Ebedî Fecre
Yıl: 2011 Ay: Temmuz Sayı: 77
CENNETE DOĞRU…
Murâd-ı ilâhî…
Cenâb-ı Hak, insanı cennette yarattı.
Âdem ve Havva, şeytanın desîselerine aldanıp itâatsizlik edince zelle işlediler.
Murâd-ı ilâhî olarak insanoğlu, dünya dershânesinde imtihana tâbî olacak, neticesinde cennet veya cehennemi tercih edecekti.
Yani;
İnsanın çileli dünya yolculuğuna gönderilmesi, hakikatte cenneti kazanması, cennet nimetlerine lâyık bir kıvâmı elde etmesi içindi.
Peygamberler ve vârisleri olan Hak dostları için dünya hayatını, Peygamberler Serveri, Evliyâlar Rehberi Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu sözleri ne güzel hülâsa ediyor:
“Ben bu dünyada, bir ağacın altında gölgelenen, sonra da orayı terk edip giden binitli bir yolcu gibiyim.” (Tirmizî, Zühd, 44/2377)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ve O’na samimî bir şekilde tâbî olanların dünya ile münasebetini, şu hâdise de çok net bir şekilde anlatmaktadır:
Bir gün Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’a, içmesi için bal şerbeti ikram edilmişti. Şerbeti ağzına yaklaştırdığında ağlamaya başladı. Yanındakiler de gözyaşlarını tutamadılar. Hazret-i Ebûbekir’e ağlamasının sebebi sorulunca şu cevabı verdi:
“–(Bir gün) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikteydim. O sırada Efendimiz’in;
«Uzaklaş benden, uzaklaş benden!» diyerek, bir şeyi yanından kovmaya çalıştığını gördüm. Ancak, ben bir şey göremiyordum. Ne olduğunu öğrenmek isteyince, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şunları söyledi:
«Dünya bütün varlığıyla bana gösterildi. (Beni kendine râm etmek istedi.) Ona; ‘Benden uzaklaş!’ dedim. O da uzaklaştı, ancak şöyle seslendi:
‘Allâh’a yemin olsun ki benden kaçıp kurtulsan da, Sen’den sonra gelenler benden kaçamayacaklar!’»”
Hazret-i Ebûbekir, sözlerine devamla;
“–İşte ben de dünya muhabbetine kapılmaktan korktum ve bu sebeple ağladım.” dedi. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 30-31)
Onlar şu hakikatin idrâkiyle titriyorlardı:
Değil bir kâse bal şerbetinin, bir bardak suyun, hattâ her saniye alıp vermekle nimetlendiğimiz nefesin dahî kıyâmette hesabı sorulacak. Nereye harcandığı sorulacak… Şükrünün edâ edilip edilmediği sorulacak… Mahrumlarla paylaşılıp paylaşılmadığı sorulacak…
Çünkü âyet-i kerîmede buyurulur:
“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız her türlü imkân ve) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)
Dünyadan gelip geçecek, esas hayat olan âhiret yolcularının; dünya nimetlerine asla gönül bağlamaması, sadece bir imtihan malzemesi olduğu şuuruyla dünyadan istifade etmeleri zarurîdir.
Dünya, Hakk’a tâlip ve cennete lâyık olanları; gelip geçici keyif ve rahat düşkünlerinden ayırt etmek için, bir imtihan sahnesi kılındı. Ona nefse hitâb eden süflî bir câzibe verildi.
Peygamberler ise; insanları bu câzibeye aldanmamaya, hakikî vatanları olan cennetin yolunu aramaya davet ettiler. İnsana esas hayat olan âhireti hatırlattılar. Bu yolun geçici duraklarında; uykuya ve gaflete dalmamasını, oyalanmamasını ihtar ettiler.
İnsanlık tarihi, peygamberlerin bu davetine ümmetlerinin verdiği müsbet ve menfî cevapların bir hülâsası…
Kavimler ve milletler, peygamberlerinin davetine icâbet ederek, istikametlerini Hakk’ın rızâsına çevirdiklerinde, sırât-ı müstakîm üzere bir hayat yolculuğu yaşadıklarında; fert ve cemiyet olarak, vardıkları yer; dünyada cennet huzûru, âhirette de bizzat cennet ve cemâlullah oldu.
Fakat, kavimler ve milletler, peygamberlerinin davetine kulak ve gönül vermeyince, Hakk’ın arzusu hilâfına davranınca; iki dünyada da, karanlık, çirkin ve elem verici bir âkıbete dûçâr oldular.
İnsanlığa huzur ve saâdeti peygamberler getirdi. Vahye sırtını dönen, peygamberleri reddeden inkârcılar ise insanoğlunu yalnızca buhranlara ve perişanlıklara dûçâr etti. Bilhassa;
SAHTE REHBERLER…
Peygamberler ve vârisleri olan Hak dostları dışında, birtakım filozoflar, ilim ve devlet adamları da; «İnsanlığın saâdeti için!..» diyerek ortaya nazariyeler, beşerî sistemler koydular. Bunların kimisinin takipçileri çıktı. Her türlü tatbik sahası, kuvveti ve imkânı da buldu. Lâkin, bu beşerî sistemlerin hiçbiri insanlığa huzur getirmedi, istese de getiremedi.
İnsana, eşitlik ve maddî refah va‘deden, bunu gerçekleştirmek için 20 milyon insan kellesi üzerine kurulan komünizm; neticede maddî ve mânevî iflâs ve sefâletle, kendi kendine çöktü gitti.
Kendi ırkının saâdeti için, diğer milletleri kahretmek anlayışı üzerine kurulu faşizm, Nazizm gibi ideolojiler; milyonların kanları ve gözyaşlarında boğuldu.
Ferde servet ve refah va‘deden, fakat sürekli zengini daha zengin, fakiri daha fakir hâle getiren, her şeyi olduğundan farklı gösteren reklâm ve propaganda malzemelerini kullanarak, kitleleri maksadına hizmet eden robotlar hâline sokan kapitalizm de; yıkılmasa da, mütemâdiyen krizler geçiren bir hasta adam hâline geldi…
“Bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar…” yani altta kalanlar ne olursa olsun, felsefesiyle yola çıkan liberalizm; nefsânî çılgınlıkların önündeki dînî, ahlâkî, hukukî ve örfî bütün mânîleri kaldırarak, kalbi ve rûhu esâret altına sokacak mahiyette, nefse ve şeytana hürriyet tanıdı. Neticesinde, aile çöktü… Ahlâk, derin yaralar aldı. Kimse kimseye hakkı, hakikati, iyiyi ve güzeli hatırlatamaz hâle geldi. Kötülüğü yayana; «Sen özgürsün!» dendi. İyiliği hatırlatana, kötülükten alıkoymak isteyene; «Mahalle baskısı yapma!» diye karşı çıkıldı. Necip Fazıl’ın tabiriyle; «taşlar bağlandı, köpekler serbest bırakıldı…»
İnsana saâdetin yolunu «haz» olarak gösteren Epikür de, «şehvet» olarak gösteren Freud da insanlığa acı, bunalım ve dehşetten başka bir şey getirmedi. Kütüphânelerin tozlu raflarında kalmış kara kaplı felsefe kitaplarının üzerine abanmış bilgiçlerin rûhu, gönüllere bulantıdan, kasvetten başka bir şey kazandırmadı.
Geçmişten bugüne, bu hakikatin en büyük şahitleri ise geride baykuşların acı acı ötmesi için bıraktıkları enkazlar oldu…
Bugün dünyanın birçok yerinde, tarihî harabeler, antik şehir kalıntıları mevcut. Toprağa, kumlara, denizlerin dibine gömülmüş nicesini de arkeologlar, tarihçiler buluyor, arıyor, çıkarıyor. Yüz binlerce turist de büyük bir merakla, insanlığın geçmişinde bıraktığı bu izleri seyretmek için seyahatler yapıyor.
Câlib-i dikkattir ki, Kur’ân-ı Kerim; bu geçmiş devirlerin enkazına ibret nazarıyla bakmaya davet ediyor.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
GEZİN VE GÖRÜN!
قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌ فَس۪ٖيرُوا فِى الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبٖ۪ينَ
“Sizden önce nice (milletler hakkında) ilâhî kanunlar gelip geçmiştir. Onun için, yeryüzünde gezin dolaşın da (Allah’ın âyetlerini) yalan sayanların âkıbeti ne olmuş, görün! (Âl-i İmrân, 137)
Tarih; tekrar tekrar sahnelenen bir tiyatro oyunu gibidir. Rol alanlar değişse de, senaryo değişmez. Binlerce yıl önce Hazret-i İbrahim’e, Hazret-i Musa’ya îmân etmeyen, onları yalanlayan zalim ve küstah Nemrut ve Firavunların âkıbeti ile, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e aynı eziyet ve hakaretlerle muamelede bulunan Ebû Cehillerin, Ebû Leheblerin âkıbeti aynı olmuştur. Yarın da, Hakk’a düşmanlık edenlerin âkıbeti aynı olacaktır. Yani halkın tabiriyle; tellâklar değişse de hamam, aynı hamam. İmtihan aynı imtihan. Âyet-i kerîmede;
“Rabbin onların üstüne, azap kamçısı yağdırdı.” (el-Fecr, 13) buyurulduğu üzere zalimlere şaklayan ilâhî kamçı aynı kamçı.
Kur’ân-ı Kerim, istikbâli soranlara, mâzîyi gösteriyor:
Maddeye ve tekniğe istinâd edip, güce tapınan; kuvvetine aldanarak zalim ve gaddar hâle gelen maddeci ve kapitalistlere misal:
Asırlar önce, sanatlarıyla dağları oyarak saraylara çeviren Âd ve Semûd kavminin âkıbeti:
“Zulmedenleri o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar.” (Hûd, 67)
İnsanları köleleştiren, kibirli ve küstah firavunların âkıbeti…
Bir asâdan başka hiçbir şeye mâlik olmayan Hazret-i Musa’nın karşısında mağlûbiyet ve denizin dibini boylamak…
Allâh’a ait mal ve mülkü kendisinin zannetme küstahlığına düşen Kārûn’un âkıbeti…
“Nihayet Biz, onu (Kārûn’u) da, sarayını da yerin dibine geçirdik.” (el-Kasas, 81)
Din ile, peygamber ile, Allâh’ın gazabı ile alay eden Nuh kavminin âkıbeti:
“Onu yalanladılar, Biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk! Çünkü onlar kör bir kavim idiler.” (el-Ârâf, 64)
Ahlâksızlığın öncüsü olma bedbahtlığına düşen Lût kavminin âkıbeti:
“Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık!” (Hûd, 82)
Allâh’ın emrini hilelerle çiğneyen ve kötülükten alıkoyma vazifesini yapmayanlara ibret; ashâb-ı sebtin âkıbeti:
“Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık.
Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: «Aşağılık maymunlar olun!» dedik.” (el-Ârâf, 165-166)
Ez-cümle:
“… Biz peyderpey peygamberlerimizi gönderdik. Herhangi bir ümmete peygamberlerinin geldiği her defasında, onlar bu peygamberi yalanladılar; biz de onları birbiri ardından yok ettik ve onları ibret hikâyelerine dönüştürdük…” (el-Mü’minûn, 44)
Yıkılanıyla, sallananıyla bütün bu beşerî sistemlerin ortak noktası, hepsinin mâneviyattan uzak olmaları.
MÂNÂ MAHRUMLARI…
Hepsinin ortak noktası, vahye sırtlarını dönmüş olmaları…
Ruhsuz, mânâsız, nursuz, halâvetsiz olmaları…
Maddeci, maddiyatçı, fırsatçı, menfaatçi olmaları…
Birbirlerine zıt görünseler de, bu ideolojiler, saydığımız mahrumiyet ve mahkûmiyetlerde birbirlerinin kopyasıdır…
Komünizm, kapitalizm, nasyonalizm…
Komünizm ve sosyalizm; «Servet, toplumundur.» dedi. Fakat, zenginlerin yerini toplum adına hareket ettiğini söyleyen bir güruh aldı. Kaynağını Allah ve âhiret inancından alan, adâlet, insaf ve merhamet topluma yerleşmedi.
Kapitalizm; «Servet, ferdindir.» dedi. «Serbestiyet içinde insanlık yarışacak.» dedi. Fakat merhamet ve paylaşma olmadığı için, uçurumlar, krizler, sosyal patlamalar meydana geldi. Yarış, sadece güçlülerin zayıfları ezme yarışı oldu.
Nasyonalizm; «Servet ve hâkimiyet bir ırkındır.» dedi. Tekebbür ve zulme maşa oldu.
Onların hiçbiri;
“Mülk, (servet ve hükümranlık) Allâh’ındır. İnsanoğlu, Allâh’ın şartlarıyla tasarrufta bulunması îcâb eden bir emânetçidir. Allah; kulları ve milletleri, rızık ve imkânların taksiminde farklılık gözeterek imtihan eder. Bu imtihan muktezâsınca; zengin, fakirden; varlıklı yoksuldan, hâli vakti yerinde olan, garip ve kimsesizden, bilen bilmeyenden… hâsılı her imkân sahibi, o imkândan mahrum olandan mes’uldür. Herkes birbirine zimmetlidir.” diyemedi.
Çünkü bunu söyleyebilmek; rahmet, merhamet, fedâkârlık, diğergâmlık, cömertlik gibi mânevî kıymetlerin, mâneviyatla terakkî eden, canlanan hasletlerin yoğurduğu, îmanla çarpan sînelerin harcıdır.
Bu mânevî ölçülerin yaşandığı İslâm coğrafyasında, öyle demler yaşandı ki, zenginler; memleketlerinde zekât verecek kimse bulamadılar. İsraftan kaçınmak ve itidal üzere yaşamak; zengini, fakire yaklaştırdı. Kanaat zenginliği, istiğnâ ve hâle rızâ içinde yaşamak; fakiri zengine yaklaştırdı. Zekât, infak ve vakıf medeniyeti, toplumda dramlara derhâl müdahale etti. Yaşanan kardeşlik şuuruyla, sadece maddî değil mânevî olarak da dertler paylaşıldı. Muhabbetle kenetlenmiş, yekvücut hâle gelmiş surlar gibi bir cemiyet meydana geldi.
Bu müstesnâ kıvam, bu mükemmel nizam nasıl elde edildi?
CÂHİLİYYEDEN ASR-I SAÂDETE…
On dört asır evvel, dünya; nübüvvet kandillerinin feyizli nûrundan mahrum zifirî bir karanlık içindeydi. Çünkü bir fetret devri yaşanmış, uzun süre dünyaya bir peygamber gelmemişti. Âdetâ insanlık Efendimiz’i dört gözle bekler hâle gelmişti. Bu devre câhiliyye denilmekte…
Efendimiz geldi, 23 yıllık risâlet ömründe; sergilediği şahsiyet, yaşadığı ahlâk, tebliğ ettiği Kur’ân ve Sünnet mesajları, yetiştirdiği ashab ve kurduğu fazîletler medeniyetiyle, câhiliyyeyi kapattı, saâdet asrını açtı.
Efendimiz’den önce de dünyada, bugünkü ideolojiler gibi; Roma hukuku, Bizans medeniyeti, Yunan felsefesi, mecûsî İran gelenekleri gibi bir sürü beşerî yahut tahrife uğramış boş anlayışlar vardı. İslâm’ın nûruyla hepsinin yaldızı döküldü, maskeleri söküldü.
1789 Fransız İhtilâli’nin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan filozof La Fayette, şöyle demek mecburiyetini hissetti:
“Ey şanlı ve büyük insan! Sen ne kadar takdîr edilsen azdır! Zira Sen adâletin tâ kendisini bulmuşsun. (Bugüne kadar hiç kimse, Sen’in tevzî ettiğin adâlet seviyesine ulaşamadı!)” (Kâmil MİRAS, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IX, 289)
Diğer batılı bir mütefekkir Thomas CARLYLE da şöyle demekte:
“Başında taç ile gezen hiçbir kral, hırkasını yamayan Muhammed kadar dünyada itibar, şeref ve haysiyet bulmadı.”
Îman ehli olmayanları dahî bu denli hayran bırakan yüce Peygamber’in terbiyesinde yetişen;
Ashâb-ı kiram, dünyanın her yerinde câhiliyye karanlığını izâle etmek ve oraları îman nûruna açmak için, Atlas Okyanusu’ndan Çin ve Hind’e kadar bütün cihana yayıldılar. Sonunda üç kıtada; Ömer bin Abdülazizlerle, Alparslanlarla, Salâhaddin Eyyûbîlerle, Kılıçarslanlarla, Fatihler, Yavuzlar ve Kanunîlerle devam eden şanlı bir İslâm ve fazîletler medeniyeti yaşandı.
Fakat nübüvvet nûrundan uzaklaşıldığında, yine câhiliyye karanlığı avdet etti. Ortalık yine nefse hizmet eden şaşkın aklın mahsulü ideolojilerle doldu. Maalesef müslümanlar içinde de bu rüzgârlara kapılanlar oldu.
Tanzimat’tan bugüne Avrupa’ya, «müsbet ilim okusunlar» diye gönderilen gençlerden bazıları, pozitivizme kapılıp îmânından oldu. Yabanî fikirlere kapılıp, ümmete yan bakmaya başladı, müslüman kardeşine düşman oldu. Aşırı hürriyet fikriyle dînî ve ahlâkî kaideleri, kurtulmak gereken bağlar olarak görmeye başladı. Materyalist ve kapitalist anlayışla; insanın kaderini; servet, kadın ve makam için vahşîce bir çekişme olarak görür oldu.
O sarsıntılarla aile sarsıldı, kardeşlik rûhu yara aldı. Merhamet can evinden vuruldu. Ardından peş peşe gelen yıkımlarla üç kıtaya yayılan imparatorluktan geriye, güç belâ kurtarılabilen ülkemiz kaldı. Çanakkale’de ve İstiklâl Harbi’nde yaşanan o kurtuluş hamlesini de; Allah, Kur’ân, din, namus, vatan ve birlik-beraberlik deyip canını ortaya koyan îman kahramanları gerçekleştirdi.
Bu gerçeği olduğu gibi görmeyenler, göremiyorlar ki:
Evlâd-ı fâtihan olan bir neslin haremgâhında nice yabanî ideolojiler cirit atıyor. Hem de dünden çok daha fazla, sessiz bir kanser gibi gizlice;
SİNSİCE…
Kenarda, köşede, ortalıkta, vicdanlarda, kalplerde bugün yığınla yabanî ve sinsi çağrı var…
Düne göre kat be kat artan telkin vasıtalarıyla; televizyonla, internetle, sinemayla, filmlerle, dizilerle, sanat kisvesi altında faaliyet gösteren daha birçok nefsânî câzibe merkeziyle, insanlığı bilhassa gençliği davet ediyor.
Nereye çağırıyor?
Âhiretin yegâne sermayesi olan ömrü; eğlenceyle, fısk u fücurla, bâtıl ideolojilerle, kupkuru, mâneviyatsız bir ilmin papağanlığıyla, haram-helâl bilmez sınırsız bir hürriyetle geçirmeye davet ediyor.
Hoyratlığa davet ediyor.
Nefsâniyete davet ediyor.
Enâniyete, menfaatçiliğe, fırsatçılığa davet ediyor.
Kibre, kendini beğenmişliğe, güç gösterisine davet ediyor.
Sâir mahlûkattan daha aşağıya, «bel hüm edall» derekesine davet ediyor.
Önce boşaltıyor, sonra kendisi dolduruyor.
Müslümanların çocuklarını, mâbetsiz, ezansız yerlerde; îmansız, ibâdetsiz, şuursuz, iz’ansız bir şekilde yaşayan; biyolojik olarak anne-babalarının, ruh olarak ise şeytan ve hempâlarının evlâtları olan nesiller hâline getirmeye çalışıyor. Mallara ve evlâtlara iblisi ortak etmeye çalışıyor. İblisin boğucu yaygaralarını eğlence zannettirmeye çalışıyor. Lâkırdısı yüklü, hakikati bomboş vaatler içinde boğmaya çalışıyor.
Bu menfî cereyanlardan herkes muzdarip…
Dindar ailelerin çocukları da bu davetlerin câzibesine kapılabiliyor.
Çünkü televizyonlar, çanak çanak evlere propaganda boşaltıyor. Çünkü internet, görünen ve görünmeyen ağlarla her bucağa pusu atıyor. Mâneviyatsızlık, nice gönüllerde bir kangren hâlinde…
Hâsılı bugün dünyanın karşı karşıya olduğu gerçek:
HORTLAYAN CÂHİLİYYE…
Câhiliyyenin çaresi, dün olduğu gibi bugün de İslâm nûrudur. Kur’ân rehberliğidir. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in feyiz ve rûhâniyetiyle dolmak, O’nun hâliyle hâllenmek, O’nun Sünnet-i Seniyye’si etrafında hâlelenmektir.
Efendimiz, hadîs-i şeriflerinde âhirzamanda meydana gelecek ağır musîbetleri bir bir tâdad ederek, ümmetini şöyle îkaz buyurmuştur:
“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz:
Allâh’ın kitâbı (Kur’ân-ı Kerim) ve Rasûlü’nün sünneti.” (Muvatta’, Kader, 3)
Toplumun istikbâli olan çocuklar için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bilhassa dikkatimizi çekerek şöyle buyuruyor:
“Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin: Peygamber sevgisi, ehlibeyt sevgisi ve Kur’ân kıraati… Çünkü hamele-i Kur’ân (yani Kur’ân hâfızları) hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde peygamberler ve asfiyâ (yani safâya ermiş olan Allah dostları) ile birlikte Arş’ın gölgesindedir.” (Münâvî, I, 226)
Devrin ve devranın menfilikleri mâlûm. Âfet dolu.
Eğer evlâtlarımızı; maddî ve mânevî tedbirlerle mücehhez kılarsak, onlara hayrı sevdirip, şerden tiksindirebilirsek; mecburen karşılaşacakları menfîliklerden de, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle, sıyrılmaları mümkün olacaktır.
Nitekim, Hazret-i Yûsuf, anne-babasından uzakta, kilitli kapılar ardında; üstelik emrinde bir köle vaziyetinde olduğu hânenin hanımından çirkin bir teklifle karşılaştı. Fakat peygamber terbiyesiyle yetişen Hazret-i Yûsuf; Rabbinin burhânını gördü; «مَعَاذَ اللّٰه» diyerek Allâh’a sığındı ve çirkin teklifi; «Hayır!..» diye reddetmeyi başardı.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, Rabbimiz’in terbiyesi ve şerh-i sadr ikrâmıyla, içinde yaşadığı câhiliyyenin hiçbir iğrençliğine ve hiçbir çirkinliğine bulaşmadı.
Bugün evlâtlarımıza;
1. Allah korkusunu ve muhabbetini kazandırmalıyız.
2. İlâhî kameralar altında yaşadığımız şuurunu vermeliyiz.
3. Her davranışın bir hesabı ve karşılığı olduğunu, yani âhiret inancını iliklerine kadar hissettirmeliyiz.
4. Fıtraten temiz ve masum hâllerini koruyacak şartları oluşturmalıyız.
5. Gönüllerini temizleyecek, onlara mânevî burhanlar nasîb edecek; ibâdet, Kur’ân eğitimi, sohbet gibi meclislere onları alıştırmalıyız.
Allâh’ın izniyle, bu terbiye verildikten sonra, evlâtlarımız; dipdiri, temiz (selîm) ve Allâh’a yönelmiş (münîb) bir kalp ile hayata atıldıklarında; «el kârda, gönül yârda!» sözünün tarif ettiği huzur hâliyle, her türlü şerden muhafaza içinde bulunacaklardır. Fânus içindeki bir kandil gibi kendi gönül nurlarını muhafaza ederken, çevrelerini de nurlandıracaklardır.
Nitekim sahâbe-i kiram, tebliğ için dünyaya açıldıklarında; gittikleri beldelerde nice nefis azdırıcı ahlâksızlıklarla, akıl bulandırıcı inanç ve felsefelerle, kalp ve rûhu kasvete düşürecek manzaralarla karşılaştılar; fakat, Allah Rasûlü’nden tahsil ettikleri Kur’ânî ahlâk, nebevî şahsiyet ve mânevî kıvamla öyle doluydular ki;
O yıldız şahsiyetler; önlerine gelen her şeyi sönükleştirip, silikleştirip tesirsiz hâle getirdiler. Kendileri câzibe merkezi oldular. Hakkı ve hayrı tevzî ederek, herkesi hayran bıraktılar. Ahsen, ecmel ve ekmel ölçülerinde yaşayarak, hakikate, güzelliğe, olgunluğa aç ve teşne olan insanlığı Kur’ân’a ve Hazret-i Peygamber’e pervâne eylediler.
Çünkü onlar, her zerrelerine Kur’ân ve Sünnet hakikatini doldurmuş bir hâlde idiler. Değil dışarıdan tesir almak, ruhlarından her cihete rahmet taşırır vaziyetteydiler.
Bu kıvâmı elde edebilmek husûsunda mühim bir noktayı Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle beyan buyuruyor:
“Kim Kur’ân’ı küçük yaşlarda öğrenirse Kur’ân onun etine ve kanına işler.” (Kenzü’l-ummâl, I, 532)
Kur’ân’ın insanın etine ve kanına işlemesi, kişinin âdetâ rûhuna, varlığının şifrelerine nüfûz etmesi; Kur’ân inanç ve muhabbetinin şuur altına yerleşmesi diye tefsir edilebilir.
Diğer yandan unutulmamalıdır ki, kulluk beşikten mezara kadardır. Son nefese kadardır. Kalbi, gaflet ve kasvetten korumak, çocuklar kadar yetişkinler için de zarurettir.
Her yaşta, her çağda;
Câhiliyyeden, Hazret-i Peygamber’e hicret etmek şart…
HİCRETSİZ OLMAZ!..
Sahâbenin Allah ve Rasûlü için, dînini yaşayabilmek için; malı-mülkü, eşi-dostu geride bırakıp hicret etmesi gibi, bugün de her mü’min, Allâh’ın yasakladığı şeyleri terk ederek, gerekirse bu uğurda fedâkârlık ve ferâgatler sergileyerek âhiret endişesi içerisinde yaşamalıdır.
Eğitim ve terbiye sahasında, bu mânâda hicrete bilhassa riâyet şarttır.
Mâneviyattan uzak, sadece maddî cazibe unsuru hâlinde marka olmuş birtakım eğitim müesseseleri; mü’min gönüllerde hiçbir kıymet taşımamalıdır. Zira öyle ruhsuz eğitimler, kalplere zehir saçmaktadır. Hâlbuki kalplerimiz mâneviyat ve mukaddesâta muhabbet beslemeli; bulanık adreslere hayran olunmak gafletine düşmemelidir.
Hâsılı, evlâtlarımızın terbiyesinde, sözü «biz» söylemeliyiz. Söylediğimiz söz, uyguladığımız program, okuttuğumuz kitap, takip ettiğimiz metot; bizi biz yapan kıymetler muhtevâsında, Kur’ân ve Sünnet ekseninde olmalıdır.
Ehl-i dünyanın; cehenneme götüren patika yolları, cennet yoluymuş gibi allayıp, pullayıp, câzibedâr göstererek pazarlamalarına karşılık; iki cihanda hakikî huzur ve saâdetin yegâne yolu olan İslâmî hayatı çocuklarımıza sevdirmenin güzel güzel yollarını aramak, bulmak, uygulamak îcâb eder.
Evlâtlarımıza; iffetin huzûrunu, kanaatin zenginliğini, tevâzuun asâletini, sabır ve sebatın nihâî lezzetini, cömertliğin zevkini, merhametin hazzını, Hakk’a sadakat ve teslîmiyetin, bâtıl binlerce zincirin esâretinden kurtulmak demek olduğunu, vazife ve mes’ûliyeti yerine getirmenin sağladığı vicdan rahatını, fetih ve zafer heyecanını… kazandırabilirsek, dünyanın süflî ve fânî câzibeleri onlara tesir etmeyecektir.
Ez-cümle, Mehmed Âkif’in dediği gibi;
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.
Çocuklarımızı güzelce terbiye etmek husûsunda her fırsat ganimet bilinmelidir. Bilhassa çocukların vakitlerinin de müsait olduğu, yaz mevsimlerinde; ciddiyetle bu sahada gayretler göstermek zarurîdir…
Aslında Kur’ân ve Sünnet ekseninde bir terbiye için, yaz mevsiminde üç-beş hafta asla kifâyet etmez. Evlâtlarımızın çocukluk ve gençlik mevsimlerinin tamamını; Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında geçirebilmeleri için gayret etmek, şartları oluşturmak mecbûriyetindeyiz. Ancak buna çeşitli sebeplerle fırsat bulamayanlar, evlâtlarını yetiştirme mes’ûliyetlerinin en azından bir kısmından kurtulmak için yaz mevsimlerini ganimet bilmeliler. Bilhassa başlı başına Kur’ân mevsimi olan Ramazân-ı şerîfin yaz aylarına tesadüf etmesi de, bu hususta bir başka fırsat bilinmelidir.
Yaz sıcakları; rehâvet, gevşeklik, tembellik ve üşengeçliğe asla bahane teşkil etmemeli; bilâkis, Tebük Seferi’nde sıcağı bahane ederek müslümanların mâneviyâtını bozmak isteyen münâfıklara Kur’ân’ın verdiği cevap hatırda tutulmalıdır:
CEHENNEM ATEŞİ DAHA SICAK!
Tebük Seferi’nin hazırlıkları, hem şiddetli yaz sıcağında, hem de hurmaların toplandığı, iş-gücün yoğun olduğu bir zamanda gerçekleşmişti. Bu sebeple tembel ve korkak münâfıklara bunlar bahane olmuştu. Tezvîrâta başladılar. Âyet-i kerîmede bu hususta şöyle buyuruldu:
فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلَافَ رَسُولِ اللّٰهِ وَكَرِهُوا اَنْ يُجَاهِدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ ف۪ٖى سَبٖ۪يلِ اللّٰهِ وَقَالُوا لَا تَنْفِرُوا فِى الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ اَشَدُّ حَرًّا لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ
“Allâh’ın Rasûlü’ne muhalif olarak (savaştan) geri kalanlar, oturup kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin görerek; «Bu sıcakta (savaşa) çıkmayın» dediler. De ki: «Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir.» Bir kavrayıp anlasalardı…” (et-Tevbe, 81)
BİR ANLASALAR!..
Kendi nefsimizi terbiye ederken de, evlât ve talebelerimizi yetiştirirken de karşılaştığımız en büyük zorluk; muhatabımızın meselenin ciddiyetini idrâk edememesidir.
Demek ki, terbiyenin ilk adımı; idrâk ettirmek, anlamasını sağlamaktır.
Evlâtlarımıza dînî ve uhrevî mevzular öyle samimî, hakikî ve ihlâslı şekilde hissettirilmeli ki; hayırlı, sâlih amellerle meşgul olduklarında, cennet nimetlerini görür, tadarcasına bir lezzet alabilmeliler. Bir kötülüğe yaklaştıklarında ise cehennemin sıcaklığını hissetmeliler.
Nitekim, Fatih zamanında yaşanan, o devirde evlâtların nasıl iffet kahramanı şahsiyetler olarak yetiştirildiklerinin şahidi olan şu hâdise; terbiyedeki hakikî neticenin müthiş bir misâlidir:
Fatih Sultan Mehmed devrinde papazlar, Osmanlı toplumunun mâneviyâtını ölçmek için, birtakım müşâhedelerde bulunduktan sonra; gençliğin iffet ve nezâhetini sınamak için, kızlarını akşam vaktinde bir medreseye gönderdiler. Kızlar, kapıyı açan gençlere;
“–Hava karardı, yolumuzu kaybettik. Bizi bu gece misafir eder misiniz?.. Çaresisiz…” dediler.
Talebeler, düşünüp taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra, araya bir perde gerip mangal başında sabahladılar. Sabahleyin de kızları yolcu ettiler.
Papazlar, kızlarına merakla delikanlıların ne yaptığını sordular. Onlar da, olan biteni şöyle anlattılar:
“–Kendi yerlerini bize terk ettiler. Kendileri odanın ucuna çekildiler. Ortadaki mangal ateşini ellerine alıp bırakıyorlar, birbirlerine dehşetle;
«Rabbimiz bizleri cehennem azâbından korusun!. Bizleri, ânı istikbâlle değiştiren ahmaklardan eylemesin!.» diyorlardı. Bizlere dönüp bakmıyorlardı bile…”
İşte, cehennemin ateşinin, dünyanın her türlü ateşinden daha şiddetli, daha dayanılmaz olduğunun en güzel idrâki… Bu idrak karşısında, ne iradeyi ayaklar altına alan şehvet ateşi sözünü geçirebiliyor, ne de şeytanın alevli, davetkâr nefesi…
Bu idrâki kazandıracak en mühim hakikat, ölümün sessiz kelimeleridir. Her fânîyi bekleyen ölümü, hatırda tutmak, onu her seher tefekkür etmek, kabirde yalnız kalmamayı, ardında sadaka-i câriye vasfında evlâtlar ve hizmetler bırakmayı düşünmek, insanı hayra teşvik edecek, şerden alıkoyacak en mühim âmillerdendir.
Kıymetli okuyucularımız,
Hayatı; bu idrâkin yüce bir tecellîsi ile yaşayarak huzûr-i ilâhîye yüz akı ile göçen muhterem pederim Musa Efendi Hazretleri’nin Hakk’a irtihallerinin 12’nci sene-i devriyesindeyiz.
Bu vesileyle;
Kendilerini hayırla ve rahmetle yâd eder ve siz değerli okuyucularımızdan muhterem üstâdımızın mübârek rûh-i şerifleri için üç İhlâs-ı şerif ve bir Fâtiha-yı şerîfe istirham ederiz.
Yâ Rabbî!
Bizleri, hakikati idrâk eden kullarından eyle!..
Gül-i Gülzâr-ı Nübüvvet olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in feyiz ve rûhâniyetinden ayırma. Yapma çiçeklerin, sahte esansların, boyadan ibaret yaldızların meftûnu eyleme!.. Bizleri صِبْغَةُ اللّٰه ile, Hak boyasıyla boyanan sâlih kullarından eyle!..
Bizleri ve nesillerimizi, âhirzamanın fitnelerinden, cehennem yolunu cennet, cennet yolunu cehennem gösteren Deccal fitnesinden emîn eyle!..
Bizi sırât-ı müstakîm üzere yaşat… Sâlihler zümresiyle haşret yâ Rabbî!..
Âmîn!..