’ım! Eğer bu işi sırf Sen’in rızânı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz belâyı üzerimizden gider!»
Mağaranın kapısı bir parça daha açıldı, ancak yine çıkılabilecek gibi değildi.
Üçüncü şahıs da şöyle duâ etti:
«–Allâh’ım! Ücretle birkaç amele tuttum ve ücretlerini verdim. Lâkin biri ücretini almadan bırakıp gitti. Ona vereceğim parayı çalıştırıp artırdım. Bir müddet sonra o adam yanıma gelerek:
“–Ücretimi ver!” dedi. Ben de:
“–Şu gördüğün deve, öküz ve koyunlar, senin ücretinden üremiştir, al hepsini götür!” dedim. O da:
“–Ey Allâh’ın kulu! Benimle alay etme!” dedi.
“–Seninle alay etmiyorum, hakîkati söylüyorum.” dedim. Bunun üzerine malları aldı ve hepsini sürüp götürdü.
İlâhî! Eğer bunu Sen’in rızân için yapmışsam, içinde bulunduğumuz belâyı üzerimizden defet!»
Nihâyet taş, mağaranın ağzından kaydı, onlar da mağaradan çıkarak yollarına devam ettiler.” (Bkz. Buhârî, Edeb 5, Enbiyâ 53; Müslim, Zikir, 100; Ahmed, IV, 274)
Bizler de bu gençler gibi sadâkatle, hâlis niyetle, sırf Allah rızâsını umarak, bol bol amel-i sâlihler işleyelim ki; gerek dünyada gerekse âhirette karşımıza çıkabilecek sıkıntılı anlarda, o sâlih ameller vesîlesiyle Cenâb-ı Hakkʼın affını dileyip rahmetine sığınabilelim!
Unutmayalım ki, ebediyet yolculuğumuzun en çetin geçitleri olan; son nefes, kabir, kıyâmet, mîzan ve Sırat’ta, Rabbimiz’in imdâdımıza yetişmesini istiyorsak, bugün ilâhî emir ve nehiylere titizlikle riâyet etmeli, ilâhî rahmeti üzerimize celbedecek sâlih amellere gayret göstermeliyiz.
Bilhassa rahatlık zamanlarında Rabbimizʼi daha çok zikredip kulluk vazifelerimizi lâyıkıyla îfâ etmeliyiz ki; zorluklarla karşılaştığımızda da, Rabbimiz bizi ümitsiz ve yardımsız bırakmasın, kalplerimize metânet ve huzur bahşetsin.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Ey Hüdâyî, dîde-i Hak ile bak;
Şerh eder tevhîd-i Hakkʼı her varak…
Mekteb-i irfandan aldınsa sebak,
Ko sivâyı, matlab-ı aʻlâyı gör!..
[Hüdâyî Hazretleri, kendi şahsında bizlere şöyle sesleniyor:
“Ey Hüdâyî! Hak nazarıyla bak ve gör ki her yaprak Allah Teâlâʼnın varlık ve birliğini şerh etmektedir. İrfan mektebinden (Allâhʼı kalben tanıma tahsilinden) ders aldın ise, mâsivâyı, yani seni Hakʼtan gâfil kılan fânî arzuları kalbinden çıkar da, talep edilmeye en lâyık varlığın Cenâb-ı Hak olduğunu gör!”
[Yaratılmış olan her şey, Allah Teâlâʼnın varlık, birlik ve azametine âyet/delil teşkil eder. Nitekim mârifetullahʼta mesafe almış olan Hak dostları, bir çiçeğe, bir kuşa, bir taşa, bir kelebeğe, velhâsıl neye baksalar, onların yaratıcısı olan Cenâb-ı Hakkʼı hatırlar, Oʼnu hamd ile tesbîh ederek dâimî bir zikir hâlinde yaşarlar.
Âyet-i kerîmelerde buyruluyor:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selîm sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.
Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit, hayatın her safhasında) Allâhʼı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Senʼi tesbîh ederiz. Bizi Cehennem azâbından koru!” (Âl-i İmrân, 190-191)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu âyet-i kerîmeler nâzil olduğunda; “Vallâhi, bana öyle âyetler indi ki onları okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!” buyurmuşlardır. (İbn-i Hibbân, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IV, 157)
Böylece kâinattaki ilâhî nizâmın da gönül gözüyle okunup tefekkür edilmesi gereken kevnî âyetler olduğuna işaret etmişlerdir.
Hakîkaten, gece ve gündüzün birbirini takip etmesi, iki semâvî takvim olan Ay ve Güneşʼin her gün âdeta vardiya değişir gibi saniye şaşmadan ve hiçbir takdim-tehir yapmadan milyarlarca seneden beri vazifelerine devam etmeleri, onları yaratıp kader programlarını tayin eden Cenâb-ı Hakkʼın sonsuz kudret ve azametinin delillerinden biridir. Üstelik sırf Güneş ve Ay da değil, mikrodan makroya, atom altı âlemden galaksilere kadar bütün varlıklarda, ilâhî kudret ve azameti hatırlatan sayısız tecellîler bulunmaktadır.
Dolayısıyla kâinattaki her varlık ve her hâdise, “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emrine imtisâl ederek, gönül gözüyle okunması gereken bir hikmetler sergisidir. Bu okumayı gerçekleştirebilen bir insan, evvelâ Rabbinin sonsuz sır ve hikmet tecellîlerini lâyıkıyla kavrayabilmekten âciz olduğunu idrâk eder.
Zira insan tefekkürde derinleştikçe, ilâhî kudret ve azamet karşısında -bırakın kendisinin- koskoca dünyanın bile bir toz zerresi dahî olmadığını anlar. Kulun âcizliğini idrâk etmesi, gönlünde bambaşka ufukların açılmasına, dolayısıyla da Cenâb-ı Hakk’a niyaz ve ilticâ hâlinin artmasına vesîle olur. Müʼmin, içtiği bir bardak suyun, kolaylıkla alıp verdiği nefesin dahî ne büyük birer ihsân-ı ilâhî olduğunu anladıkça, hamd ve şükür duyguları inkişâf eder.
Meselâ teneffüs ettiğimiz “hava”yı bir düşünecek olursak;
Son teknolojiyle îmâl edilmiş bir uçağa bindiğimiz zaman bile;
“‒Şayet yüksek irtifâdayken basınç düşerse, önünüze otomatik olarak gelecek olan oksijen maskelerini takın!” diye anons edilir.
Hâlbuki hiç kimse;
“‒Acaba yarın havadaki oksijen miktarı yüzde 21’den yüzde 25’e çıkar mı, yahut yüzde 18’e düşer mi, kendime bir oksijen tüpü alsam mı?” diye bir endişe duymaz.
Çünkü inanan-inanmayan herkes, ilâhî nizâma tabiî bir îtimat hâlinde hayatını sürdürür. Aksi hâlde insan, karşı karşıya olduğu her türlü hayâtî risk ve tehlikenin farkında olsa, hayat çekilmez hâle gelirdi.
“Hava” gibi bütün canlıların hayat kaynağı olan “su” da Cenâb-ı Hakkʼın kudret ve azametinin yüceliğini hatırlatan ayrı bir mûcizevî nîmettir. Suyun husûsiyetleri keşfedildikçe, insanı hayretler içinde bırakan pek çok hakîkatle karşılaşıyoruz. Meselâ:
“Su, sıvı hâlinden gaz hâline geçerken, yani buharlaşırken; başta tuz olmak üzere içerisindeki maddelerden arınır. Suyun bu özelliği olmasaydı, yağmurlar tuzlu olarak yağardı.
(Cenâb-ı Hak buyuruyor:)
«Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa Biz mi? Dileseydik onu tuzlu da yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?» (el-Vâkıa, 69-70)
Yağmur yeryüzüne damla damla yağar. Şayet bir kovadan boşalırcasına yağsaydı büyük âfetler olurdu.
(Yine Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:)
«Gökten bir ölçüyle su indiren de O’dur. Biz onunla ölü memleketi diriltiriz. İşte siz de böyle diriltileceksiniz.» (ez-Zuhruf, 11)
Suya nasıl muâmele ederseniz o da öyle cevap verir. Teşekkür edildiğinde molekül yapısı düzgünken, kötü söz söylenince bozulur…
Japon bilim adamı, yaptığı çalışmalarda suyun; iyi ve kötü bilgileri, mûsikî ve sözleri, hisleri ve düşünceleri kaydettiğini ve buna göre tepki verdiğini tespit etmiş…
«Şeytan» diye hitap edilen veya kötü söz söylenen bardaktaki su kristalleri, karmaşık bir şekle dönüşüyor. Güzel sözler söylenen veya duâ edilen bardaktaki su kristalleri ise; berrak, estetik yapı ve mükemmel bir altıgen şekil ile karşınıza çıkıyor.
İnsan vücudunun da %60’ı, beynimizin %70’i, kanımızın %80’i sudur…”[3]
Nitekim, müʼminlere şifa ve rahmet olarak indirilmiş olan Kurʼân-ı Kerîmʼin[4] şifa niyetiyle suya okunup hastalara içirilmesi, İslâm dünyasında asırlardır uygulanan bir gelenektir.
Yine su, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşuyor. Hidrojen yanıcı, oksijen yakıcıdır. Cenâb-ı Hakkʼın bu iki zıttan, ateşi söndüren mûcizevî bir hayat kaynağı halketmiş olması da, Oʼnun sonsuz kudretinin, akılları hayrete düşüren, gönüllere hayranlık veren bir tecellîsidir.
Demek ki; havaya, suya, toprağa, hayvanâta, nebâtâta, velhâsıl kâinatta nereye baksak, hep ilâhî sanat hârikalarıyla çepeçevre kuşatılmış olduğumuzu görüyoruz.
İşte bu nevî hakîkatleri lâyıkıyla tefekkür edebilen bir insan, dünya üzerindeki bütün canlıların, hayatı mümkün kılan son derece hassas ölçüler içinde, âdeta ilâhî hârikalar âleminde ve bir mûcize eseri yaşayabildiğini anlamakta gecikmez. Bu idrâke ulaşan hiçbir akıl, mantık, iz’an ve vicdan da, âlemleri yoktan var edip muhteşem bir nizamla devam ettiren Allah Teâlâ’ya başkaldırma küstahlığında bulunamaz.
Nitekim Bişr-i Hâfî Hazretleri şöyle der:
“Eğer insanlar, Allah Teâlâ’nın azameti hakkında (lâyıkıyla) tefekkür etseler, O’na isyan edemez, günah işleyemezlerdi.” (İbn-i Kesîr, I, 448)
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın torunu Kâsım bin Muhammed Hazretleri de bir kişinin:
“–Falanca, Allâh’a karşı ne kadar da cürʼetkâr!” dediğini işitmişti. Ona şöyle dedi:
“–Allâh’a karşı cürʼetkâr olmak, Âdemoğlunun haddine değildir! Onun hakkında ancak:
«–Allâh’ı ne kadar da az tanıyor!» diyebilirsin.”[5]]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Nice bir gafletten uyanmayasın,
Dergâh-ı Hakkʼa varam sanmayasın,
Bir iş et kim, sonra utanmayasın,
Ne işlersen, varıp görsen gerektir…
[Dünya bir tarla, âhiret de hasat yeridir. Bugün dünyada ne ekersek, yarın âhirette onu biçeceğiz.
Rabbimiz, gafletten uyanmamız için biz kullarını birçok âyet-i kerîmede îkaz buyuruyor:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın!..” (el-Haşr, 18)
“Her kim, zerre kadar hayır işlemişse onu görecek; yine her kim, zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.” (ez-Zilzâl, 7-8)
“Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır…” (el-Bakara, 286)
“İyiliğin karşılığı, yalnız iyiliktir.” (er-Rahmân, 60)
Bunca ilâhî îkâza rağmen, nice gâfil insan, zahmet çekmeden rahmete kavuşma temennîsiyle, yani ekmediğini biçmenin beyhûde hayâliyle kendini kandırmaktadır. Nitekim bu hakîkat, şu kıssada ne kadar da veciz bir sûrette ifade edilmektedir:
“Kaba davranışlarıyla etrafındakileri dâimâ kırıp döken, ama buna rağmen Cennetʼi de kimselere bırakmayan huysuz efendisi, bir gün hizmetçisi olan Lokmanʼa:
«‒Ben bugün şehre iniyorum. Sen tarlayı güzelce sür ve susam ek.» diye emreder.
Akşama doğru işinden dönen efendi, tarlasına uğrar. Bir de bakar ki; Lokman, tarlaya diken ekip durmaktadır. Efendisi öfkeyle bağırır:
«‒Hey, ne yapıyorsun?! Ben sana susam ekmeni söylemedim mi?!»
Lokman, sakin sakin şu cevâbı verir:
«‒Telâş etme efendi! Ben her ne kadar diken ekiyorsam da, bunların susam olarak biteceğini ümit ediyorum.»
Efendi bu cevâba daha çok kızar ve:
«‒A akılsız! Hiç dikenden susam bittiği görülmüş mü?» der. Bunun üzerine Lokman:
«‒İyi ama sen de yıllardır bu dünyada diken ekip duruyorsun ve buna rağmen Cennetʼe gideceğini ümit ediyorsun ya!..» cevâbını verir.[6]
Dolayısıyla âhirette hangi adrese gitmek istiyorsak, bugün ona göre bir hazırlık ve gayretin içinde olmalıyız. Cenâb-ı Hakkʼın rahmetine kavuşmayı arzu ediyorsak, bugün rahmet insanı olmalıyız. İlâhî affa nâil olmayı arzu ediyorsak, affedici, müşfik, merhametli bir kul olmalıyız. Zira Anadolu irfânındaki ifadesiyle:
“Ne doğrarsan aşına, o gelir kaşığına…”
“Ne verirsen elinle, o gelir seninle…”
Mevlânâ Hazretleri de;
“Sen hiç buğday ektin de arpa bittiğini gördün mü?” buyurarak, aynı hakîkate işaret eder.
Velhâsıl, dünya tarlasına günah tohumları eken, âhirette azap dikenleri; sevap tohumları eken de saâdet çiçekleri derecektir.]
Cenâb-ı Hak, hayat ve kâinâta hikmet nazarıyla bakabilmeyi, rızâsına medâr olacak sâlih ameller işleyebilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Bkz. el-Enʻâm, 59.
[2] Bkz. el-Kehf, 9.
[3] Bkz. Veysel Eroğlu, Suya Atılan İmza, Hatıralarım 1, sf, 94-96, İnkılâb Yay. İstanbul 2022.
[4] Bkz. en-Nisâ, 82.
[5] İbn-i Asâkir, Târîhu Dımaşk, c. 49, s. 180.
[6] Bkz. Prof. Dr. Selahattin Yıldırım, Hayat-Ölüm ve Hüsn-i Hâtime, sf. 31, Ravza Yay. İstanbul 2022.