DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
Beraber Olduğumuz Kişiler, Bizim Kim Olduğumuzu Gösterir
“İnsan” kelimesi “üns” kelimesinden gelir. Yani insan, kiminle ünsiyet ederse, onun rûhî dünyası içine girer. Onun için, ünsiyet ettiğimiz kişiye dikkat etmemiz lâzım. Onun için Cenâb-ı Hak:
كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ buyuruyor.
“…Sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyuruyor.
Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:
“Bak diyor, bir diyor, Ashâb-ı Kehf’in -Kehf Sûresi’nde- Ashâb-ı Kehf’in kelbi diyor, sâdıklarla-sâlihlerle beraber oldu diyor, mağaranın önünde onlara bekçilik etti diyor, Kur’ânî bir ifade kazandı buyuruyor. Diğer taraftan -Tahrim Sûresi’nde- iki peygamber karısı, onlar da fâsıklarla beraber oldu. Kalp âlemi fâsıkların kalbine döndü, onlar da Cehennemlik oldu buyuruyor Cenâb-ı Hak.”
Onun için “ünsiyetimiz kimlerle” dikkat etmemiz lâzım. Onun için bu cep telefonlarının o menfî programlarından kendimizi korumamız lâzım. Oradan bir in’ikâs gelmesin.
Efendimiz, Vedâ Haccı’nda Muhassır denilen vâdiden geçerken -Mina ile Müzdelife arasında- oradan hızlı olarak yürüyerek geçtiler. Orada zaten vakfe yok.
“–Yâ Rasûlâllah! Ne oldu, niye hızlandınız?” deyince;
“–Allah burada bir kavmi, Ebrehe ordusunu kahretti.” buyurdu. Aradan altmış küsur sene geçmiş…
Yine bu Tebük Seferi’nde; susuzluk, zor, yaz, sıcak, çöl… Gidiş-gelişi bin km yol. Orada da müslümanlar taştan yapılı evlere girdiler, Semud Kavmi’nin evlerine. Tabi Semud Kavmi’ni Cenâb-ı Hak kahretti.
Efendimiz buyurdu ki:
“Burası kaçılacak yerdir.” dedi. (Vâkıdî, III, 1008)
“Buraya girerseniz…” dedi, buraya, Güneş, sıcak, gölgelenmek için, “Hüzünlü olarak girin.” dedi. “Sakın su almayın.” dedi.
“–Su aldık.” dediler.
“–Dökün!” dedi.
“–Hamur yaptık.” dediler.
“–Develerinize verin.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 17; Tefsîr, 15/2; Müslim, Zühd, 39)
Hâlâ oradan, o Semud Kavmi’nin kahrolduğu yerden, ulemâ diyor ki, buradaki kuyulardan abdest alınmaz diyor. Orada Allâh’ın kahrı tecellî etti diyor.
Yalnız devenin (Hz. Sâlih’in devesinin) su içtiği bir kuyu var, oradan diyor, alabilirsiniz diyor. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 17; Müslim, Zühd, 40)
Bugün de demek ki ne kadar günah işlenen yerden ne kadar uzak kalacağız? Ki onlarla bir ünsiyet olmasın.
Efendimiz’den bir hadîs-i şerîf var, çok ibretli:
“Yâ Rabbi diyor, beni diyor, bir fâsıkın ikramından, iltifatından beni muhafaza eyle diyor, kalbim ona meyletmesin.” diyor. (Bkz. Gazâlî, İhyâ, II, 149; Bkz. Süyûtî, Câmiu’l-Ehâdîs, VI, 254/5129)
Yine bir hadîs-i şerîfte:
“Fâsıkın, kâfirin diyor, ışıklarıyla aydınlanmayın.” diyor. (Bkz. Nesâî, Ziynet, 51; Ahmed, III, 99)
Yani onların tesiri altında kalmayın buyuruyor, onlardan uzak olun diyor.
Fâtiha’da;
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” [el-Fâtiha, 7]) diyoruz. Dalâlette olanlardan uzaklaşmalı ki onlardan bir in’ikâs gelmesin.
Kimlerle beraber olacak?
Sıratallezine enamte aleyhim.”
صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ
(“Nîmet verdiklerinin yoluna…” [el-Fâtiha, 7])
Kimler onlar?
“…Nebîler, Sıddıklar, şehidler ve sâlihler. Bunlar ne güzel arkadaşlardır.” (en-Nisâ, 69) buyuruyor.
Tabi onlarla arkadaşlık olacak. Onların dışındakilerle, dalâlette olanlarla arkadaşlık olmayacak ki oradan bir ülfet, bir ünsiyet gelmesin.
O neye zarar veriyor? Îmâna zarar veriyor.
Demek ki insan üzerinde iki tane büyük müessir var, tesir eden âmil var:
1) Boğazından geçen lokma:
Ona dikkat edecek. O lokmanın bir yanlışlığı, onun mânevî hayatını bozuyor. Nasıl şu suyun içine bir damla necâset düşse, şu suyun o güzel kıvamı, lezzeti kayboluyor; kalp de öyle olmuş oluyor.
Onun için ticârî hayat çok zor. Fakat o, eğer ticarî hayatta helâlinden kazanmışsa, Allâh’ın men ettiği şeyler satılmıyorsa, milleti israfa götüren şeyler satılmıyorsa, ümmet-i Muhammed’in yararına, toplumun yararına şeyler satılıyorsa, satarken de tezgâhtarlık yapılırken müşteri kandırılmıyorsa; o ne güzel, helâl bir kazanç olmuş oluyor. Aksi hâlde bozuk kazançlarla hacca bile gitse, Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:
“«Lebbeyk» der, ona «lâ-lebbeyk» denilir.” buyuruyor. (Bkz. Heysemî, III, 209-210)
Onun için boğazımızdan geçen lokma çok mühim.
2) Beraberinde bulunduğumuz kişi çok mühim:
Onun için daima, sâdık ve sâlih arkadaşlar olmak ve sık sık da beraber, Allah için sohbetlerde bulunmak. Sohbetlerden bir enerji alabilmek. Onun için insan menfî enerjilerden kalbini muhafaza edecek. Onun için nasıl fizikte okuduğumuz bir “birleşik kaplar” var, aynı seviyeye geliyor; kalpler de aynı o şekilde.
Yine;
خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ
“O, insanı bir alaktan yarattı.” (el-Alak, 2)
Yani insan, yaratılışını düşünecek. Kim yarattı? Cenâb-ı Hak yarattı. Nereden geldi? Bir necâsetin içinden geldi. Böyle, baktığın zaman, böyle kokulu, güzel, mis kokulu bir şeyden gelmedi. Bir necâset…
Onun için daima insan “hiç”liğini düşünecek. Daima “Yâ Rabbi, Sen!” diyecek.
Yine Cenâb-ı Hak İnfitar Sûresi’nde soruyor:
“Ey insan (diyor), seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8) diyor.
Bir hiçliğini düşün: Nasıl dünyaya geldin? Cenâb-ı Hak seni öyle bir… “خَلَقْنَا, فَخَلَقْنَا, bir yaratılıştan bir yaratılışa, bir nutfe, aleka, mudğa vs. izam, lahim vs… Oradan şekilsizlikten en güzel bir insan olarak seni dünyaya getirdi. (Bkz. el-Müʼminûn, 14)
Bir mucize; herkesin sîmâ bir tarafa, parmak izleri bile, 2 santimetre kare yer bile birbirinden değişik.
Hattâ kâfir diyor ki, eline şöyle kemiği alıyor, şöyle un gibi yapıyor:
“–Bu diyor, un hâline gelen kemiklerden mi tekrar yaratılacağız?” diyor. Cenâb-ı Hak: “اَوَّلَ مَرَّةٍ” diyor. (Bkz. Yâsîn, 78-79)
İlk yaratan tekrar yaratamaz mı? İlk yaratmak mı zordur, yaratılanı tekrar yaratmak mı zordur?
Yine Cenâb-ı Hak:
“بَنَانَهُ” parmak izlerinizi de yeniden yaratacağız buyuruyor, parmak izlerinize kadar. (Bkz. el-Kıyâme, 4)
Yani milyonlarca insan var, yedi buçuk milyar insan var, hepsinde 2 santimetre kare yer ayrı. İlâhî bir mucize…
Ondan sonra:
“Yazmayı kalemle öğretti.” (el-Alak, 4) buyuruyor.
“Oku (diyor), Rabbin nihâyetsiz bir kerem sahibidir.” (el-Alak, 3) diyor, onu da oku diyor.
Hayvanlarla ikram ediyor, topraktan çıkanlarla ikram ediyor. Ve her şey insana bir ikram hâlinde. O’nun mülkünde yaşıyorsun. Onun için insan hiçliğini okuyacak. Asla gururlanmayacak, kibirlenmeyecek. Kibirlenirse, kibrin temizleneceği yer, Cehennem. Başka yerde kibir temizlenmiyor!
Onun için insan “ben” demeyecek, “Yâ Rabbi, Sen!” diyecek.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, bir zirve dünyevî mevkideyken. “Aman!” dedi. Sırmalı kaftanıyla ciğer satarak kendi benliğini, gurur, kibir, bunu ortadan kaldırmanın önünü açtı. Ve sekiz padişah zamanında geldi ve onların hemen hemen dördünü-beşini irşad etti. Yani cihana yön veren padişahlara yön verdi.
Neyle verdi bunu? Cenâb-ı Hakk’a yakınlıkla, dost olmasıyla. O dostluğun neticesinde Cenâb-ı Hak onu dünyaya ait rütbelerden aldı, büyük bir ihsân-ı ilâhîde bulundu.
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, tevâzuun zirvesine ermek için yedi sene hasta hayvanlara, hasta insanlara (hizmet etti) ve yolları temizledi. “En büyük dereceyi de bu, Allâh’ın kullarına hizmette aldım.” buyuruyor.
Cenâb-ı Hak:
“İbâdurrahman, (onlar, Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar) yeryüzünde tevâzu ile dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) buyuruyor.
Yunus Emre, Tapduk Emre ile görüşmeden evvel bir Dîvân’ı yoktu. Tapduk Emre onu eşikte bekletti, ondan sonra içeri aldı, ondan sonra o Dîvan…
Mevlânâ Hazretleri aynı. Şems-i Tebrizî ile olan mülâkatından sonra o prangalar, nefsin prangaları kırıldı, ondan sonra Mesnevî idi, Fîhi mâ Fih idi vs. eserleri çıktı.
Velhâsıl kul mütevâzı olacak, “ben” olmayacak, kibir olmayacak. Kibir; ağır bir suç. Tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yok. Kibir, bir ortaklıktır. O meziyet varsa, o meziyeti de Cenâb-ı Hak veriyor.
Mekke Fethi’nde Efendimiz’in karşısına korkudan titreyen bir kişi geldi Mekkeli. Titriyordu Efendimiz’in mânevî heybeti karşısında.
“–Sâkin ol kardeşim dedi, ben bir kral, bir hükümdar değilim. (Muhtereme annelerini kastederek) Kureyş’ten, güneşte kurutulmuş et yiyen bir kadının ben yetimiyim.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, II, 64)
Demek ki ilk;
بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
(“…Yaratan Rabbinin adıyla.” [el-Alak, 1])
Kul, kalben tekâmül edecek, her gördüğü yerde Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak.
İkincisi; ikinci mağarada gelen, Sevr Mağarası’nda gelen;
لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا
“…Mahzun olma, Allah bizimle beraberdir…” (et-Tevbe, 40)
Sığınak, barınak, Cenâb-ı Hak. Tabi bu, kalp ne kadar “Allah” derse. Sırf “Allah” demesi lâfzan, kâfî değil. Her yerde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlar, yani zikrin tecellîsi budur.
Huşûlu bir namazın tecellîsi, fahşâ ve münkerden korur.
Huşûlu bir orucun;
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
(“…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” [el-Bakara, 183])
Bir takvâya erdirir, merhametin artar, şefkatin artar, Allâh’ın nimetini düşündürür.
Zekâtını, infakını, sadakanı sevinçle veriyorsan, o da seni Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırır.
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe birrʼe (hayrın kemâline) eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92])
Sevdiklerinizden vermedikçe Cenâb-ı Hakk’a yaklaşamazsınız, Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Velhâsıl kul Cenâb-ı Hakk’a daima ilticâ hâlinde olacak. Cenâb-ı Hak’la beraberliği kazanmaya çalışacak. Böyle olunca, hadîs-i şerîfte buyruluyor:
“Kulumu sevince…” Cenâb-ı Hak buyuruyor hadîs-i şerîfin devamında, mütevâtir hadis:
“…Kulumu sevince Ben onun âdeta konuşan lisanı, akleden kalbi, işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum…” buyuruyor. (Buhârî, Rikāk, 38)
Demek ki Cenâb-ı Hak…
İşte evliyâullâhın durumu bu. Fânî hayatlarından sonra, onlar eserleriyle, nasihatleriyle ömürleri devam ediyor.
Veda Haccı’nda Efendimiz iki emânet bıraktı. O da; “Kitab’ım ve Sünnet’imdir.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
Bu bizim ne kadar Rasûlullah Efendimiz’i sevdiğimizin bir işaretidir. Biz ne kadar Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye üzere hayatımız var, evlâtlarımızı o şekilde yetiştiriyoruz, bir Kur’ân kültürüyle yetiştiriyoruz, bu emâneti kendimiz dışındakilere de, onlara da tebliğ etmeye çalışıyoruz, kendimizi toplumun akışından mes’ûl görüyoruz, bu şekilde Efendimiz’in iki emanetine, Cenâb-ı Hakk’ın emanetine, Efendimiz’in emaneti, buna sahip çıkıyoruz?..
İşte esas tahsil de bu, bu hâli kazanabilmek.
Efendimiz buyuruyor:
“Sizin çoğalmanızla ben sevinirim diyor, kıyamet günü diyor. Fakat diyor, benim yüzümü kara çıkartmayın.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
Demek ki en güzel miras, arkamızda bir insan mirası bırakmak. Mal-mülk mirası değil. Onu zaten nasıl kullanacağı belli değil. Onun için peygamberlerin mirası, insan mirasıydı. Bizim de en mühim mirasımız, insan. Bizim için ya sadaka-i câriye olacak. Allah korusun, veyahut da ona bir ehemmiyet vermiyorsak, seyyie-i câriye olacak.
Anne-baba hakkı ödenmez. Fakat eğer anne-baba, “Aman dünyevî şu diplomaları alsın, kendini kurtarsın, bilmem ne, şu-bu…” Yani saadeti Allah’tan bekleyeceğine fânîlerden beklemeye kalkarsa, İslâm kültürünü ihmal ederse, o zaman o anne-babadan evlâtlar kıyamet günü dâvâcı olacak.
Onun için kendimizden mes’ûlüz, ikincisi evlâtlarımızdan çok mes’ûlüz. Bilhassa kız evlâtlarımızdan mes’ûlüz. Çünkü;
رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا
(“…(Ve o kullar): Rabbimiz! Bize eşler bağışla!..” [el-Furkân, 74]) buyuruyor Cenâb-ı Hak. “Zevceler” buyruluyor. Çünkü toplumun nüvesi ailedir. Aileyi de inşâ eden, “اَلأُمُّ مَدْرَسَةٌ” (Anne, bir mekteptir.) annelerdir. O sâliha anneler…
Biz sâliha anneleri yetiştirebilirsek, ne mutlu bize. Yok eğer onu devrin akışına bırakabiliyorsak, o zaman saâdeti veren Allah, onların saâdeti de o zaman ona göre olur onun hayatı da. Nefsânî hayat içinde maalesef kendilerini perişan ediyorlar.
Onun için tekrar tekrar; kız evlâtlarımıza çok ehemmiyet vermemiz lâzım. Bugün yuvalar yıkılıyor. Mahkemelerde en çok olan, en çok dosyalar, boşanma dosyaları.
Müşterek yaşamalar kalktı. Hayat ne oluyor? Tabi ne oldu? Âhiret unutuluyor, rüşvetti, fâizdi, ahlâksızlıktı, uyuşturucuydu, iptilâlardı, maalesef toplum tekrar bir câhiliye devrine döndü, modern bir câhiliye. İnsanda merhamet azalıyor, egoist olmaya başlıyor, bencil olmaya başlıyor. Yalnız kendini düşünüyor, kendinin menfaatlerini düşünüyor, âhireti unutuyor.
Onun için bilhassa evlâtlarımıza, ferdî ibadetlerin en mühimi namazdır. Efendimiz; “Namazsız müslümanlık olmaz.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26)
İctimâî ibadetlerin en mühimi de hizmettir. Allah yolunda hizmet etmek…
Hizmet, nefsin hodgâmlığından kurtularak, diğergâm bir gönülle mahlûkâta yönelmek sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını aramaktır. Samimiyetle yapılan hizmetler, hakîkatte Hakk’a vuslat iştiyâkının davranışlara aksetmiş ifadeleridir.
Bakın bu câmileri yaptıran, Kur’ân kurslarını yaptıran, İmam Hatip’lere güç veren, diğer İslâmî (müesseselere) güç verenler, -inşâallah- onlar için de bu yaptıkları hizmetler, yarın sadaka-i câriye olacak. Vefâtından sonra o müessese işledikçe, onun da ecri devam edecek.
Allah korusun, bir insan şer bir yola da kapı açarsa, oradan gelen şerlerden de kendisine ilave ilave azap gelmiş olacak.