Ebedî Fecre
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Ocak, Sayı: 203
NEREDEN?
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in oruçlu olduğu, uzun ve sıcak bir yaz günüydü. Şeddâd bin Evs’in kız kardeşi Ümmü Abdullah -radıyallâhu anhâ-, iftar vaktinde Efendimiz’e bir kâse süt gönderdi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sütü getiren kişiyi Ümmü Abdullâh’a geri gönderip;
“–Bu sütü nereden buldun?” diye sordurdu.
Ümmü Abdullah;
“–Kendime ait olan koyundan…” şeklinde cevap gönderdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tekrar;
“–Bu koyunu nereden buldun?” diye sordurdu.
Ümmü Abdullah da;
“–Onu kendi paramla satın almıştım.” diye cevap gönderdi.
Allah Rasûlü bu cevaplardan sonra sütü kabul etti.
Ertesi gün Ümmü Abdullah -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’in yanına gelerek iftar saatindeki suallerin hikmetini sordu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona şu cevabı verdi:
“İşte rasûller bununla emrolundular. Bizler, ancak helâl ve temiz olanı yemekle ve ancak sâlih amel işlemekle emrolunduk.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 10/291)
Rasûlullah bir başka hadîs-i şerifte de şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ temizdir; sadece temiz olanları kabul eder. Allah Teâlâ peygamberlerine neyi emrettiyse mü’minlere de onu emretmiştir.
Cenâb-ı Hak peygamberlere;
«Ey peygamberler! Temiz ve helâl olan şeylerden yiyin, güzel ve sâlih ameller işleyin!» (el-Mü’minûn, 51) buyurmuştur.
Mü’minlere de;
«Ey îmân edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin.» (el-Bakara, 172) buyurmuştur.” (Müslim, Zekât, 65; ayrıca bkz. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 3)
GIDÂ ve AMEL İRTİBATI
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in her iki hadîs-i şerifte de işaret buyurduğu Mü’minûn Sûresi’deki âyette;
كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحًاۜ
«•Temiz ve helâl olan şeylerden yiyin!
- Güzel ve sâlih ameller işleyin!» ifadeleri arka arkaya zikredilmiştir. Müfessirler şu mütalâada bulunmuşlardır:
“Âyette; sâlih amelin, helâl gıdâdan sonra ve onun hemen ardında zikredilmesi, sâlih ameller işleyebilmenin, helâl ile beslenmenin neticesi olduğuna delâlet etmektedir.” (Râzî, Mefâtîhü’l-Gayb; Bursevî, Rûhu’l-Beyân, el-Mü’minûn, 51)
Yani, sâlih amel işleyebilmenin şartı, helâl ile beslenebilmektir.
Çünkü;
Haram lokma; rûhî inkişâfa, kalbî terakkîye ve maddî-mânevî fütuhâta engel teşkil eder; gaflet ve günahların sermâyesi olur.
Lokma; haram veya şüpheli ise mânevî hayata zehir saçar. Kalbe kasvet, ibâdetlere karşı üşengeçlik ve Allah yolundaki hizmetlere karşı tembellik verir.
Buna mukabil;
Yenilen lokmalar helâl ise o da gönül feyzini ziyadeleştirip rûhâniyeti takviye eder. Sâlih amellere rağbeti artırır, bedenle birlikte rûha gıdâ, sadra şifâ olur.
İnsan rûhuna en çok tesir eden iki müessir vardır.
- Birincisi, ülfet ettiği kimselerin kalbî / mânevî durumu,
- İkincisi de yediği lokmaların helâliyet derecesidir.
KAZANCI MURÂKABE
Lokma ve gıdâ olarak zikredilse de, bütün kazanç ve harcamaları buna dâhil olarak düşünmek gerekir.
İnsan, hayâtiyetini sürdürmek için gıdâya muhtaçtır. Çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak için rızık aramak ve bakmakla mükellef olduğu yakınlarının nafakasını temin etmek, bir mü’minin vazifesidir.
Mü’minin; bu vazifeyi edâ ederken, kazancının helâliyetine çok dikkat etmesi gerekir.
Ashâb-ı kiram, tıpkı Peygamber Efendimiz’in gösterdiği gibi gıdâlarının ve kazançlarının helâliyetine yüksek bir hassâsiyet göstermişlerdir.
Meselâ;
Hazret-i Ebûbekir; hizmetçisinin getirdiği bir gıdâyı yemişti. Her zaman önce sorar ve teftiş ederdi. Lâkin bu sefer unutmuştu, yedikten sonra sordu. Onu gayr-i meşrû yoldan elde ettiğini öğrenir öğrenmez, parmağını boğazına sokarak, kendisini bütün meşakkatine rağmen zorla istifrâğ ettirdi. Bu can yakan zahmetin sebebini soranlara, Rasûlullah Efendimiz’den işittiği şu hadîs-i şerif ile cevap verdi:
“–Canımın çıkacağını bilseydim, yine de o lokmayı çıkarırdım. Çünkü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
«Haramla beslenen vücudun müstehak olduğu yer, cehennemdir!»” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26)
Tasavvufu; «İslâm’ı Fahr-i Kâinât Efendimiz ve ashâbının yaşadığı üzere, zâhiri ve bâtınıyla, feyiz ve rûhâniyetle yaşamak» olarak gören Hak dostları da, gıdâ ve kazanç husûsuna büyük bir titizlik ve îtinâ göstermişlerdir.
Mevlânâ Hazretleri; gıdânın, mânevî hayata tesirini şöyle ifade eder:
“Bu seher benden ilham kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi.
- Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar.
- Aşk da merhamet de helâl lokmanın mahsûlüdür.
- Nur ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.
➢Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.”
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’nin, helâle riâyet ve dikkati de emsalsizdi.
Nakşibend Hazretleri, yiyeceğini bizzat kendi ziraatinden elde ederdi. Her sene bir miktar arpa, biraz börülce ve zerdali yetiştirirdi. Ziraat yaparken kullanılan hayvanların, tarlanın, tohumun ve suyun helâl olması husûsunda çok ihtiyatlı davranırdı. Bu sebeple pek çok âlim, teberrüken (ve şifâ niyetiyle) onun helâl yemeğinden yiyebilmek için sohbetlerine iştirâk ederdi.
Bir defasında mânevî hâllerinin kaybolduğundan yakınan bir talebesine şu tavsiyede bulundu:
“–Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını iyi araştır!”
Talebe gidip araştırdığında, yemeği pişirdiği ocakta helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yaktığını anladı ve hemen tevbe etti.
Gıdânın tesiri hakkında şu kıssa anlatılır:
Abbâsî halîfeleri; Ebû Hanîfe ve Süfyân-ı Sevrî gibi âlimleri kendi idarelerinde kadı yaparak, onların nüfuzlarından istifâde etmeye çalıştılar. Onlar ise ilimlerinin, zulme âlet edilmemesi için bundan uzak durdular.
Halîfe Mehdî, böyle bir âlimi huzûruna getirtip şunu söyler:
“–Şu üç şeyden birini mutlaka yapacaksın!
- Ya teklif ettiğim kadılık vazifesini kabul edeceksin!
- Ya evlâtlarımın hocalığını kabul edeceksin!
- Yahut da benimle oturup bir yemek yiyeceksin.”
Âlim bir müddet tefekkür eder, oturup bir öğün yemek yemenin diğerlerinden daha hafif olduğu zannıyla onu seçer.
Halîfe, sarayın aşçısına husûsî tâlimatlar verir. En leziz yemeklerini ister.
Görülmüştür ki; bu âlim bir müddet sonra, halîfenin diğer iki talebini de kabul etmiştir. (Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nübelâ, VIII, 207)
ŞÜPHELİLERDEN DE UZAK DURMALI
Haram olan hususlar sayılı ve mahduttur ve haramın dışındaki her şey, prensip olarak helâl ve mubahtır.
Ancak çeşitli mahzurlar, mubah görülebilecek birçok şeyi; şüpheli, netâmeli hâle getirebilir ve onları tayyib / gönül hoşnutluğuyla temiz ve helâl olmaktan çıkarır. Bunlardan da sakınmaya «verâ» denmiştir.
Bizzat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, helâl ve haram arasında şüpheli hususların bulunduğunu ve bunlardan da sakınmak gerektiğini şöyle beyan buyurmuştur:
“Şüpheli hususlardan sakınanlar, dînini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli hususlardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalar.” (Buhârî, Îmân, 39, Büyû’, 2; Müslim, Müsâkat, 107, 108)
Böyle şüpheli ve netâmeli mevzularda; bunları câiz gören, helâl sayanların varlığına da aldanmamak gerektiğini şöyle îkaz buyurmuştur:
“Müftîler (fetvâ verici kişiler) fetvâ verse de sen kalbine bak! (Vicdanının sesini dinle!)” (Ahmed, IV, 194)
Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-, zâhiren helâl olan birtakım şüpheli hususlardan sakınmanın ehemmiyetini şöyle bildirir:
“Benimle haramlar arasında, yırtamayacağım bir perde olmasından hoşlanırım.”
Tâbiînden Meymûn bin Mihrân âdetâ bu sözü şerh ederek şöyle der:
“Bir kimse; kendisiyle haramlar arasına, helâllerden oluşan bir perde / bir engel çekmedikçe, helâller yönünden selâmette olamaz.” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, IV, 84)
Hak dostları, gönül dünyalarını muhafaza etmek için gıdâ ve kazanç dünyalarını bu şüpheli şeylerden de muhafaza etmişlerdir.
Zira bu titizliği göstermemenin âkıbeti;
- İbâdetlerin kabul edilmemesi,
- Arzu edilen feyiz ve rûhâniyetin hâsıl olmayıp, kalbin kasvete dûçâr olması,
- Mânen terakkî edilememesi olacaktır.
Nitekim hadîs-i şerifte buyurulur:
“Kim bu Beyt’i, haram kazançtan elde ettiği parayla ziyaret ederse Allâh’a itaatten çıkmış olur. Böyle bir insan hacca niyet eder, ihrâma bürünerek bineğinin üzengisine ayağını basıp devesini hareket ettirdikten sonra;
«Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:
«Lâ lebbeyk! Sana ne lebbeyk ne de sa‘deyk! (Sen huzurdan retsin) Çünkü senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır. Hiçbir sevap almadan günahkâr olarak dön! Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı da üzüntüye gark ol!»
Fakat kişi helâl parayla hac yolculuğuna çıkar, bineğinin üzengisine ayağını basıp onunla hayvanını hareket ettirir ve;
«Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:
«Lebbeyk ve sa‘deyk! Sana icâbet ettim. Çünkü senin bineğin helâl, elbisen helâl, azığın helâldir. Haydi çok büyük sevaplar elde etmiş ve hiç günaha girmemiş olarak dön! Seni memnun ve mesrûr edecek şeyle karşılaşacağın için sevin!»” (Heysemî, III, 209-210)
TERAKKÎ ŞARTI
Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- bu hususa şöyle dikkat çeker:
“Namaz kılmaktan zayıflayıp yay gibi, oruç tutmaktan eriyip çivi gibi olsanız da, haram ve şüphelilerden kaçınmadığınız takdirde, Allah o ibâdetleri kabul etmez.”
Emîr Külâl Hazretleri de aynı hakikati şöyle ifade eder:
“Geceleri ibâdetle geçirseniz ve açlıktan beliniz keman teli gibi incelse bile, lokma ve hırkanız helâl olmadığı müddetçe maksada ulaşamazsınız!”
İşte bu hassâsiyetle, Hak dostları kazanç ve gıdâda çok ince noktalara kadar dikkat etmişlerdir:
Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri, Hızır -aleyhisselâm- ile mânen görüşerek, onun terbiyesinde ikmâl olmuştu. Bir gün Hızır -aleyhisselâm-, Gucdüvânî Hazretleri’nin ikrâm ettiği yemekleri yemez ve sofradan kendisini geriye çeker. Abdülhâlık Gucdüvânî -rahmetullâhi aleyh- hayretle;
“–Bunlar helâl lokmalardır; niçin yemiyorsunuz?” der.
Hızır -aleyhisselâm- ise şu cevabı verir:
“–Evet, helâl lokmalardır; lâkin pişiren, öfke ve gafletle pişirmiştir.”
Âhiretin unutturulmaya çalışıldığı, âdetâ 15 asır evvelki câhiliyyenin ve geçmişte helâk olan kavimlerin bütün azgınlıklarının yeniden zuhûr ettiği devrimizin câhiliyyesinde, kazanç ve gıdânın helâliyeti çok büyük bir ehemmiyet arz eder hâle gelmiştir.
Peygamberimiz’in îkāz ettiği şu zamanlar maalesef gelmiştir:
“Öyle bir zaman gelir ki; kişi malını helâlden mi, haramdan mı kazandığına hiç aldırış etmez.” (Buhârî, Büyû, 7, 23)
YAPMAMIZ GEREKENLER
Bir mü’min, kazanç ve gıdâsını şöyle murâkabe etmelidir:
- Eğer işçi, memur gibi maaşlı çalışıyorsa;
➢Kazancın helâl olması için, iş akdine uygun hareket etmesi gerekir. Mesai saatlerine riâyet edip, vazifelerini olması gerektiği şekilde yerine getirmesi îcâb eder.
- Ticaret ile meşgul olan kişinin;
➢Dînimizin muâmelât husûsundaki ahkâmını öğrenmesi lâzımdır.
Şunlar kazanca haram katar ve onu kirletir:
➢Gabn-i fâhiş (muhatabın bilgisizliğini istismâr ederek onu alışverişte kandırmak, malını değerinin altına almak veya bilgisiz müşteriye değerinden yüksek fiyatla mal satmak)
➢İhtikâr (karaborsa ve stokçuluk): Bir mal piyasada azalınca, ona talep de varsa fiyatı artar. Bu artışı sun‘î bir şekilde oluşturmak için, elindeki -husûsen herkesin ihtiyaç duyduğu malı- satmayıp daha yüksek kâr elde etmek için saklamak haramdır.
Fâiz, rüşvet, alışverişte yalan yere yemin etmek, malın kusur ve ayıplarını gizlemek, imkânı olduğu hâlde borcunu vaktinde ödememek, çalışanlarının alın terini ödememek gibi günah ve haramların hepsi, kazancı kirletir.
Bir de zâhiri itibarıyla meşrû bir ticaret gibi görünse de, bâtını itibarıyla gayr-i meşrû hâle düşen durumlar vardır.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِۖ
“…Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın!..” (el-Mâide, 2)
Dolayısıyla, meselâ;
- Bir mü’min, orada şerîate aykırı bir iş yapılacağını bile bile dükkânını kiraya verirse, kazancını kirletmiş olur. Çünkü günaha destek olmuş olur.
- Sokakta giyilmesi dînimizce câiz olmayan kıyafetleri îmâl etmek ve satmak da aynı şekilde, o günahlara ortak olmak mâhiyetindedir.
- Çalışma yerlerinde dînimizin kaidelerinin yaşanmasına riâyet etmek gerekir. Riâyetsizliklerin her biri; kazancımıza bereketsizlik ve bulanıklık olarak akseder.
GÖZ HAKKI
Bilhassa gıdâ husûsunda, şu noktalara da riâyet gerekir:
Ecdâdımız, gıdâ maddelerini teşhir ederek satmayı asla uygun bulmazdı. Bizim gençliğimizde dahî; lokantalarda yemeklerin bulunduğu kısım, teşhir edilmez, bir perde ile örtülü tutulurdu; «Alamayan, gücü yetmeyen nicelerinin gözleri takılır, göz hakkı kalır, vebâle gireriz.» diye endişe edilirdi.
Günümüzde ise, gıdâlar vitrine ediliyor. Reklâmlarla teşhir ediliyor. Sonra bunları yiyenler, belki de farkına varmadan birçok rûhî rahatsızlığa dûçâr oluyor. Bereketi, feyiz ve rûhâniyeti kaybediyor.
Geçmişte;
Evlerde bugünkü gibi fırınlar olmadığı için, bazen mahalle fırınına börek ve benzeri yiyecekler pişirilmek üzere tepside götürülürdü. Bunların üzeri de bir örtü ile kapatılır, pişiren fırıncıya ise; «Kokusunu aldı, hak geçti.» diye mutlaka ondan bir parça ikrâm edilirdi.
Kokudan ne olur diye hafife almamak gerekir. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurmuştur:
“Komşunuza yemek kokusuyla eziyet etmeyin!” (Beyhakî, Şuab, VII, 83)
Bu eziyet; kötü kokan gıdâlarla olabileceği gibi, güzel kokan gıdâlarla canını çektirmek şeklinde de meydana gelebilir.
Evlerin balkonlarında, kır ve park gibi yerlerde dışarıya duman ve kokusunu veren mangal yapmak da, bu hassâsiyetlerin çiğnenmesine sebebiyet verir.
Dışarıda mahrumların gözleri önünde teşhir edilmiş gıdâları yemek, kalbe kasvet getirir.
DIŞARIDAN
Zamanımızda gıdâ husûsunda yaşanan bir mahzur da «dışarıdan hazır yeme» alışkanlığının artmış olmasıdır. Hâlbuki yemeklerin hânelerde pişirilmesinde; tevâzu, kanaatkârlık, iktisat ve bereket vardır.
Dışarıdan alınan yiyecekler husûsunda şunları düşünmek lâzımdır:
- Bu gıdânın muhtevâsı İslâmî usûllere uygun hazırlanmış mıdır? Et varsa besmeleyle kesilmiş midir? -Allah muhafaza- içinde, haram ve şüpheli katkı maddeleri var mıdır?
- Bu gıdâyı hazırlayanların kalbî vaziyeti nasıldır? Temizlik hassâsiyetleri ne durumdadır?
- Bu yemeklerin kokularıyla beraber kapıya gelene kadar, taşıyan kişiden komşulara varıncaya nice nazarlara uğraması, onların canlarını çektirmesi ve belki nazar değmesine sebebiyet verebilecek birtakım menfî duygulara sevk etmesi bizi düşündürmeli değil midir?
Tamamıyla helâl ve temiz olsa da, gıdâ husûsunda yine de bir riyâzat zarûrîdir.
YEMEKTE ÖLÇÜ
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:
“Hiçbir kişi, midesinden daha tehlikeli bir kap doldurmamıştır.
Oysa insana kendini ayakta tutacak birkaç lokma yeter.
- Şayet mutlaka çok yiyecekse;
➢Midesinin üçte birini yemeğe,
➢Üçte birini içeceğe,
➢Üçte birini de nefesine ayırmalıdır.” (Tirmizî, Zühd, 47)
Gıdânın fazlası, nefsânî arzuların gereğinden fazla kuvvetlenmesine sebebiyet verir. Ayrıca lüzumundan fazla yemek, o yemeği çöpe atmaya benzer bir israftır.
Zamanımızda birçok hastalığın da haddinden fazla yemekten kaynaklandığı herkesçe kabul edilmiş bir hakikattir.
Mü’min, harcamalarını kâfî ölçülerde tutup, artanı infâk etme gayretinde olmalıdır. Yemeği şükür ve kalp uyanıklığı ile yemelidir.
Yûsuf Hemedânî -kuddise sirruhû- buyurur:
“Lokma yemek, tohum ekmek demektir. Tohumu feyizli bir idrâk içinde ve yanık olarak atmak gerekir ki gıdâ, ibâdetlere enerji ve kuvvet olsun!”
Yaklaşan üç aylar ve Ramazân-ı şerif, oruçla yani gıdâyı günün bir kısmında kesmek sûretiyle, nefsâniyetin terbiye edilmesi ve rûhâniyetin inkişâf edilmesine hizmet etmek için Rabbimiz tarafından lutfedilmiştir.
Âhireti unutturmaya çalışan günümüz câhiliyyesinde ise, insanlara, sadece nefsânî arzularını tatmin için yaşamak telkin edilmektedir. Yiyip içmek ve şehvetten ibaret bir hayat…
Filibeli Ahmed Hilmi Efendi’nin tespit ettiği gibi:
“Bu âlem;
Âkıller için seyr-i bedâyî,
Ahmaklar için yemekle şehvet!”
Yani;
“Akl-ı selîm, kalb-i selîm sahipleri için bu cihan, Cenâb-ı Hakk’ın eşsiz sanatının temâşâ ve tefekkür edileceği bir mekteptir.
Âhireti bırakıp dünyaya sarılma ahmaklığını gösterenler için ise, bu dünya yemek ve şehveti giderme yurdundan ibarettir.”
Hazret-i Mevlânâ; bu gafillerin hâlini, tebessüm ettirici olduğu kadar, düşündürücü olan şu teşbih ve tespitle anlatır:
“Öküzün biri, ansızın Bağdat’a geldi ve şehri bir baştan öbür başına kadar dolaştı. Fakat gözü, yalnız kavun ve karpuz kabuklarını gördü!
(Eşsiz bir medeniyet merkezi olan Bağdat’ın muhteşemliğini ve Dicle’nin o müstesnâ güzelliğini göremedi.)
Öküzler ve merkepler; ya yola dökülüp saçılan samanlara ya ayak altındaki çayır ve çimenlere yahut da bir kenara atılmış karpuz ve kavun kabuklarına düşkündürler!
(Onlar nefsânî arzularına mağlûp oldukları için, kâinatta sergilenen ilâhî sanatın ihtişâmına karşı âmâ kesilirler.)” (Mesnevî)
Yani bedenî ve nefsânî arzuların tatminine teksif olmuş bir insan, mâneviyat tarafında hantallaşır.
Nitekim oruç ibâdetinin hikmet ve fazîletinde ifade edildiği üzere, insanın, aç olduğunda şefkat ve merhameti artar.
Dolayısıyla;
Kalbî rikkate sahip bir mü’min, aç ve bîilâç komşularının, muhtaç fukarânın varlığından haberdar olduğu için de, tıka basa yemek yiyemez.
RÛHU DOYURMAK
Kendisine sürekli ganîmetler ve hediyeler geldiği hâlde, eline geçeni derhâl ashâb-ı suffaya, fakir-fukarâya gönderen bu sebeple de Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in beyanıyla üç gün üst üste buğday ekmeği yiyememiş olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâli, bir mü’min için en güzel nümûnedir.
Beden ve nefis, yemekle doyar. Ruh ve kalp ise, yedirmekle huzura ve itmi’nâna erer. Peygamberimiz, açları doyurmakla doyardı. Onları doyurmadıkça, kendisine yemek yemek tatlı ve huzurlu gelmiyordu.
Peygamberimiz’i karda bir ayak izini takip edercesine bir sadâkatle takip eden Hak dostları da dâimâ bu cömertlik ve îsâr içinde yaşadılar.
Muhammed Bâkî Billâh -rahmetullâhi aleyh- insanlara ve hayvanlara karşı çok merhametliydi. Lâhor’da kıtlık olduğu bir devirde kendisine yemek getirenlere;
“–İnsanlar açlıktan can verirken bizim yemek yememiz münasip değildir.” diyerek gelen yiyecekleri fakirlere gönderdi.
Dâvûd-i Tâî -kuddise sirruhû- Hazretleri de, kendisine yemek getiren talebesine, o yemeği aç ve muhtaç yetimlere götürmesini söyledi.
“–Siz de ne zamandır yemediniz efendim.” diye ısrar eden talebeye şu mânidar cevabı verdi:
“–Evlâdım! Bu eti ben yersem bir müddet sonra dışarı çıkar.
Fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya çıkar!..”
Elbette gıdâ husûsunda da îtidâli elden bırakmamak gerekir. Nefsimizin üzerimizdeki hakkı, onu sıhhat ve afiyet içinde tutmamızdır.
Bilhassa bugün; son derecede elzem olan irşad ve gayret faaliyetlerini yerine getirecek bir kuvvet ve dinçlik içinde bulunmak; «Riyâzat yapıyorum…» iddiasıyla bir kenarda âciz ve bîtap düşmekten hayırlıdır.
GELDİĞİ YERE YÖNELİR…
Şurası da unutulmamalıdır ki;
Bir malın infâk edilebilmesi için, helâlden kazanılmış olması gerekir. Bu hükmen de böyledir, mânen de böyledir.
Haramdan geldiği bilinen kazançtan zekât verilemez, hayır-hasenat yapılamaz, yapılsa da kabul olmaz.
Diğer taraftan, kazanç helâl değilse, hayrâta gitmez.
Çünkü, zannedildiğinin aksine;
- İnsanın para üzerinde iradesi yoktur;
- Paranın insan üzerinde iradesi vardır.
Yani eğer para;
- Helâl ve temiz kaynaklı ise, helâle ve hayrâta yönelir.
- Eğer kazanç; bulanık ve karışık yerlerden geliyorsa, gittiği cihet de bulanık ve karışık olur. Biraz isrâfa ve yanlış yollara, biraz da hayır-hasenâta gider.
- Eğer kazanç, haramdan geliyorsa, o para haram ve sefâhate gider.
Bu sebeple; kazancının mâhiyetini merak eden bir insanın, parayı nereye sarf ettiğine bakması kâfîdir.
Hâsılı mü’min; yemesinde, içmesinde, amelinde, işinde, kazancında ve harcamasında dâimâ hadîs-i şerifteki şu tarif içinde olmalıdır:
“Mü’min, bir bal arısına benzer.
- Temiz olanı yer (yani helâl yer),
- Temiz olan şeyler ortaya koyar (yani Hakk’ın rızâsına uygun olan işleri yapar, sâlihlerle, sâdıklarla beraber olur, infâk eder, faydalı olur),
- Konduğu yeri ne kırar ne de bozar (orayı ihyâ eder).” (Ahmed, II, 199)
Cenâb-ı Hak kazancı ve lokması helâl olanlardan eylesin. Kazancımıza haberimiz olmadan bulaşan bir şüpheli varsa, onları infaklarımızla temizleyebilmemizi nasîb eylesin.
Kalplerimizi helâl ile yumuşatıp, her türlü imkânımızla Allah yolunda infâk ehli olmamızı nasip buyursun.
Âmîn!..