Hak Dostlarından Hikmetler
Altınoluk Dergisi, 2023 – Kasım, Sayı: 453
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Rızâullâh[1] murâd ise,
Sakın aldanma telbîse![2]
Nazar et hâl-i İblîsʼe,
Edep gözle, edep gözle!..
“(Ey kardeş!) Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına ermek istiyorsan, sakın şeytanın sûret-i haktan görünerek seni kandırmasına izin verme! İblîsʼin âkıbetinden ibret al da, Cenâb-ı Hakkʼa karşı edepli ol!”
[Birçok âyet-i kerîmede insanoğluna “apaçık bir düşman” olduğu bildirilen iblis,[3] vaktiyle çok yüksek bir ilim, makam ve mevkî sahibi idi. Bir kanaate göre; meleklerin hocasıydı, göklerde ve yerde Allâhʼa secde etmedik bir karış yer bırakmamıştı. Fakat cin tâifesinden olması sebebiyle, o da nefis sahibiydi. Cenâb-ı Hakkʼın ona ilâhî bir imtihan maksadıyla verdiği nîmetlere mağrur olarak Hazret-i Âdemʼi küçümsedi, kendini beğendi, Cenâb-ı Hakkʼın emrine âsî oldu.
Gurur, kibir ve enâniyet, mânevî hayatın kanseridir, birçok günahın kaynağıdır. Zira kibre kapılan insanlar âdeta ahmaklaşır, nâdanlaşır, ilâhî hakîkatlere karşı sağır ve âmâ kesilirler. Bunlar, nefs-i emmârenin girdabında ömür süren canlı cenazeler gibidir ki her şeyi alık ve abus bir çehre ile seyrederler.
Şeytan da Hazret-i Âdemʼe saygı secdesinde bulunulmasına dâir ilâhî emri duyduğu hâlde, bunu gururuna yediremeyip nâkıs aklıyla güyâ bir mantık yürüttü. Suçuna kılıf uydurmak için; “Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın, ben ondan üstünüm!” diyerek ilâhî emre îtiraz etti. Böylece, yaratılıştan gelen hususiyetlerle övünüp başkalarına üstünlük taslamaya dayanan ırkçılık iptilâsının da atası olarak ilâhî lânet ve gazaba uğradı.
Dinler tarihinde de bu kibrin âdeta ete-kemiğe bürünerek müşahhas hâle geldiği topluluk, şüphesiz ki kendilerini “seçilmiş millet” ve “Allâh’ın sevdikleri” olarak görüp kendilerinden olmayanları aşağılayan, onlara her türlü zulüm, haksızlık, ezâ ve cefâyı revâ gören siyonist yahudîlerdir.
Bugün Filistin ve Gazzeʼde yaptıkları zulümlerin, işgal ve haksızlıkların, işledikleri insanlık suçlarının, artık insanlıkla îzah edilemeyecek bir vahşet, katliam ve soykırım raddesine geldiğini, yeryüzündeki bütün vicdan ve insaf sahipleri görmektedir.
Yeri gelmişken şunu da ifade edelim ki; günümüzde yahudî sermayesine ait bazı firmaların pahalı ürünlerini, sırf marka ve moda düşkünlüğüyle satın almak da bu vahşetlere dolaylı yoldan destek vermek mâhiyetindedir. Müʼminler olarak bu gafletten de titizlikle sakınmalıyız.
Vaktiyle peygamberleri katledecek kadar ileri giderek tıpkı şeytan gibi lânetlenmiş olan, kendi hayallerini gerçekleştirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyecek kadar kibirden gözü dönmüş bulunan bu eli kanlı kavim, tarih boyunca birçok defa kahr-ı ilâhîye uğramasına rağmen yine de akıllanmamış, günümüzde aynı azgınlıklara yeniden dönmüştür. Zira Ahmed bin Hanbel Hazretleriʼnin buyurduğu gibi;
“Kibir taşıyan kafada, akla rastlayamazsınız!”
Nitekim, gurur ve kibir şaşkınlığıyla âdeta aklı perdelenen şeytan da kendini beğenerek Allah Teâlâʼya karşı cidâlde bulunacak kadar ahmaklaşmış, şımarıp haddini aşmıştı. Sahip olduğu engin ilmi, yüksek mevkii, çok güvendiği aklı ve zekâsı, hiçbir işine yaramamış, onu ilâhî gazaba ve lânete uğramaktan kurtaramamıştı.
İnsanı yoldan çıkarmak isteyen şeytan; ilim ve amel noksanlığından değil, edep noksanlığından kahr-ı ilâhîye dûçâr olduğu içindir ki, onu en çok mahveden şey de, müʼminin Rabbine karşı gösterdiği kulluk edebidir.
Bu yüzden ilim ve amel lüzumludur; fakat bunların Hakkʼa kulluk edebiyle îfâ edilmesi elzemdir.
Zira ilim, amel, akıl, servet, şöhret, makam-mevkî gibi bütün nîmetler; tezkiye ve tasfiyeden geçmemiş, yani mânevî terbiye ile olgunlaşmamış bir gönlü, gurur ve kibre sürükleyerek, fayda yerine zarara götürebilmektedir. İblis, Kârun, Belʼam bin Bâûrâ ve emsâli niceleri, bu hakîkatin en meşhur tarihî misalleridir.
Bunun için mânevî terbiye yolu olan tasavvufta ilk merhale, “enâniyeti bertaraf etmek”tir. Zira tasavvufta her şey, kulun Cenâb-ı Hakkʼa karşı bir “hiç” hükmünde olduğunu idrâk etmesinden sonra başlar. Bu şuura ulaşan bir kul, bütün hayır ve muvaffakıyetlerin, Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu olduğunu bilir, aslâ nefsine pay çıkarmaz.
Yüce Rabbimiz, Mekke Fethiʼnin akabinde, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Oʼnun şahsında ümmetine şu tâlimâtı vermişti:
“Allâh’ın yardımı ve fetih geldiğinde, insanların bölük bölük Allâhʼın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamd ederek Oʼnu tesbîh et ve Oʼndan mağfiret (bağışlanma) dile! Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (en-Nasr, 1-3)
Yani müʼmin, bütün sâlih amellerde ve muvaffakıyetlerde nefsine pay çıkarmak yerine, bunlara Allâhʼın lûtfuyla eriştiğini bilerek Oʼna hamd etmelidir. Ayrıca vazifelerini îfâ ederken farkında olduğu ve olmadığı bütün kusur ve noksanlıkları için de istiğfâr etmelidir.
“Altın Silsile”den Muhammed Mâsûm -rahmetullâhi aleyh- bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Hem ibadet ve tâat üzere olun, hem de bu ibadetlerdeki kusurlarınız sebebiyle istiğfâr edin! Yaptığınız amelleri Allah Teâlâ’ya lâyık görmeyin! Zira büyüklerden biri;
«اِعْمَلْ وَاسْتَغْفِرْ : Amel-i sâlihler işle ve hemen istiğfâr et!» buyurmuştur. İşte kulluk edebi budur!”[4]
Yani amellerimiz, tıpkı duâlarımız gibi Cenâb-ı Hakk’ın kabûlüne muhtaçtır. Bu yüzden sadece hatâ, kusur ve günahlarımızın ardından değil, sâlih amellerimizin ardından da istiğfâr ederek bu amellerimize makbûliyet kazandırmaya çalışmalıyız.
Bunun aksine bir kul, işlediği sâlih ameller sebebiyle övünüp kendini başkalarından üstün tutuyorsa, yahut bu amellerine güvenerek kendini ebedî kurtuluşa ermiş gibi görüyorsa, bu da tevbe-istiğfârı gerektiren ayrı bir gaflettir.
Hak dostları, bu hususta yüksek bir şuur ve hassâsiyet içinde yaşamışlardır. Meselâ ilim ve irfandaki yüksek pâyesi sebebiyle, yaşadığı asırda kendisinden “Güneşler Güneşi” diye bahsedilen Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, işlediği sâlih amellere güvenmediğini, yalnız Cenâb-ı Hakkʼın rahmetine umut bağladığını dile getirmiş ve bu hissiyât içinde, talebelerinden son nefesini îman selâmetiyle verebilmek için duâ talebinde bulunmuştur.
Hak dostlarının bu husustaki gönül kıvamını sergileyen şu hâdiseler de ne kadar ibretlidir:
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin, henüz gençlik ve yiğitlik hâlinde iken beli bükülmüş ve zayıflamıştı.
“‒Ey Süfyan! Henüz ihtiyarlık zamanın gelmedi. Senin akranların iki büklüm olmamışlarken sana ne oldu ki böyle zayıf düştün?” diye sordular. Hazret şöyle buyurdu:
“–Benim bir hocam vardı. Ondan ilim okurdum. Ölüm hâlinde başucunda oturdum, ona îman telkin ettim, fakat bir netice hâsıl olmadı. Bunu gören birinin, nasıl beli bükülmesin?!.”[5]
Şeyh Ahmed bin Harb -rahmetullâhi aleyh-, Behram adlı mecûsî / ateşe tapan bir komşusuna tebliğde bulunmuş ve onun hidâyetine vesîle olmuştu. Fakat komşusu müslüman olunca Hazret bir nâra atıp bayıldı. Kendine geldiğinde:
“–Üstad, ne hâl oldu?” diye sordular. Hazret şu ibretli cevabı verdi:
“–O an gönlüme bir hitap geldi ki; Behram yetmiş yıllık ateşe tapan bir kâfir idi, bu dem müslüman oldu. Sen yetmiş yıllık müslümansın, ne olacağını bilir misin?!”[6]
Velhâsıl, en büyük günahlardan biri, kendini beğenip Allâh’ın kullarını hakir görmektir. İnsan kendine sormalı:
“Sen kendi son nefesinden emin misin ki başkalarını küçük görüyorsun?!”
Bu hususta Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin şu ifadeleri, hepimiz için bir ibret vesîkası olmalıdır:
“Halk, nice zayıf kimselere acıyarak bakarken, onlar bu dünyadan son nefes selâmetiyle gitmişlerdir. Buna mukâbil yüksek ilim, amel, haseb, neseb sahibi birçok kimse de, gaflete dûçâr olarak îmansız ölmüşlerdir. Bu işte esas olan son nefes olunca, kendini beğenmeye çalışmak, gurur ve kibre düşmek, büyük bir bedbahtlıktır!..”
Hakîkaten, kalplerdeki takvâ duygusunun kimde daha yüksek olduğunu, dolayısıyla kimin Hak katında daha hayırlı olduğunu ancak Allah bilir. Kalplerin pencereleri yalnız Oʼna açıktır. Dolayısıyla; “Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil!” denildiği gibi, hiç kimseyi hor görmeyip incitmemek îcâb eder. Zira hor görülüp incitilen niceleri vardır ki, Allâh’ın sâlih kullarındandır. Bu sebeple Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde şu îkazlarda bulunuyor:
“İnsanları arkadan çekiştiren, kaş-göz işaretiyle alay eden her kişinin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)
“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha hayırlıdır…” (el-Hucurât, 11)]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Hatâdır müznibe[7] ısrâr etmek,
Gerektir zenbe[8] istiğfâr etmek…
[Mağrur ve kibirli insan, hiçbir zaman kendinde hatâ görmez. Onun nazarında bütün kusurlar başkalarına aittir. Bu nefsânî illete yakalanmış olanlar, kimseden özür dileyemezler. Zira hatâlarını kabul edip özür dilemeye, gurur ve kibirleri mânî olur.
Bunun içindir ki İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- şöyle der:
“Bir adamın hatası kibir sebebiyle ise ondan ümit beslemeyin. (O iflâh olmaz.) Bunun dışındaki bir günah sebebiyle ise ondan ümit besleyebilirsiniz. Hazret-i Âdem’in hatası günah, İblis’inki ise kibir sebebiyle idi.”[9]
Hakîkaten Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, şeytana uyarak yasak meyveyi yedi. Fakat hatâsını anlar anlamaz derhâl pişman oldu, kulluk edebi içinde tevbe ve istiğfâra sarılarak Cenâb-ı Hakʼtan af diledi.
Buna mukâbil iblis ise, Cenâb-ı Hakkʼın secde emrini dinlemeyip bir günah işledi. Fakat hatâsını bildiği hâlde, bunu kabule yanaşmadı. Af dilemek yerine, isyânına bahâne aradı. Gurur, kibir, haset ve öfke girdabına kapılarak hatâyı kendine değil -hâşâ- Cenâb-ı Hakkʼa izâfe edecek kadar ahmaklaştı. Âyet-i kerîmede haber verildiği üzere:
“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (insanlara günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!” (el-Hicr, 39)
Yani kendine toz kondurmayıp hatâsında inat etmesi ve suçuna kılıf uydurması, şeytanı ilâhî gazaba dûçâr etti.
Demek ki mü’min, beşeriyet îcâbı herhangi bir günah işlediğinde, şeytanı değil, insanlığın atası olan Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ı örnek almalıdır. Zira bir kusur işlediğinde hemen nedâmet göstermek, yanlışta ısrar etmeyip derhâl af dileyebilmek, ilâhî azaptan kurtuluş için elzemdir.
Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle buyuruyor:
“Yine onlar ki bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allâhʼı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allahʼtan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler.
İşte onların mükâfâtı, Rabʼleri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları Cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâfâtı ne güzeldir!” (Âl-i İmrân, 135-136)
Samimiyetle yapılan tevbe ve istiğfârı Cenâb-ı Hakkʼın nasıl karşıladığı, bir hadîs-i şerîfte şöyle tasvîr edilmektedir:
“Herhangi birinizin tevbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları netice vermeyince deveyi bulma ümidini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşırı sevincinden ne söylediğinin farkında olmayarak şaşkınlıkla:
«–Allâh’ım! Sen benim kulumsun; ben de Sen’in Rabbinim.» diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” (Müslim, Tevbe, 7; Tirmizî, Kıyâmet, 49)
Yani Rabbimiz, kullarına karşı o kadar merhametli ki:
‒Hatâ ve kusurlarını affetmekten hoşlanıyor, onları affetmek için âdeta vesîle arıyor.
‒Kötülüklere ancak misli kadar cezâ vereceğini, iyiliklere ise on katından yedi yüz katına kadar ecir bahşedeceğini müjdeliyor.
‒Bu dünyada azâbı hak edenleri hemen cezalandırmıyor, onlara hâllerini ıslah edebilmeleri için sabırla mühlet veriyor.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak kullarına azâb etmek istemiyor. Fakat insan, sayısız ilâhî îkazlara rağmen, yine de zulüm, haksızlık ve isyanda inat eder ve tevbeden uzak kalmayı tercih ederse, artık kendi eliyle kendini ebedî azâba müstahak kılmış oluyor.
Diğer taraftan, tevbenin kabulü için de birtakım şartlar vardır. Bu şartların ilki, samimî bir pişmanlıktır. Nitekim hadîs-i şerîfte:
“Yapılan günahlardan pişmanlık, tevbedir. Günahlarına tevbe eden kimse, sanki o günâhı işlememiş gibi olur.” buyruluyor. (İbn-i Mâce, Zühd, 30/4252; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 161)
Makbul bir tevbenin ikinci şartı; işlenen günahtan tamamen vazgeçmek ve o günâha tekrar dönmeyi, ateşe girmek kadar kötü görmektir.
Yani dil; “Yâ Rabbi, tevbe, beni affet!” derken, aynı günah ve kusurlar işlenmeye devam ediliyorsa, işte bu hâl, Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle “sözün maskarası” olmaktan ibârettir.
Tevbenin üçüncü şartı da; tevbedeki kararlılık ve samimiyeti sâlih amellerle ispat etmektir. Yani tevbe ve istiğfar, sadece sözde/lâfta kalmayıp hâl ve davranışlara da aksetmelidir.
Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyruluyor:
“Ancak (yaptığı kötülüklerden) vazgeçip îmân ederek sâlih ameller işleyenler var ya, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere (günahlarını sevaplara) çevirir. Allah çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.
Kim tevbe edip amel-i sâlih işlerse, şüphesiz o, tevbesi kabûl edilmiş olarak Allâh’a döner.” (el-Furkân, 70-71)
Ayrıca müʼmin; “…Muhakkak ki iyilikler kötülükleri giderir…” (Hûd, 114) âyet-i kerîmesi muktezâsınca, yapacağı hayır-hasenat ile de, hatâ ve kusurlarının telâfisine gayret göstermelidir.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Kemâl-i lûtf u ihsânından Allah,
Dedi «lâ taknetû min rahmetillâh»[10]
Olagör rahmet ümmîdinde dâim,
Bu mânâdan eğer oldunsa âgâh…
[Müʼmin, ne kadar günah işlemiş olursa olsun, Allâhʼın rahmetinden ümit keserek kendini Cehennemlik görecek kadar bedbinliğe kapılmamalıdır.
Nitekim Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâhʼın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (ez-Zümer, 53)
Cenâze namazlarından önce, mahzun gönüllerin ferahlaması için, imam ve müezzin efendiler tarafından, bilhassa bu âyet-i kerîmenin okunması âdet hâline gelmiştir.
Müʼmin, Cenâb-ı Hakkʼın rahmetinden tabiî ki ümit kesmeyecek. Lâkin müteâkib âyette, bu ilâhî müjdenin muhtevâsına girebilmek için gerekenler şöyle zikrediliyor:
“Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O’na teslim olun, sonra size yardım edilmez!” (ez-Zümer, 54)
Yani son nefes gelmeden evvel Cenâb-ı Hakkʼa yönelip Oʼnun emir ve nehiylerine tam bir teslîmiyetle itaat etmeliyiz ki, bu ilâhî rahmete nâil olabilelim.
Dolayısıyla; “Nasıl olsa daha son nefesime çok var…” zannıyla tevbeyi ve sâlih amelleri -gelip gelmeyeceği meçhul- yarınlara tehir etmek, büyük bir aldanıştır. Zira; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu!” buyrulmuştur.
Şunu da unutmayalım ki, “ilâhî rahmetten ümit kesmemek”le ilgili Kurʼânî telkinler, artık ebedî kurtuluş ümidini yitirmiş bulunan mücrimlere âdeta bir can suyu olsun diyedir. Yoksa nefis için bir tembellik ve azgınlık mâzereti olsun diye değil!..
Nitekim insanları ayartıp yoldan çıkarmak için yemin etmiş olan şeytan da;
“–Allah Ğafûr ve Rahîm’dir. Sen şimdi nefsânî arzularını tatmin etmeye bak, ilerde tevbe edersin!” şeklinde, rûha zehir saçan telkinlerde bulunmaktadır.
Buna mukâbil Cenâb-ı Hak da şu îkazda bulunuyor:
“…Sakın o çok aldatıcı (şeytan) sizi Allâh’ın affına güvendirerek kandırmasın!” (Lokman, 33; Fâtır, 5)
Dolayısıyla en büyük gaflet, insanın Allah yolunda olmadığı hâlde Oʼnun sadece “Rahman, Rahîm, Ğaffâr” gibi sıfatlarını düşünerek kendini kandırmasıdır. Yahut kendi hâlini toplumdaki gâfillerin vaziyetiyle kıyaslayıp, şahsî hatâ ve kusurlarını hafife almasıdır.
Hakîkaten nice gâfil insan;
“‒Allah nasıl olsa merhametlilerin en merhametlisidir, çok affedicidir.” der. Fakat bunu takvâ hisleriyle değil, bilâkis nefsine tâviz vermek ve daha kolay günah işleyebilmek için, vicdanını rahatlatmak maksadıyla söyler.
Hâlbuki Hak dostları, bütün güçleriyle ihlâs ve takvâ üzere yaşamaya gayret edip günahlardan titizlikle sakındıktan sonra;
“‒Yâ Rabbi, Sen merhametlilerin en merhametlisisin, affetmeyi seversin, lûtf u kereminle bu âciz kulunu da bağışla, kulluğumdaki kusur ve noksanlıklarımı affet.” derler. Gerçek bir kulluk edebi de bunu gerektirir.
Dolayısıyla müʼmin; “Allah affeder!” diye hatâda bile bile ısrar etmekten sakınmalıdır. Bilâkis, vakit kaybetmeden ve ısrarla tevbe-istiğfâr etmelidir. Zira kul, ne kadar tevbe ederse etsin, günahının affolunup olunmadığından aslâ emin olamaz. Bunun içindir ki Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“Günah işlemekten vazgeçmek, tevbe ile uğraşmaktan daha kolaydır.” buyurmuştur.
Şunu unutmayalım ki, Cenâb-ı Hak elbette “اَلْغَفُورُ / Ğafûr” yani bağışlaması bol ve “اَلرَّح۪يمُ / Rahîm” yani çok şefkatli ve merhametlidir. Fakat O -celle celâlühû-, aynı zamanda;
“اَلْقَهَّارُ / Kahhâr”dır, yani karşı konulmaz ve kahredici bir kudret sahibidir.
“عَز۪يزٌ ذُو انْتِقَامٍ /Azîzüʼn Züntikamʼdır, yani suçluların hakkından gelen mutlak güç sahibidir.
“شَد۪يدُ الْعِقَابِ / Şedîdüʼl-İkābʼdır, yani cezâsı çok şiddetli olandır.
Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakkʼın sadece cemâl sıfatları varmış gibi davranıp Oʼnun celâl sıfatlarını görmezden gelmek, büyük bir gaflettir.
Bunun içindir ki Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de vereceğini vaad ettiği mükâfâtı azap ile birlikte zikretti ki bu vesîleyle kul ibadete rağbet etsin ve azaptan korksun.” buyurmuştur.]
Cenâb-ı Hak, günahlarla aramızda perde olacak bir takvâ hassâsiyetini kalplerimize ihsân eylesin. Hatâ ve kusurlarımızı bağışlayıp cümlemizi ilâhî rahmetine mazhar olan bahtiyar kullarından kılsın. Ümmet-i Muhammedʼe diriliş, uyanış, her türlü darlıktan kurtuluş, birlik, beraberlik, huzur ve âfiyet ihsân eylesin.
“Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler yükleme!
Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı!
Sen bizim Mevlâʼmızsın, kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”[11]
Âmîn!..
Kaynaklar:
[1] Rızâullah: Allâhʼın rızâsı, hoşnutluğu.
[2] Telbîs: 1. Sûret-i haktan görünerek hile ile kandırma. 2. Ayıbını-kusurunu gizleyerek bir şeye sahte bir değer kazandırma. 3. Hile, göz boyama.
[3] Bkz. Yâsîn, 60; el-Kehf, 50; el-Aʻrâf, 22; Fâtır, 6; el-İsrâ, 53; Yusuf, 5.
[4] Muhammed Ma‘sûm, Mektûbât, I, 83, no: 92.
[5] Bkz. Attar, Tezkiretüʼl-Evliyâ, sf. 70, Erkam Yayınları, İstanbul 1984.
[6] Attar, Tezkiretüʼl-Evliyâ, sf. 97.
[7] Müznib: Günahkâr.
[8] Zenb: Günah.
[9] Taberî, Câmiu’l-Beyân, 15/288 (el-Kehf, 50).
[10] Lâ taknetû min rahmetillah: “Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin.” (ez-Zümer, 53)
[11] el-Bakara, 286.