DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
BÂTINÎ FARZLAR NELERDİR?
Hazret-i Ebû Bekir Efendimizʼin güzel bir nasihati var:
Nasıl işler bozulur dünyada, tersyüz olur? Burada dört şey bahsediyor:
Birincisi;
“Îman, sadece mescidlerde kalırsa.”
Yani zâhirî ibadetin var, bâtınîsi yok. Yalnız, geliyorsun namaz kılıyorsun, gidiyorsun. Îman sadece mescidlerde kalmış, hayata İslâm aksetmemiş. Camide mahpus kalmış. Birinci bu.
İkincisi;
“Mal, cimrilerde kalmış.” Kendine biriktiriyor.
Üçüncüsü;
“Silâh, korkaklarda kaldığı zaman.” Hak yolunda bir gayret yok. Hak yolunda bir cesaret yok.
Dördüncüsü;
“Yetki, zayıflarda olduğu zaman.” Kâbiliyetsiz insanlar, uzman olmayan insanlar iş başına getirildiği zaman, “işler bozulur” buyuruyor Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-.
Demek ki bu, zâhirî farzların yanında bir de bâtınî farzlar var. Cenâb-ı Hak da; “(Evet) Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) buyuruyor.
“Ben bir başka maksatla değil ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyuruyor. (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8)
Demek ki din, güzel ahlâk istiyor bizden.
“Kıyamet gününde müʼminin terazisinde güzel ahlâktan daha ağır hiçbir şey bulunmaz.” buyuruyor Efendimiz. (Tirmizî, Birr, 62)
Bunlar nelerdir o zaman? Farzların bâtınîsi nelerdir? Ben namazımı kılıyorum ama, orucumu tutuyorum, zekâtımı, infâkı veriyorum; bâtınî farzlarım neler?
Birincisi; “merhamet ve cömertlik” geliyor. Müʼmin; diğergâm olacak, hodgâm olmayacak. Cömertlik, îmandan gelen bir merhamet mahsulü. Cenâb-ı Hak “Kerîm”. Kulun da “kerîm” olmasını istiyor. Kerîm olacaksın ki Cenâb-ı Hak sana ikram edecek.
Nedir o zaman bu merhamet, nedir o zaman merhamet?
Başkalarının mahrumiyetini telâfi için, onların yardımına koşmak. Başkalarının mahrumiyetini telâfi için, onların yardımına koşmak.
Buyruluyor:
“Yeryüzündekilere merhamet edin, gökyüzündekiler size merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 58)
Cömertlik, elde var olanı ondan mahrum olana senin ikram etmendir. Onun için;
“Allah Teâlâ «cevâd»dır (buyruluyor. Yani cömerttir) ihsan sahibidir. Bu sebeple cömertliği sever. Yine O güzel ahlâkı sever, kötü ahlâktan hoşlanmaz.” (Bkz. Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 60)
Demek bir müʼmin cevâd olacak; cömert olacak. Diğergâm olacak; paylaşacak.
Allah bana niye verdi? Onun şuurunda olacak. Toplumun kendisine zimmetli olduğunun idrâki içinde bulunacak.
Velhâsıl cömertlik -güzel bir misal Efendimiz buyuruyor-:
“Dalları dünyaya doğru sarkan Cennet ağaçlarından bir ağaçtır…” (Beyhakî, Şuab, VII,435)
Demek ki kökü Cennetʼten geliyor. Dünyaya sarkan bir ağaç, güzel bir, mecâzî bir, dehşet bir ifade…
“…Kim, onun dallarından birine tutunursa onu Cennetʼe götürür.” (Beyhakî, Şuab, VII,435)
Demek ki cömertlik, Cennetʼe götürüyor.
Yine İhyâʼda bir hadîs-i şerîf var -menşeini bilemiyorum-:
“Cömert (diyor), düştüğü zaman (diyor), onun (diyor) Allah elinden tutar, kaldırır cömerdi (buyuruyor). Sakın cömerde ta‘n etmeyin.” buyruluyor. (Heysemî, VI, 282)
Demek ki cömertlik, bir müʼminin ayrılmaz bir, lâzım-ı gayr-i mufârıkı, ayrılmaz bir parçası olacak.
Cömertlik deyince para geliyor akla. Para değil, her şeyde cömert olacaksın. İslâmʼın derdiyle dertlenecek, İslâmʼın derdi için cömert olacaksın.
Allâhʼın verdiği sende; akıl, izʼan, idrak, vücut gücü vs. ne vermişse onu Allah yolunda sarf etmek için cömert olacaksın. Bu cömertlikten de merhamet olacak. Merhametten cömertlik olacak. Onun için, muhtacın ihtiyacını görmek, müʼminin bir vicdan vazifesi.
Müslüman, muhtaçları sevindirmek neşesiyle yaşayan bir insandır. Demek ki en mühim farzlardan biri de bu. Merhamet, o kadar mühim farz ki, kedisini aç bırakan ibadetli kadın, kedisi ölüyor (bu yüzden) Cehennemʼe gitti buyruluyor. (Bkz. Müslim, Selâm, 151-153)
Bir kadından şikâyet geliyor. Bu, komşuları bîzar. Efendimiz; “Cehennemliktir.” buyuruyor. (Bkz. Ahmed, II, 440; Hâkim, IV, 183-184/7304; Heysemî, VIII, 169)
Velhâsıl, demek ki bu, çok mühim bir haslet.
Diğer bir husus, farz olan; “adâlet”.
Bir müslüman dâimâ hakkı-hukuku tevzî edecek. Efendimizʼi, yabancı bile tasdik hâlindeydi. Gayr-i müslim bile.
Lafayet… Bu, 1789 Fransız ihtilâlinde bu Lafayet bağırıyordu:
“Ey (diyordu), büyük Arap (diyordu), büyük insan (diyordu). Senʼin dünyada tevzî ettiğin adâleti, hakkı-hukuku şimdiye kadar kimse tevzî edemedi.” diyordu.
Yine diğer bir başkası:
“Alnında (diyor) taçlarla gezen hiçbir kral (diyor), hırkasının (diyor) yamasını yamayan Muhammed kadar dünyada îtibar bulmadı.” diyor.
Demek ki bir müslüman, dâimâ hakkı-hukuku tevzî edecek.
Cenâb-ı Hak da -Cuma hutbelerinde okunuyor- Nahl Sûresiʼnde:
“Allah Teâlâ adâleti, ihsânı, akrabaya yardımı kesinlikle emreder. Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (en-Nahl, 90) buyruluyor.
Ve bu hususta da, adâlet, hak hususunda çok âyet de var, hadîs-i şerîf de var. Bir misal vereceğim, bir ölçü olarak:
Midʼam diye bir, Efendimizʼe bir yardımcı verilmişti, hizmetkâr verilmişti. Bu Midʼam, Efendimizʼin bir şeyini, eşyasını deveye mi koyarken yahut da indirirken, bir yerden, gayr-i muayyen bir yerden ok geldi saplandı; düştü, öldü. Çok mühim burası. Dedi ki sahâbî:
“‒Ne mutlu sana Midʼam (dedi). Sen (dedi), Allah Rasûlüʼnün (dedi), eşyasını indirirken ya da bindirirken şehîd oldun.” dedi.
Efendimiz:
“‒Vallâhi böyle demeyin.” buyurdu, yeminle. “‒O (dedi), Hayberʼde (dedi), daha ganimetler dağıtılmadan, altına bir tane kilim çekti.” dedi.
Belki o ganimetler dağıtıldığı zaman kendisine verilecekti belki o kilim. Belki daha fazlası verilecekti.
“‒Şimdi ise o (dedi) kilim üzerinde yanıyor.” dedi.
Demek ki bu kadar hak ve hukuk…
Bir sahâbî hemen korktu, geldi:
“‒Aman (dedi) yâ Rasûlâllah (dedi) ben (dedi) iki tane çarığımın (dedi) şeyi koptu, iki tane bağcık aldım o ganimetten.” dedi.
“‒Sen de (dedi) onun menfî karşılığını görürsün.” buyurdu Efendimiz. (Buhârî, Eymân, 33; Müslim, Îmân, 183)
Velhâsıl, demek ki bir müʼmin, dâimâ hakkın, hukukun müvezzii olacak, tevzî edeni olacak.
Efendimiz, vefatına yakındı. Bakî Kabristanıʼnı ziyaret etti. Vefat edenlere duâ etti. Ondan sonra Mescid-i Nebevîʼye döndü. Ashâb-ı kirâm toplandı. Vefâtından az evveldi.
“‒Ashâbım! (dedi). Kimin sırtına vurdumsa işte sırtım, gelsin vursun (dedi). Kimin malını bilmeden almışsam, işte malım gelsin alsın.” dedi. (Bkz. Ahmed, III, 400)
“…Helâlleşin (dedi). Âhirette (dedi), rezil olmak çok daha beterdir.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)
Onun için, bir müslüman dâimâ bir şahsiyet, bir karakter vaz edecek.
Mevlânâʼnın güzel bir şeyi var:
“Adâlet nedir sorusunun en güzel cevabı; meyve ağaçlarını sulamaktır. Adâlet, meyve ağaçlarını sulamaktır. Peki zulüm nedir deyince bu da dikenleri sulamaktır.”
Yine Mevlânâ güzel bir sözü:
“Adâleti bilmeyen kişi, kurt yavrusunu besleyen, emziren keçiye benzer.” Sonra ne yapacak o kurt yavrusu? Keçiyi öldürecek.
İslâm, insanlara hukuk tevzî ettiği gibi, köleleri kölelikten kurtarıp insan seviyesine çıkarttığı gibi, hayvanlara da bir hukuk tevzî etti.
Kânûnî Sultan Süleyman, Süleymaniye Câmiiʼni yaptırırken, hayvanlara da bir beyannâme, oraya bir tebliğ neşretti. Aç hayvana yük taşıttırılmayacak. Dinlendirilecek. Yemi verilecek. Ondan sonra tekrar taşıttırılacak. Bu, hayatta da çok dikkat edeceğimiz bir hâdise. Çünkü kıyamet günü hayvanlar da yaratılacak, onlar da hakkını çiğneyen insanlardan hakkını alacak. Ondan sonra onlara:
“كُونُوا تُرَابًا” : (Toprak olun.) denilecek. Onlar toprak olacaklar. O kâfirler de:
يَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنِى كُنْتُ تُرَابًا diyecekler.
“Keşke (diyecekler) biz de bu hayvanlar gibi toprak olsaydık (yok olsaydık) diyecekler.” (en-Nebe, 40)
Velhâsıl, hak-hukuk çok mühim delikanlılar. Ona hayatımızda çok dikkat edeceğiz.
Efendimiz Beytüʼl-Mâlʼden zekât gelen hayvanlardan zekât veriyordu. Verirken dedi ki birisine:
“‒Bak (dedi), bu hayvanları âilene götür (dedi), zekât hayvanlarını. Bir, bunların (dedi) üstü tozlu-paslı, üstleri çamurlu olmasın bu hayvanların (dedi. Madem sahip oluyorsun, sana zimmetli bu hayvan. Temiz tutacaksın onu.) Sütlerini sağarken (dedi), ev halkına söyle tırnaklarını kessinler (dedi). Hayvanların memelerine tırnakları batmasın.” dedi. (Bkz. Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 59, VIII, 196)
“Hayvanların sütünü tamamen sağmasınlar, yavrularına da süt kalsın.” dedi. (Bkz. Heysemî, VIII, 196)
İslâm budur. Merhamet, merhamet, hak ve hukukun tevzii.
Görüyoruz bazen o kurban bayramında. Hayvanı ite-kaka götürürler. Yâhu bu hayvanın hem etini yiyeceksin, derisinden istifade edeceksin, her şeyinden istifade edeceksin, hem de tekmeleyerek götürüyorsun hayvanı!..
Birisi böyle bıçağını biliyordu hayvanın önünde. Yani hissiz. Hisli yalnız insan mı? Efendimiz döndü:
“‒Sen (dedi) bu hayvanı kaç sefer öldürüyorsun?” dedi. “Bıçağını arkada bilesen olmaz mı?” buyurdu. (Hâkim, IV, 257)
Mekke Fethiʼne giderken, kenarda dişi köpek yavrularını emziriyordu;
“‒Öbür taraftan geçin.” dedi. “Yavruları incitmeyin.” buyurdu. (Bkz. Vâkıdî, II, 804)
Bizim Peygamberimiz “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ : (Âlemlere rahmet [el-Enbiyâ, 107])” Oʼnun ümmetinin de öyle olması zarûrî ki:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ : (Kişi sevdiğiyle beraberdir. [Buhârî, Edeb, 96])
Kıyamet günü sevdiğiyle beraber olsun.
Ben ne kadar Peygamberʼimi seviyorum? ne kadar ben Oʼnunla beraberim? Bende Oʼndaki hasletlerden ne kadar var? Bende Kurʼânʼdaki ifadeler benim hayatımda ne kadar var?
Yine; “Hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Arş-ı Âlâʼnın altında gölgelenecek yedi kişiden biri de adâletli devlet başkanı…” (Bkz. Buhârî, Ezân, 36) Yani adâletle hükmedenler. Bu çok mühim.
Efendimiz vefat ederken, râvî Enes diyor ki:
“Efendimizʼin sesi kısıldı (diyor). Fakat (diyor), devamlı tekrar, tekrar, tekrar hâlindeydi; «Namaz, namaz, namaz, emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.» (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Efendimiz bunu o kadar telkin etti ki, ashâb-ı kirâm kölelerini bıraktılar, âzâd ettiler. Biz, dediler; kıyamet günü bir de bu kölenin vebâliyle karşılaşmayalım, dediler.
İşte İslâmʼı iyi tanımak. İslâmʼın o güzel tablo, o güzel manzaralarını gönül gözüyle seyredebilmek.
Tevâzû… Bu da zâhirî, bâtınî farzlardan biri. Şuarâ Sûresiʼnin 215. âyetinde:
“Sana tâbî olanlar müʼminlere alçak gönüllü davran.” buyruluyor.
Yine; “Rahmânʼın öyle kullarıdır ki yeryüzünde vakar, tevâzû ile yürürler. Câhiller kendilerine sataştığı zaman, hoşa gitmeyecek lâflar söylediği zaman, selâm derler (geçer giderler. Onlarla muhatap olmazlar.)” (el-Furkân, 63)
Müslim hadîs-i şerîfi;
Efendimiz buyuruyor:
“Allah Teâlâ bana o kadar mütevâzı olun ki, kimse kimseye böbürlenmesin. (Caka satmasın!) Kimse kimseye zulmetmesin, diye emretti.” (Müslim, Cennet 64)
İbn-i Mâce naklediyor:
“Kim, Allah Teâlâʼnın rızâsı için Allâhʼın kullarına karşı bir derece tevâzû gösterirse, bu sebeple Allah onu bir derece yükseltir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 16)
Efendimiz mecbur olurdu bâzen, kendindeki husûsiyetlerini bildirmek için, o husûsiyetini bildirir, arkadan “لَا فَخْرَ” buyururdu, “övünmek yok” buyururdu. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Ahmed, I, 5, 281)
Dâimâ, üzerimizde ne meziyet varsa, Allah bize neler lûtfetmişse, dâimâ biz ne diyeceğiz: “Yâ Rabbi! Sana şükür, Senʼin nîmetindir. اَلشُّكْرُ لِلّٰهِ اَلشُّكْرُ لِلّٰهِ, اَلشُّكْرُ لِلّٰهِ (Şükür, Allâhʼadır.)
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
(“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2]) diyeceğiz.
Cenâb-ı Hak bu şekilde bizden bir sîne, bir gönül istiyor.