Bedir’den Çanakkale’ye ve Suriye’ye; VİCDAN UFKUMUZ VE İNSANLIK HUDÛDUMUZ

Ebedî Fecre

Yıl: 2013 Ay: Mart Sayı: 97

İKİ GÖZ VAR Kİ…

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“İki göz vardır, onlara cehennem ateşi değmez:

  • Allah için ağlayan göz,
  • Allah yolunda nöbet tutarak uyanık sabahlayan göz.” (Tirmizî, Fedâilu’l-Cihâd, 12/1639)

Cehennemden âzâd olmuş bu iki gözün hasletleri:

Haşyet, şefkat, hizmet ve gayrettir.

İlâhî kameranın nazarı altında olduğunun şuurunda; Allâh’ı görürcesine O’nu tâzim eden; O’nun azamet ve kudreti karşısında titreyen, haşyet duyan, aşkıyla yanan, verdiği vazife ve mes‘ûliyetin ağırlığıyla gözyaşı döken bir göz…

Yüklendiği emânetin vebâlini omuzlarında hisseden, kendisine zimmetli milyonların maddî ve bilhassa mânevî ızdıraplarını vicdanında duyan ve bu gayretle gözyaşı kadar alın teri de döken bir mü’min…

Dînini, vatanını, din kardeşini, kardeşliğini, birlik ve beraberliğini muhafaza için; kendisinin, ailesinin ve milletinin ırz ve namusunu tasallutlardan sıyânet için gözlerine uyku girmeden hudutları bekleyen; cihad, tebliğ ve hizmet insanı bir mü’min…

İşte böyle bir kul; nûruyla cehennemi söndürebilecek derecede rahmet-i ilâhiyyeye mazhar olmuş bir mü’mindir.

Her iki mübârek gözün en mükemmel misâli; rikkat, şefkat, rahmet, gayret, zarâfet ve haşyet hasletlerinin kemâli; Fahr-i Kâinât Efendimiz;

ADÂLET VE RAHMET PEYGAMBERİ…

Hicretin ikinci yılı… Milâdî takvimle, 14 Mart 624 günü…

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, 313 ashâbıyla Bedir’dedir. Karşılarında kendilerinin üç katı sayıda, silâh ve teçhizatıyla da üstün Kureyş müşriklerinin ordusu… Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geceyi bir ağacın altında; Allah için gözyaşı dökerek, dergâh-ı ilâhîye içli içli duâlar ve niyazlarla geçirir. Huzur dolu bir uykuya dalan ashâbını maddî ve mânevî himâye ve muhafaza için, kıyamlarla, secdelerle sabahlar…

O Rahmet Peygamberi, Cenâb-ı Hak’tan zafer niyâz eder. Medine’de karargâhını bulan İslâm kandilinin nurlu ışıkları, ufuklara ulaşmalıdır. Onu tahdit eden her türlü engeli bertarâf etmenin adı, cihaddır, fetihtir… Gönüller fethi…

Müslümanlar erken gelip Bedir Kuyularının bulunduğu mevkie yerleşmiş, kuyu sularından istifade için bir havuz teşkil etmişlerdi.

Kureyş ordusu gelince Hakîm bin Hizâm’ın da bulunduğu bir kısım müşrikler, müslümanların havuzundan su içmeye geldiler. Müslümanlar onlara mânî olmak istedikleri zaman Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Bırakınız içsinler!” buyurdu. Gelip içtiler.

Saatler sonra kılıç kılıca harbe tutuşacakları insanlara ikramda bulunmak İslâm asâlet ve şahsiyetinin ne müthiş bir tezâhürüydü.

DÜŞMANA DAHÎİNSANLIK

Bu müsaade; bizlere talim olunan ne güzel bir insanlık düstûru ve hidâyet üslûbu idi. Zor zamanlarda gösterilen âlicenaplığın, mürüvvetin, sergilenen insanlığın; katı kalpleri yumuşatacağı, o kalplerde hidâyete zemin oluşturacağı ne güzel anlatılmıştı.

Nitekim o gün o sudan içen Hakîm sonradan müslüman oldu. Hakîm, sözünü yeminle kuvvetlendirmek istediğinde;

“–Hayır! Beni Bedir’de öldürülmekten kurtararak îman nimetine kavuşturan Allâh’a yemin ederim ki!” diye kasem ederdi. (İbn-i Hişâm, II, 261)

O gün, Bedir’de cihanın en müthiş zaferi gerçekleşti. 14 senedir Hazret-i Peygamber’e ve müslümanlara; alay, hakaret, iftira, zulüm, şiddet ve işkencenin her türlüsünü revâ gören Mekkeli müşriklerin birçok azılı elebaşı cehennemi boyladı. Yetmiş tanesi ise esir düştü.

Esirlere gösterilen muâmele de İslâm’ın zarâfet ve nezâketinin tescili oldu.

Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ın kardeşi Ebû Azîz de henüz müşriklerden olup, Bedir Savaşı’nda esir düşenler arasındaydı. Esaretin fidyesi olarak çocuklara, okuma yazma öğretecekti. Ensardan fakir bir eve verildi. O ev halkı; temini zor olan yiyecekleri, çocuklarına okuma yazma öğreten esire verir, kendileri ise hurma ve su ile idare ederlerdi. Ebû Azîz şöyle anlatıyor:

“O aile sadece su ve hurma yerken, bana buldukları en iyi yiyecekleri verdiklerinden dolayı ben utanırdım;

«‒Böyle yapmayın. Ben de sizin gibi hurma yiyip su içeyim, bu getirdiğiniz lezzetli yiyecekleri çocuklarınıza verin.» desem de;

«‒Olmaz, Allah Rasûlü bize böyle emretti.» derlerdi.” (Heysemî, VI, 86; İbn-i Hişâm, II, 288)

Bu insaniyet, merhamet ve mes‘ûliyet, Ebû Azîz gibi nicelerini çok geçmeden İslâmiyet’le müşerref kıldı. Vahşî, kaba saba câhiliyye insanından; Allah için gözyaşı döken, rakîk, vicdanlı yıldız şahsiyetlerin oluşturduğu bir fazîletler medeniyeti vücuda geldi.

Allah için ağlayan, ümmet için gözyaşı döken Fahr-i Kâinât Efendimiz; Mekke’nin fethinde de aynı insanlığı, aynı cömertliği gösterdi. Fetihten önce kıtlık geçiren Mekke’ye yardımlar gönderdi. Fethe giden hâdiselerin akışında, bir çarpışma olmaması için, fethin; «Melhame / Kan dökme günü değil, Merhamet günü» olması için her türlü tedbiri aldı.

MERHAMET GÜNÜ

Fetih gerçekleşmiş, 20 senelik zulüm, fitne, fesat ve katliâmların kısas imkânı doğmuştu. Mübârek kızının şehâdetine sebep olanlar, sevgili amcasının mübârek na‘şına dahî şenaatler işleyenler; muzaffer İslâm ordularının kumandanı Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in karşısında, O’nun iki dudağı arasından çıkacak fermanı bekliyorlardı.

Fakat O Merhamet ve Af Pınarı; onlara şöyle sordu:

“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?”

Kureyşliler;

“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Çünkü Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Ben de Hazret-i Yûsuf’un, kardeşlerine dediği gibi;

لاَتَثْر۪يبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللّٰهُ لَكُمْ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ

«…Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” buyurdu.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- incitmedi, incinmedi. Canına kast eden Hayberlileri; uzaklaştırmak yerine, kendi topraklarında işletmeci ortak olarak bıraktı.

Huneyn’de elde edilen muazzam ganîmetleri, koca koca sürüleri, İslâm’a kalbini ısındırmak istediği insanlara cömertçe dağıttı.

Çünkü O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gönüllere talipti. Ne intikam almaya, ne can almaya, ne mal almaya… O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; gönüller almaya, gönüller fethetmeye, mahşer misâli bir dergâh olan gönlünde ümmetinden her ferde çare ve şifâ olmaya talipti. Bu istikamette; çile çekmeye, taşlanmaya, hakaretlere uğramaya, gözyaşı ve alın teri dökmeye, geceler boyu uykusuz kalmaya talipti.

Zira O’nun gönlünde merhamet ve şefkatle dolu bir mahşer kaynıyordu.

Gayelerin en büyüğüne, en zayıf ve kısıtlı vasıtalarla yöneldiği hâlde, neticelerin en muazzamını elde etti. O’nun rûhânî dokusundan nasîb almış on binlerce sahâbî yetiştirdi. Cenâb-ı Hakk’a tam mânâsıyla kul, Rasûlü’ne fedâ, ümmete hizmetkâr, fedâkâr bir nesil yetiştirdi.

O nesil; Çin’den Atlas Okyanusu’na, Habeşistan’dan İstanbul surlarına İslâm’ın güler yüzünü, insana hakikî kıymetini veren akîde, ibâdet, ahlâk ve ahkâmını asil bir sancak gibi taşıdı.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir valinin çocuğunun, tebaadan bir çocuğa tokat attığını haber alınca, valiyi Medine’ye kadar getirtti:

“Annelerinin hür doğurduğu insanları, siz ne zamandan beri köleleştirdiniz?” diye azarlayıp cezalandırarak eşsiz adâleti tesis etti.

Hayber yahudisi; ashâbın sergilediği adâlet ve emniyet karşısında parmaklarını ısırıyor ve;

“Yerler ve gökler, işte bu nizam ile ayakta duruyor!” demekten kendini alamıyordu.

Çünkü ashâb-ı kiram, Kur’ân ve Sünnet yolunda hareket ediyorlardı. Nefislerinin hoyratlığını bertarâf etmiş, rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirmiş, halka ve mahlûkāta Hâlık’ının şefkat ve rahmet nazarıyla bakarak, merhamet ve hidâyet elçileri hâline gelmişlerdi.

Onlar insanlık ve müslümanlığın, Allâh’ın şer‘-i mübîni ile çizdiği hudûdun içinde yeşerdiğini idrâk ettiler. Aklı, vahyin muhtevâsında; gönlü, Kitap ve Sünnet’in rûhâniyetinde erittiler. Eşyaya ve kâinâta bakışları değişti. Her şeyi Hakk’ın rızâsıyla ölçmeyi, Hakk’ın hudûduna riâyeti öğrendiler.

HUDÛDULLÂHA RİÂYET

Çünkü; kalp ile tasdik ediyorlardı ki;

وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّٰهِ  فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُ

“…Kim Allâh’ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur.” (et-Talâk, 1)

Nefsin zulmünden kendilerini de, cihanı da kurtararak, Allah ve Rasûlü’ne itaatin selâmetine kavuştuklarında dâreyn saâdetine nâil olacaklarını öğrenmişlerdi. Zira âyet-i kerîmede buyurulur:

تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْر۪ٖى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدٖ۪ينَ فٖ۪يهَا
وَذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظٖ۪يمُ

“Bunlar (bu ilâhî hükümler, bu saâdet reçetesi olan ilâhî talimatlar, emir ve yasaklar), Allâh’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allâh’a ve Peygamberi’ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur.” (en-Nisâ, 13)

وَمَنْ يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا خَالِدًا فٖ۪يهَا
وَلَهُ عَذَابٌ مُهٖ۪ينٌ

“Kim Allâh’a ve Peygamberi’ne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa; Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (en-Nisâ, 14)

Efendimiz’in merhamet ve şefkat dolu gönül fütuhatı, müteakip ihlâslı ve takvâlı nesillerin elinde halka halka devam etti.

Sultan Alparslan, kefen misâli beyaz elbiseler giyerek kumanda ettiği ordusuyla, kendilerinin kaç katı büyüklükteki Bizans ordusunu Malazgirt Ovası’nda mağlûp ettikten sonra; hezimete uğramış, esir düşmüş İmparator Diyojen’e insaniyetle muâmelede bulunmuş ve onu serbest bırakmıştı.

Yıldırım Bâyezid Han’ın, karşısında özürler dileyerek; «Bir daha gelmeyeceğiz!» diye yemin eden Fransız şövalyelerine muâmelesi de böyleydi.

Fatih Sultan Mehmed Han’ın mağlûp Bizans’ın hakir vaziyetteki patriğine muâmelesi de böyleydi.

Kılıç; sadece zulmü bertarâf ediyor, zindanların kilitlerini kırıyor, insanlar ile uhrevî saâdetin tek yolu olan İslâmiyet arasında bir mânia kalmamasına hizmet ediyordu.

Birinci Murad Han, Kosova’da İslâm’ın zaferine canını kurban olarak takdim ediyordu. Fethedilen o coğrafyaya Anadolu’dan İslâm’ın zarâfetini tabiat-ı asliye hâline getirmiş müslüman halk getirildi. Onların güzel temsilleri en tesirli tebliğ yerine geçti ve nasipli Makedonya, Kosova ve Arnavutluk halkı İslâm ile müşerref oldu.

Fatih Sultan Mehmed Han’ın Bosna fethi de aynı gaye, vasıta ve neticelerle tahakkuk etti. Boşnaklar da tekkeler, camiler etrafında gördükleri; zarif, rakîk, içli, hisli müslümanlara hayranlık ile, İslâmiyet’e fevc fevc dâhil oldular. Ümmetin, icâbet edenler ve uhrevî saâdete yaklaşanlar halkası hudut hudut işte bu fedâkârlıklarla, gayretlerle, gözyaşlarıyla sabahlamalarla, alın teriyle çekilen çilelerle genişliyordu.

Fatihlerin kılıçları; o mazlum milletleri, kazıklı voyvodalardan, zalim ve zorba derebeylerinden muhafaza etti. Çoğu kez, Osmanlı’nın adâlet tevzî eden orduları; mazlumların davetleriyle beldeler fethetti. Asırlar sonra bile, Macaristan Cumhurbaşkanı Pal Schmitt, Osmanlı kontrolünde kaldıkları 150 seneyi, milletlerinin bekāsının yegâne sebebi olarak minnetle yâd etmiştir.

Osmanlı’nın son devrine ait şu batılı gazeteci ve sefir intibâları da; son demlerine kadar İslâm şahsiyet ve asâletinin, bu millette ne kadar diri olduğunun şahitleridir:

DÜŞMANIN İTİRAF ETTİĞİ FAZÎLETLER!..

İsveç’in İstanbul sefirliğini yapan ve bu esnadaki tetkikleri ile Osmanlı müesseseleri ve teşkilâtı hakkında yedi ciltlik bir eser yazan Mouradgea d’Ohsson anlatır:

“Osmanlı Türkleri; diğer fazîletleri kadar namuskârlık, dürüstlük ve doğruluk gibi Kur’ân’ın en kıymetli ahkâmına dayanan meziyetleri itibarıyla da şâyân-ı takdirdirler. Onların medh ü senâ edilecek meziyetlerinden biri de, verdikleri söze sâdık olmalarıdır. Onlar, başkalarını aldatmaktan ve emniyeti sû-i istîmal ile bir kısım insanların saflığından istifadeye kalkışmak ve istismâr etmekten büyük bir vicdan azabı duyarlar. Kendi aralarındaki bütün muâmelelerine yerleşmiş bulunan bu kemâli; hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun, bütün yabancılara karşı da aynı şekilde gösterirler. Bu noktada müslimle gayr-i müslim arasında hiçbir fark gözetmezler. Çünkü onlar, her türlü gayr-ı meşrû kazançları İslâmiyet bakımından haram sayarlar ve meşrû olarak kazanılmamış bir servetin ne bu dünyada, ne de âhirette hiçbir hayrı olamayacağına kat‘î sûrette îmân ederler.”

Charles Mac-Farlane, bir Türk düşmanıdır. Buna rağmen şu itirafı yapmaktan kendini alamaz:

“Dostum M. W.’nin yemiş mevsiminde Çeşme ile İzmir arasında ekseriyetle ulak olarak kullandığı Bucalı Mustafa isminde fakir bir köylü vardı. Bu adamcağız altın torbalarını yüklenerek İzmir’den umûmiyetle akşamları hareket eder, bütün gece yol yürür ve sarp dağlar aşmak sûretiyle otuz fersah gittikten sonra, ertesi sabah kıymetli yüküyle Çeşme’ye varırdı. (…) İşin asıl şaşılacak tarafı, yol boyunca herkesin onu tanıması ve taşıdığı yüklerin ne olduğunu bilmeyen kalmamasıydı. Buna rağmen İzmir tâcirleri içinde, parasını o kadar tehlikeli bir yoldan göndermekte tereddüt eden yoktu…”

Gerek tarihe hükmeden ilâhî tedâvülün cilvesi, gerekse İslâm’ın bayraktarlığını yapacak ideal nesillerin şanlı mâzîmizdeki gibi yetiştirilememesi sebebiyle; son asırlarda müslümanlar, yeni ufuklar ve yeni gönüller fethinden geri kaldı ve mevcut hudutlarını müdafaa ve muhafaza derdine düştü.

Okumuş-yazmış muhitindeki bozukluğa rağmen, halkın îman ve mâneviyatı hâlâ şehâdet aşkı ile dopdolu olduğundan, bu kudretli iradenin son savleti de muhteşem oldu.

ÇANAKKALE ZAFERİ

Avustralya’dan Hindistan’a Büyük Britanya, Fransa ve İtalya’nın önce deniz sonra kara yoluyla geçmek için çelik zırhlı bir duvar şeklinde ufacık bir karaya saldırdığı bu harpte, milletin sadece îman dolu kalpten ibaret bir serhaddi vardı. Fakat o serhaddi canı pahasına korudu. «Çanakkale geçilmez!» dedirdi.

Çanakkale Harbi’nde bir Mehmetçiğin mektubundaki şu satırlar, Bedir’den beri değişmez gayeyi hulâsa etmektedir:

“Ey benim ulu Allâh’ım! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri, Sen’in ism-i celâlini İngiliz ve Fransızlar’a tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsân eyle ve huzûrunda titreyerek, böyle güzel ve sâkin bir yerde Sana duâ eden biz askerlerin süngülerini keskin eyle, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!..”

Yine esirlere gösterilen insanî muâmelenin şahidi bir Anzak askerinin beyanı:

“Sahip olduğumuz bütün teknolojik imkânlara ve sayı üstünlüğüne rağmen Türklerin cesaret ve gayretleri karşısında durmadan geri püskürtülüyor, tekrar taarruz ediyorduk. Bu taarruzlardan birinde başımdan yediğim şiddetli bir dipçikle yaralanıp bayılmışım. Kendime geldiğimde Türklerin arasında olduğumu anladım. Önce çok korktum. Çünkü İngilizler, bize Türkleri çok vahşî ve barbar insanlar olarak tanıtmıştı. Fakat iyice kendime gelince gördüm ki, yaralarımı sarmış, beni tedavi etmişler. Hiçbirinin yüzünde bana karşı öfke yoktu. Üstelik bana çantalarındaki yiyeceklerden ikrâm ettiler. İyi biliyordum ki, yiyecekleri yok denecek kadar azdı. Şok derecesinde bir şaşkınlık yaşadım. Burada âdeta bir misafir gibiydim. Artık içimden; «Yazıklar olsun bana! Yazıklar olsun yalancı İngilizlere!» diyordum.”

Son asırlarda teknik kuvveti eline geçirerek hâkim güç hâline gelen sözde medeniyet ise, muzaffer İslâm ordularının sergilediği insaniyet bir tarafa, en temel harp hukuku kaidelerini dahî hiçbir zaman göstermedi. Gösterdiği vahşetle; «Bu bir Avrupalı!» dediren, yırtıcı, his yoksulu, sırtlanların yaldızlı, maskeli medeniyeti bir başka tabirle;

VAHŞÎ MEDENİYET…

Dün Endülüs’te, Balkanlarda, Kırım’da, Orta Asya’da, Afrika’da bugün de Orta Doğu’da, Suriye’de, Arakan’da, Afganistan’da, Keşmir’de… müslümanların mazlum ve mağdur kaldığı her yerde, en acımasız şekilde saldırdılar; bebek, kadın, ihtiyar demeden kan döktüler; ırza tasallut ettiler, camileri çiğnediler. Zalimi himaye ettiler, mazlumu görmezden geldiler.

Petrol elde etmek için, mazlum kanı dökmeyi mubah saydılar. Bîçare Afrikalıları gemilere doldurup köle olarak Amerikalara götürdüler. Yediklerinden değil, hayvanlarına verdiklerinden yedirdiler. İnsan muâmelesi yapmadılar.

Mehmed Âkif’in hissiyatıyla:

Tükürün Ehl-i Salîbin o hayâsız yüzüne,

Tükürün onların aslā güvenilmez sözüne,

Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün

Tükürün maskeli vicdânına asrın tükürün!

Bu maskeli medeniyet; kendi dünyalarında da zengini daha zengin, fakiri daha fakir kılan kapitalizmi terviç etti. İnsanları kredi ve fâiz borçlarını ödemek için sonu gelmez bir fâsit daire içinde çalışmaya mahkûm birer gönüllü köle hâline getirdi.

Hoyratça nefsânî hürriyet ile aileyi tefessüh ettirdi, toplumu uyuşturucu bağımlısı, alkolik, kumarbaz, her şeyiyle şiddete dûçâr bir hâlde bıraktı. Kadını rezil bir ticarî metâ hâlinde, sokakların zebûnu eyledi.

Maskeleri îcabı;

Televizyon, sinema, medya ve internet vasıtasıyla, dünyaya sefâletlerini saâdet olarak takdim etmek rezâletini de irtikâp ettiler.

Maalesef, bu sahtekâr yollarla; Çanakkale’den de geçtiler, evlere girdiler, ceplere girdiler, işyerlerine girdiler, kalpleri ve beyinleri işgal ettiler.

Düşmanı bu topraklara uğratmamak, mâbedinin göğsüne nâ-mahrem eli değdirmemek, dînin temeli olan ezanları susturmamak için gözünü kırpmadan şehid olan dedelerin torunları kendilerini muhasebe etmeliler:

O şanlı ecdâdın torunları; bugün, kalp ve inanç olarak, beyin ve düşünce olarak, vicdan, şekil ve davranış olarak kime benzemektedir;

KİMİN İZİNDEDİR?

Dün Allah, vatan, ittihad ve namus için canfedâ eden yiğitlerin torunlarında, aynı mefhumlar, aynı tazelikte mevcut mudur? Yoksa içleri boşaltılmış ve başka yabancı fikirlerle mi doldurulmuştur?

Dün esirine, kölesine sahip olduğunun en iyisini ikram eden, yediğinden yediren, giydiğinden giydiren fedâkâr ve cefâkâr neslin evlâtları, bugün emri altındakilerin alın terinin karşılığını vermekte hangi ölçü üzeredir?

Dün gayr-i müslimleri dahî aldatmaktan çekinen o esnafın bugünkü emsâli; helâl-haram, Allah ve kul hakkı konusunda aynı hassâsiyeti muhafaza edebilmekte midir?

Dün Çanakkale’de kenetlenen o millî birlik ve beraberlik, o ittihad şuuru, o kardeşlik heyecanı bugün hangi kıvamdadır?

Dünyayı inleten bin bir mazlumun sessiz feryat ve ızdırâbını yüreklerinde ne kadar hissedebilmektedir?

Bugün Suriye’de ve benzeri ateş çemberi yerlerde perişan vaziyetteki kardeşlerimize gönlümüzü ne kadar uzatabiliyoruz?

Afrika, Balkanlar ve Orta Asya benzeri maddî-mânevî açlık çeken coğrafyalara ulaşma heyecanı husûsunda ashâb-ı kiram ve fâtihan ecdâdımızın ufkunu ne kadar paylaşıyoruz?

«Hudûdullâh»ı aşmama ve aştırmama mes‘ûliyetimizin neresindeyiz?

Rabbimiz bu suallerin cevabını müsbet ve hayırlı bir şekilde verebilmeyi cümlemize nasîb eylesin.

Bu mazhariyet için tek çare;

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini hayatımıza tatbik etmek, O’nun hissiyat ve rûhâniyetinden hisse almak yolunda, ashâb-ı kiram ve ecdâdımız gibi bir şevk ve iştiyak içinde olmamız.

Yâ Rab… Bizleri ve nesillerimizi Hakk’ın ve hakikatin şahitleri olarak, insanlığa İslâmiyet’in adâlet, zarâfet ve merhamet dolu güler yüzünü anlatabilen tebliğ ve hizmet ehli kullarından eyle…

Yâ Rab… Bizleri Zâtın için ve ümmet-i Muhammed’in mazlum ve bîçâreleri için gözyaşı ve alın teri döken, geceleyen, sabahlayan, dert ehli, vicdanlı, rakîk mü’minlerden eyle!..

Âmîn!..