Aziz Mahmud Hüdâyî (rahmetullâhi aleyh) -9-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2022 – Haziran, Sayı: 436

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Acep mi Kâbe’den eşref olursa kâmilin kalbi?
Bunu cân ile isğâ et efendi, kavl-i sâdıktır;
Binâsı Kâbe’nin mahlûk işidir seng ü hâk ile,
Gönül hod dest-i kudretle yapılmış sun‘-i Hâlık’tır.

[Hüdâyî Hazretleri bu mısrâlarında gönlün Hak katındaki kıymetine işaret ederek buyuruyor ki:

“Kâmil bir mü’minin kalbinin Kâbeʼden üstün olmasına şaşılır mı? Ey efendi, can kulağıyla dinle ki doğru sözdür bu: Kâbe taş-toprak ile binâ edilmiş bir kul yapısıdır, gönül ise bizzat Yaratıcı’nın kudret eliyle yaptığı bir sanat eseridir.”

Kâbe-i Muazzama, bütün müslümanların kıblesi, âdeta İslâm âleminin nabzının attığı mübârek ve mukaddes bir yerdir. İlâhî nazarların kâinattaki en bereketli tecellîgâhı Kâbe olduğu gibi, insandaki nazargâh-ı ilâhî de kalptir. Bu bakımdan insan vücudundaki kalp, kâinattaki Kâbe mevkiinde görülmüştür. Dolayısıyla Allâhʼın şiarlarından olan Kâbe-i Muazzama nasıl ki hürmet ve tâzîme lâyık ise, nazargâh-ı ilâhî olan kalplere de son derece ihtimam göstermek îcâb eder.

Nitekim gönlü nazargâh-ı ilâ­hî hâ­li­ne ge­lmiş sâlih bir müʼmin hakkında İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın Kâ­be-i Mu­az­za­ma’ya hi­tâ­ben söy­le­di­ği şu söz­ler çok mânidardır:

“(Ey Kâ­be!) Sen ne bü­yük­sün! Se­nin şâ­nın ne yü­ce­dir! Fa­kat ger­çek bir müʼ­mi­nin Al­lah ka­tın­da­ki şe­re­fi sen­den de üs­tün­dür.” (Tir­mi­zî, Birr, 85)

Ab­dül­kâ­dir Gey­lâ­nî Haz­ret­le­ri ise âdeta bu yü­ce­li­ğin şar­tı­nı ifa­de sadedinde şöyle der:

“Gö­nül, an­cak mâ­si­vâ­dan arın­mış, mâ­ri­fe­tul­lâh tâ­lip­le­ri­ne Kâ­be olur.”

Demek ki Mevlânâ Hazretleriʼnin;

“Hacca gidenler, orada Kâbeʼnin Sahibiʼni arasınlar. Oʼnu bulduktan sonra Kâbeʼyi her yerde bulabilirler.” buyurduğu gibi, Hak katında Kâ­be’den ef­dal olan kalpler de, her an Kâbeʼnin Rabbʼiyle beraber olan, selîm ve zâkir kalplerdir.

İşte böyle kalpleri incitmek, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeder. Bu hâle düşmekten sakındırmak için yine Mev­lâ­nâ Haz­retleri şu nasihatte bulunmuştur:

“Şunu iyi bil ki sen, Allâh’ın nazargâhı olan bir gönlü incitip kırarsan, Kâbe’ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevap, gönül kırmanın günahını telâfî edemez.”

“Senin bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsî’den de, Levh’ten de, Kalem’den de!.. Hor bile olsa gönlü hakir tutma! O, horluğuyla yine de üstünler üstünüdür. Yıkık gönül, Allâh’ın nazar ettiği varlıktır. O yıkık gönlü ihyâ eden can, ne mübârektir! Kırılıp iki yüz parça olmuş bir gönlü tamir etmek, Allah katında birçok hayır-hasenattan yeğdir…”

Öte yandan, Hak katında kimin hangi mevkîde bulunduğunu da ancak Allah bilir. Zira kalplerin pencereleri yalnızca Allâh’a açıktır. Dolayısıyla; “Her geceyi Kadir bil, her gördüğünü Hızır bil.” düsturuyla yaşayıp, hiç kimseyi küçük görmemek îcâb eder. Zira hor görülüp incitilen niceleri vardır ki, belki Allâh’ın yakın ve has kullarındandır.

Müfessir Fahreddin er-Râzî, bu hususta dâimâ kalbî rikkat ve teyakkuz hâlinde bulunmanın lüzûmunu şöyle îzah etmiştir:

“Hak Teâlâ, rızâsının hangi ibadette olduğunu gizlemiştir ki bütün ibadetlere rağbet edilsin. Gazabının hangi isyanda olduğunu gizlemiştir ki bütün günahlardan kaçınılsın.

Canlılar için ölüm vaktini gizlemiştir ki, her an ölüme hazır olmak gerektiği şuuruyla yaşansın.

İnsanlar arasında dostlarını gizlemiştir ki bütün insanlara hürmet gösterilsin…” (Bkz. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXIII, 281-282)

Yani Hakkʼa yakın bir gönlü kırıp incitmekten sakınma hususundaki titizliği, bütün insanlara karşı göstermek îcâb eder. Zira Allah indinde kimin daha mükerrem olduğunu, yahut istikbâlde kimin ne olacağını, yalnız Allah Teâlâ bilir.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin -yahut ona izâfe edilen- meşhur bir kıssası vardır:

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri bir gün Bağdat sokaklarında talebeleriyle yürürken yol kenarında oturmakta olan, üstü başı perişan bir sarhoş onu durdurur ve;

“‒Ey Abdülkâdir! Allah Kâdir midir, değil midir?” diye sorar.

Hazret-i Şeyh de mütebessim bir çehre ile:

“‒Evet, Kâdirʼdir.” der.

Sarhoş ikinci kez:

“‒Ey Abdülkâdir! Allah Kâdir midir, değil midir?” diye sorar.

Hazret-i Şeyh yine gülümser ve:

“‒Evet, Kâdirʼdir.” der.

Adam üçüncü kez sorar:

“‒Ey Abdülkâdir! Allah Kâdir midir, değil midir?”

Hazret-i Şeyh ise bu sefer gözyaşlarıyla secdeye kapanır ve;

“‒Kâdirʼdir, Kâdirʼdir, Kâdirʼdir!” der.

Sonra talebelerine o sarhoşu götürüp yıkamalarını ve ona ikramda bulunmalarını emreder.

Bu sırlı konuşmaya şahit olan talebeler, Şeyh Hazretleriʼne sarhoşun ne sorduğunu ve onun verdiği cevapların mânâsını sorarlar. Hazret-i Şeyh de şöyle îzah eder:

“‒Birincide bana; «Allah beni affetmeye Kâdir midir, değil midir?» dedi. Ben de «Kâdirʼdir.» dedim.

İkincide; «Allah beni senin yerine koymaya Kâdir midir?» dedi, ben de «Evet, Kâdirʼdir.» dedim.

Üçüncüde ise; «Allah seni benim yerime koymaya Kâdir midir?» dedi, ben de korkumdan ağladım ve «Kâdirʼdir, Kâdirʼdir, Kâdirʼdir!» dedim.

Ve secdeye kapanıp Allâhʼa, hidâyet nîmetini benden almasın ve âfiyetini üzerimde dâim kılsın, diye duâ ettim.”

Kıssadan hisse sadedinde bizler de tefekkür etmeliyiz ki belki bugün hâlini beğenmediğimiz niceleri, yarın bizden daha iyi bir vaziyette olabilir, biz de onlardan daha kötü durumda olabiliriz. Dolayısıyla ibâdullâhʼı istihkār ve istihfâf etmek, yani insanları küçümseyip hafife almak, mânevî bir felâkettir, âdeta kalbin kanseridir.

Ayrıca her insan, ne kadar günaha düşmüş olursa olsun “insan” olmak haysiyetiyle yine de yüce bir şeref sahibidir. Onun öz cevherindeki yücelikten habersiz hâlde günah bataklığına saplanması, âdeta Kâbe-i Muazzama’nın duvarındaki Hacerü’l-Esved’in, yere düşüp toz-toprak içinde kalması gibidir. Bu hâle bîgâne kalarak feverân etmeyecek hiçbir mü’min vicdânı tasavvur olunamaz. Mü’minler o hâlde bile Hacerü’l-Esved’e hürmetten vazgeçmezler. Derhal onu tozu-toprağıyla kapar, gözyaşlarıyla temizleyerek eski mevkiine koymak için birbirleriyle yarışırlar. Onun Cennet’ten çıkmış olduğunu ve özündeki yüce değeri düşünürler. Hâlbuki insan da Hacerü’l-Esved gibi Cennet’ten çıkmadır. İşlediği günahlar sebebiyle ne kadar düşerse düşsün, onun özündeki değer bâkîdir.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleriʼnin şu sözleri de insanın özündeki bu değere işaret etmektedir:

“Şunu iyi biliniz ki kalp, Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur. O’nun mukaddes Zât’ına kalpten daha yakın bir şey yoktur. O hâlde ister mü’min olsun ister gâfil, kalbe eziyet etmekten sakınınız! Çünkü komşu gâfil de olsa himâye edilir.

Aman bundan (yani kalp kırmaktan) uzak durun! Zira küfürden sonra, kalbe eziyet etmek kadar Allah Teâlâ’nın incinmesine sebep olan başka bir günah yoktur. Zira kalp, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilen varlıkların en yakınıdır.” (Bkz. Mektûbât, III, 326, no: 45)]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Nâkıs işi hep hatâ isyân olur,
Kâmil işi af ile ihsân olur…

[Büyüklerin tâbiriyle; “Tasavvufta ilk ders incitmemek, son ders de incinmemektir.” İncitmemek, çoğu zaman insanın elindedir. Dolayısıyla da kolaydır. Fakat incinmemek elde değildir. Zira kalpte irâde yoktur. Mâruz kaldığı hatâ ve kusurlar karşısında kalbin îtiraz ve şikâyetini susturabilmek, yani gönle söz geçirebilmek hiç de kolay değildir.

Dolayısıyla, Allâhʼın affına nâil olabilme arzusuyla Oʼnun kullarından gelen ezâ ve cefâları müsâmaha ile karşılayabilmek, Cenâb-ı Hak hatırına Oʼnun kullarından incinmeyip af fazîletini sergileyebilmek, yüksek bir kalbî dirâyet ve olgunluk ister.

İşte Hak dostları, fânîlerden gelen ezâ ve cefâları, günahlarının affına, nefislerinin tezkiyesine, mânevî derecelerin terfiine, velhâsıl Hakkʼa yakınlaşmaya vesîle bilen, kâmil, fâzıl ve ârif şahsiyetlerdir. Onlar, karşılaştıkları menfî hâlleri birer imtihan olarak telâkkî edip bunları Hakkʼın râzı olacağı şekilde karşılamaya gayret gösteren sâlih mü’minlerdir.

Hak dostlarının hissiyâtına tercüman olan Mevlânâ Hazretleriʼnin şu nasihati, bu gönül ufkunu ne güzel îzah eder:

“Her zahmete kızmakta, öfkelenmektesin. Her terbiyesize kin gütmektesin. Peki ama cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?..”

Bunun içindir ki sâlih ve ârif kullar, gâfil ve nâdanların ufak-tefek kusurlarına takılmaz, kendilerine sataşan câhillere aldırmaz, onlara mütebessim bir çehreyle “selâm” deyip geçer, onlarla faydasız tartışma ve ağız dalaşına girmezler. Zira muhâtabını; hatâsını anlamaya, nedâmete ve hâlini ıslâha sevk edecek bir irşad ve îkazın, sert ve kaba bir tartışma üslûbuyla değil, ancak suyun akışı gibi gönle ferahlık veren yumuşak bir lisan, kalplerin kilitlerini açan hikmetli sözler ve iç ısıtan güzel nasihatlerle yapılabileceğini bilirler.

Şüphesiz ki her hususta olduğu gibi bu fazîlette de zirve şahsiyet, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdir. Zira O Rahmet Peygamberi:

“Hiçbiriniz; «Ben insanlarla beraberim, eğer insanlar iyilik yaparlarsa ben de iyilik yaparım, kötü davranırlarsa ben de kötü davranırım.» diyerek (başkalarını taklit eden) şahsiyetsiz kimselerden olmasın! Aksine; insanlar iyilik yaparlarsa iyilik yapmak, kötü davranırlarsa haksızlık etmemek (zulme sapmamak) için nefsinizi terbiye edin.” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr, 63/2007)

Zira âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost oluverir.” (Fussilet, 34)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayatının her safhasında kötülüğe bile iyilikle mukâbele etme fazîletinin eşsiz numûnelerini sergilemiştir. Meselâ;

Bedir Harbi’nden bir gün evvel müşrikler, Efendimiz’in yanında bulunduğu kuyudan su almak istediler. Sahâbe-i kirâm, bir gün sonra kılıç kılıca gelecekleri düşmanlarına su vermek istemediler. Lâkin Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâmʼın savaşta bile sahip olduğu merhamet ufkunu sergileyerek, onların su almalarına müsaade edilmesini emir buyurdu.

Yine bir gün kendisinden, müslümanlara zulmeden müşriklere lânet etmesi istendi. Efendimiz ise:

“Ben lânetçi olarak gönderilmedim, âlemlere rahmet olarak geldim.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Fedâil, 126; Tirmizî, Deavât, 118)

İslâm’ı tebliğ için Tâif’e gitti. Fakat taş kalpli insanlar tarafından taşlandı. Efendimiz mahzun bir hâlde geri dönerken, Cenâb-ı Hak Cebrâil -aleyhisselâm- ile Dağlar Meleği’ni gönderdi. Melek:

“‒Ey Muhammed! Kavminin Sana ne dediğini Cenâb-ı Hak işitmektedir. Ben Dağlar Meleği’yim. Ne emredersen yapmam için Allah Teâlâ beni Sana gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun?

Eğer dilersen şu iki dağı (Mekke’deki Ebû Kubeys ile Kuaykıân dağlarını) onların başına geçireyim.” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“‒Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın onların nesillerinden sadece Allâh’a ibadet eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler getirmesini dilerim.” buyurdu. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

Yani kendisini taşlayanlara dahî bedduâ yerine hayır duâda bulundu.

Mekke Fethi, tam da kendisine ve müslümanlara yıllarca en acımasız ezâ, cefâ ve zulümleri revâ görmüş olan müşriklerden intikam alınacak / kısas yapılacak zamandı. Fakat O, eşi görülmemiş bir âlicenaplık sergileyerek;

“‒Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu.

Kureyşliler:

“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ben de Hazreti Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi;

«Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok!»[1] diyo­rum. Haydi gidiniz, serbestsiniz!” buyurdu, umûmî af îlan etti. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143)

Münâfık Lebîd, Peygamber Efendimiz’e sihir yaparak hastalanmasına ve ıztırap çekmesine sebep olmuştu. Efendimiz bunu vahiy yoluyla öğrendi. Lâkin Lebîd’in ne yüzünü gördü ne de bu suçunu dile getirip başına kaktı. Hayatına kastetmiş olan Lebîd’i ve onun mensub olduğu Benî Zurayk Kabîlesi’nden hiç kimseyi cezalandırmadı.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz:

“–Yâ Rasûlâllah! Sihir yapan kimseyi teşhir edip rezil rüsvâ etsen olmaz mı?” dediğinde ise Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Allah Teâlâ bana şifâ verdi, ben de insanlar üzerine şerri yaymak ve onlara kötülük etmek istemem.” (Buhârî, Edeb, 56)

Hattâ Efendimiz’e kızı Hazret-i Zeyneb’i şehîd eden Hebbâr bin Esved geldi. “Lâ ilâhe illâllah Muhammedü’r-Rasûlullah” dedi. Efendimiz kelime-i tevhîdin hatırına onu da affetti.

“Bu zulmü kızıma niçin yaptın?!” diye dahî sormadı. (Vâkıdî, II, 857-858)

İşte af fazîletinde de sonsuz bir cömertlik ummânı olan Allah Rasûlü’nün nebevî terbiyesinde yetişen ashâb-ı kirâm ve onları âdeta bir gölgenin vücuda olan sadâkatiyle tâkip eden Hak dostları, Allâhʼın kullarından gördükleri şahsî kusurları affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelebilmeyi, düstur edinmişlerdir.

Şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Mıstah isimli bir fakire devamlı yardımda bulunuyordu. Kızı Hazret-i Âişe’yi hedef alan “İfk” (yani iftira) hâdisesinde, Mıstah’ın da iftiracılar arasında yer aldığını öğrenince, bir daha ona ve âilesine yardım etmeyeceğine dâir yemin etti. Fakat Hazret-i Ebû Bekir’in yardımı kesilince Mıstah ve âilesi perişan duruma düştü. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler, akrabaya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler. Affetsinler, bağışlayıp geçsinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)

Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını isterim!” dedi. Ardından yemin kefâreti vererek, yapmakta olduğu hayra devam etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)

O hâlde bir düşünelim:

Bizler; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi, ashâb-ı kirâmı, evliyâullâhʼı, sâlih müʼminleri örnek almamız gerekirken; şahsımıza yapılan kötülüklere nasıl karşılık veriyoruz? “…Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?..” (en-Nûr, 22) âyetinin muhtevâsına ne kadar girebiliyoruz?..]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Bir akçacık ziyân etsen ki başlarsın vâveylâya,
Yarım pulca kayırmazsın giderse dîn yağmaya!

[Muhabbetin kantarı fedakârlıktır. Allah ve Rasûlʼünü seven, İslâm uğrunda fedakârlıkta bulunmayı canına minnet bilmelidir. Zira dîn için, îman için, İslâmʼın intişârı ve inkişâfı için, dînin yaşanacağı bir vatan ve ümmetin selâmeti için, canından, malından, maddî-mânevî imkânlarından fedakârlık göstermeyenlerin, Allah ve Rasûlullâhʼa olan muhabbetlerinde ciddî zaaf ve kusurlar mevcut demektir. Böylesine samimiyetten mahrum bir îmânın da kulu Allâhʼın rızâsına ve dolayısıyla ebedî saâdete kavuşturup kavuşturmayacağı, mîzânının ağır basmasına yetip yetmeyeceği, Sırâtʼı sâlimen geçirip geçirmeyeceği şüphelidir.

Fânî dünya rahatlığı için malından harcayıp ebedî istikbâli için harcayamamak, âhirete gerçekten îman etmiş bir mü’minin ahlâkı olamaz. Dünya yatırımlarına harcarken son derece istekli ve cömert davranıp azıcık bir ukbâ yatırımında eli titremek, îmanda zaafın belirtileridir. Hâlbuki esas hayat, âhiret hayatıdır. Esas yatırımı oraya yapmak, îmanda kemâlin göstergesidir.

Zira Cenâb-ı Hak, kulunun îmandaki samimiyetini, candan, maldan, evlâtlardan velhâsıl her türlü imkândan yapılacak fedakârlıklarla test ediyor. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyuruyor:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe «birr»e (îman, ibadet ve ahlâkta hayrın kemâline) eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)

“…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan­lar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele!” (et-Tevbe, 34)

“Allah mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

Allah yolunda “can”dan ve “mal”dan fedakârlığın ebedî kurtuluş için zarûrî olduğunu beyân eden şu hâdise ne kadar mânidardır:

Beşîr bin Hasâsiyye -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey’at etmek için gitmiştim. Bana, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûl’ü olduğuna şehâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm üzere haccetmemi, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu.

Ben de şöyle dedim:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihad ve sadakadır.

İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allâh’ın gazab ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihad meydanına gelince nefsimi ölüm korkusu kaplayıp kaçmaktan endişe ediyorum.

Sadakaya gelince, benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibârettir. Onlar da ehlimin geçim kaynağı ve binek hayvanlarıdır.»

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimi tuttu, salladı ve şöyle buyurdu:

«–Cihad yok, sadaka yok; peki o hâlde nasıl Cennet’e gireceksin?!»

Bunun üzerine:

«–(Tamam) yâ Rasûlâllah! Bey’at ediyorum.» dedim ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey’at ettim.” (Ahmed, V, 224)

Demek ki kendi şahsî rahatı dışında hiçbir derdi bulunmayan, İslâmʼın yücelmesi uğrunda hiçbir gayrete koşmayan, îmanlı bir nesil yetiştirme hizmetlerine omuz vermeyen, velhâsıl Allah yolunda fedakârlıktan kaçınan nâdan bir kimsenin, Hakkʼın rızâsını ve lûtuflarını umması, beyhûde bir beklentidir.

Bilhassa dînin, mukaddesâtın, ahlâk ve fazîletin zayıfladığı zamanlarda Allah için gösterilen gayret ve fedakârlıklar, Kurʼân-ı Kerîmʼde “Allâhʼa verilen güzel borç”[2] olarak tâbir ediliyor. Yine, Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde “Fetihten önce cihad ve infâk edenler ile fetihten sonra cihad ve infâk edenlerin Hak katında aynı olmadığını”[3] beyan buyuruyor. Yani müslümanların zor zamanlarında yapılan gayret ve fedakârlıkların, rahat zamanlarda yapılanlarla kābil-i kıyâs olmadığını bildiriyor.

Tıpkı yokuşta kalmış bir arabaya omuz vermenin, düz yolda kalmış olana omuz vermekten çok daha değerli olması; çölde susuzluktan ölmek üzere olana ikram edilen bir bardak suyun, bir pınar başında ikram edilenden dağlar kadar farklı olması; zor ve meşakkatli şartlar altında hizmet edenlere bir nevi mahrûmiyet primi verilmesi gibi; Allah Teâlâ da İslâmʼın ve müslümanların zor zamanlarında gösterilen fedakârlıklara, müstesnâ mükâfatlar vaad ediyor.

İslâm adına yaprak kıpırdatmanın dahî suç sayıldığı, müslümanların öz vatanında parya muâmelesi gördüğü mahrumiyet yıllarında, dedem Fahri Kiğılı, ticaretle iştigâl etmesine rağmen, kırk yaşından sonra hâfız olup imamlık, vâizlik yaparak ve talebe yetiştirerek ömrünü dîn hizmetlerine, Kurʼân talebelerine vakfetmişti. Âdeta yaşama zevkini bir kenara bırakıp İslâmʼı yaşatma sevdâsına gönül vermişti.

Biz şimdi olduğu gibi o vakitler de Üsküdarʼın Sultantepe Mahallesiʼnde ikâmet ediyorduk. Dedem, gençleri bile kan ter içinde bırakan Sultantepeʼnin dik yokuşlarını o yaşta yürüyerek çıkar, fakat yaşlı kalbi yorulur, hızla çarpmaya başlardı. Annem, dedemin bu hâlini görünce dayanamaz:

“‒Babacığım, iki buçuk lira verip bir taksiye binseniz de bu kadar yorulmasanız.” derdi. Dedem ise her seferinde bir şeyler söyleyerek geçiştirir, fakat Sultantepeʼye taksi ile çıkmazdı. Çünkü o taksiye vereceği iki buçuk lirayı, hâfızlarına vermeyi tercih ederdi.

Ortağı bulunduğu dükkândan her ay muayyen bir geliri olurdu. Fakat o parayı çektiği gibi, bir-iki gün içinde bitirirdi. Rahmetli anneannemin de birkaç yerden kira geliri vardı. Dedem, parası tükenince anneanneme;

“‒Hanım, bana biraz borç verir misin?” dermiş. Anneannem de:

“‒Beyim, daha iki gün önce almadın mı mağazadan?” diye sorar, rahmetli dedem:

“‒Onu ben bankaya yatırdım.” dermiş.

Anneannem:

“‒O hâlde bankadan çekiver.” dediğinde ise:

“‒Yok, oradan çekemem, orası âhiret bankası…” cevâbını verirmiş.

Allah rahmet eylesin, dedem, bu fedakârlık ve gayretleriyle, âilesine, çoluk-çocuğuna, torunlarına ve hâfız talebelerine çok büyük bir miras bıraktı. O da; “örnek bir karakter ve şahsiyet mirası” idi. En büyük fazîlet de, ardında sadaka-i câriye olacak îmanlı bir nesil bırakabilmektir.]

Cenâb-ı Hak, lûtfettiği bütün nîmetleri rızâsı yolunda sarf ederek râzı olduğu bir kulluk hayatı yaşayabilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. Yusuf, 92.

[2] Bkz. el-Bakara, 245; el-Hadîd, 11.

[3] Bkz. el-Hadîd, 10.