DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
BİZİM İÇİN RAHMET FIRSATLARI
Şimdi bu kâinat bir ibret. Bir rahmet tecellîsi. Cenâb-ı Hak insana bu rahmeti ikram ediyor. Rasûlullah Efendimiz; O da bir rahmet.
وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
(“(Rasûlüm!) Biz Senʼi âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107]) buyruluyor. Bizi nefsânî arzularımızdan kurtarıyor, bizi selâmete çıkartıyor bizi Cennet yolcusu olarak. Bize Rasûlullah Efendimiz bir rehber hâlinde. Cenâb-ı Hak:
“Senʼi ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107) buyuruyor.
Kur’ân-ı Kerîm bir rahmet.
اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
(“Rahmân Kurʼânʼı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 1-4])
Kur’ânʼı, Rahmân (Allah) öğretti, buyruluyor. İnsanı yarattı. İnsana beyânı öğretti. Sırlar, hikmetler, eşyanın isimleri, hep insana öğretildi.
Yine:
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ buyuruyor.
“Biz Kur’ânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminlere şifâ ve rahmettir…” (el-İsrâ, 82)
Demek ki kâinât bir rahmet tecellîsi.
Rasûlullah Efendimiz insanda bir rahmet tecellîsi.
Kur’ân-ı Kerîm kelâmda bir rahmet tecellîsi.
Cenâb-ı Hak insanın da bir rahmet insanı olmasını (istiyor). Yani bir, yüreğinden bir rahmet taşıracak. O şekilde bir müʼmin olacak, Cenâb-ı Hakʼla dost olacak.
İşte deminki âyet; hayatın/ömrün üç safhasında da; “…Melekler inecek; «Korkmayın, üzülmeyin (o rahmet insanına) Allâhʼın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.» diyecekler.” (Fussilet, 30)
Rahmet insanı olabilmemiz için birinci şart:
Rahmetin tefekkür dünyamıza yansıması.
Rahmetin tefekkür dünyamıza yansıması. Yani nîmetleri tefekkür.
Cenâb-ı Hak:
“…Nîmetlerimi sayamazsınız…” (İbrahim, 34) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak bizden ne istiyor rahmet insanı olmamız için? Aşk ile yaşanan bir îman istiyor. Bunun misallerini veriyor. Sihirbazları bildiriyor. Nasıl ölümü göze aldılar tevhîdi korumak için. Ashâbuʼl-Uhdûdʼu bildiriyor. Nasıl hendeklerde yanmayı göze aldılar, tevhîdi kurtarmak için.
Bizden de Cenâb-ı Hak, aşk ile yaşanan bir îman istiyor, rahmet insanı olabilmemiz için.
Beden ve kalp âhengi içinde ibadetler istiyor ki rûhâniyetimiz tekâkmül etsin. Mârifetullahʼtan bir hisse gelsin.
Hayranlık tevzî eden bir ahlâk yapımız ve muâşeret yapımız olmasını Cenâb-ı Hak arzu ediyor bizden.
Böyle, bu yapıda insanın tefekkürü nasıl olacak?
Cenâb-ı Hak yine âyet-i kerîmede;
“Onlar, ayakta dururlarken, otururken, yanları üzerindeyken, (her dâim) Allâhʼı zikreder (Allâhʼı unutmaz)lar. (İlâhî kameranın altında olduklarının idrâki içinde olurlar. Devamlı tefekkür hâlinde olurlar şu kâinatla.) Göklerin ve yerin yaratılmasını (derinden derine) tefekkür ederler. «‒Yâ Rabbi! Sen bu âlemi boşuna yaratmadın, Sen Sübhânʼsın (derler. Boş yere yaratmadın derler). Bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Demek ki kul, bir tefekkür hâlinde olacak:
“‒Ben bu dünyaya niye getirildim? Niye yaratıldım? Kimin mülkünde yaşıyorum? Bu çiçekler, binbir çiçek, lâleler, sümbüller, kimin için Cenâb-ı Hak halketti? Bu güzel manzarayı kimin için halketti? Bu binbir türlü sofralar kuruluyor bütün mahlûka, insana kurulan sofra en büyük ihsan. Yolculuğum nereye? Bu geliş niye? Bu gidiş niye? Ve kimin mülkünde yaşıyorum?..”
Demek ki kul, bunun bir idrâki içinde olacak. Ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken, yani hayatın her safhasında Cenâb-ı Hakkʼı unutmayacak. Cenâb-ı Hak bunun bir zıddını da bildiriyor Haşr Sûresiʼnde:
“Allâhʼı unutan, Allâhʼın da kendini unutturduğu kişiler gibi olmayın!..” (el-Haşr, 19) buyuruyor.
Demek ki Cenâb-ı Hak unutulmayacak ki bir yanlış olmasın. Besmele çekerek başlanmaz dedikoduya. Bir çelme takarken, bir yumruk atarken, bir kalbe diken batırırken besmele çekilmez.
Demek bunlar hep, Allah unutulduğu zaman böyle kötü hâller oluyor. Demek ki kul, kalp öyle bir frekansa gelecek ki,
وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ (“…Kalpleri titrer…” [el-Enfâl, 2])
Öyle bir Allah anıldığı zaman titreyecek ki, mâsiyete gitmeye, Allahʼtan uzaklaştıranlara gitmeye kalp gitmeyecek. Nasıl bir, elimizi ateşin içine sokmayız, kalp de kendisini ateşin içine sokmayacak.
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])
Dünyada tek, en büyük zevk, en büyük lezzet, kulun Cenâb-ı Hakʼla beraber olması. Bu da işte bir mesâi istiyor. Kalbî merhaleler istiyor.
Bütün Hak dostlarının sözcüsü Mevlânâʼdır, öyle ifade edilir. O, Selçuklu Üniversitesiʼnin (Medresesinin) bütün derslerinin dersiâmı/genel hocası iken, o hâline “hamdım” diyor. Bu kalbî tekâmül neticesinde “piştim” diyor. Kalpten ilâhî ufuklara manzaralar açılıyor. Ondan sonra “yandım” diyor.
Ondan sonra, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdeki manzaraları seyrediyor;
“Ben (diyor) Oʼnun (diyor) (yolunun) toprağının tozuyum (diyor). Kurʼânʼın bendesiyim.” diyor.
Bu neyle oluyor? Kalbî merhaleler neticesinde…
Velhâsıl, kul, şu içtiği suda bile “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Şu suyu bir besmeleyle, hamdeleyle…
Cenâb-ı Hak Vâkıa Sûresiʼnde;
“Ya (diyor) Biz bunu tuzlu olarak indirseydik…” (Bkz. el-Vâkıa, 70)
Ne yapardınız o zaman!? Nasıl şu su semâda yıkanıyor? Pis sular, iğrenç sular, kirli sular, nasıl böyle tertemiz Cenâb-ı Hak akıtıyor? Bütün toprak inbât ediyor oradan. Sen de o suyu içiyorsun.
Cenâb-ı Hak demek ki bizden ne istiyor? Hamd istiyor, şükür istiyor. Değişen şartlarda sabır istiyor. Teslîmiyet üzere bir hayat istiyor.
Düşünecek: Sayısız mahlûkat, denizde, karada, denizin her kısmında, görüp göremediği, melekler, cinler vs. şeytanlar… Hepsi Cenâb-ı Hakkʼın “el-Bârî, el-Musavvir” sıfatlarının tecellîsi. Hiçbiri örneği olmadan yaratıldı. Cihazları birbirine uygun olarak yaratıldı.
Bir mahlûkatın yediğini sen yiyemezsin. Onun midesinin kabul ettiğini senin miden kabul etmez. Her sisteme, her yaratılan mahlûka ayrı bir, Cenâb-ı Hak sistem verdi. “El-Bârî” sıfatı, “el-Musavvir” sıfatı. Ayrı ayrı hususiyetler verildi. Bâzı şeylerde zıt hususiyetler. Meselâ bir yılana baktığımız zaman; düz duvara tırmanıyor, ayak yok, kol yok. Ondan insan korkuyor. Derisini alıyor, derisini bir çanta olarak, ayakkabı olarak kullanıyor. Derisi hoşuna gidiyor. Kendisinin soğukluğundan ürperiyor. Bir şiir-i tezad hâlinde. Her şey öyle. Hayır-şer, soğuk-sıcak vs.
Velhâsıl, hep bunlar lûtuf. Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşmaya bir Cenâb-ı Hakkʼın lûtfu.
İşte asr-ı saâdet insanı yarı vahşî insandı. Kız çocuğunu diri diri gömen bir insan topluluğuydu. Hakkın kaybolduğu çöller kan gölüne çevrilmişti. İşte o insan, nasıl bir faziletler medeniyeti inşâ etti? İnsanın yok kadar bir nutfeden meydana gelmesi, bir ağacın yok kadar bir tohumdan meydana gelmesi, bir hayvanın ufacık bir yumurtadan gelmesi üzerinde uzun uzun tefekkürler başladı.
Sâdî-i Şîrâzî diyor ki:
“Bak (diyor), ağaçlardaki bir tek yaprak, mârifetullâha bir divandır (diyor) kalbi olana. Kalbi olmayana ise bütün ağaçlar tek bir yaprak bile değildir.” diyor.
Yine bir Hak dostu:
“Âkiller için bu âlem seyr-i bedâyî (diyor), ilâhî azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışları seyredebilmek, kalbin seyredebilmesi; ahmaklar için de (diyor) yemekle şehvettir (diyor) bu âlem (diyor) kendini ziyan edenler için.”
Velhâsıl Mevlânâ Hazretleri bir de insanı burada fâniliğe (fâniliğini tefekküre) dâvet ediyor: Fânîsin! Bir takvimle meydana geldin! Ne kadar ömründe kaç sayfa var bilmiyorsun. Hep bir fânî manzaralar içindesin…
Mevlânâ Hazretleri birkaç misal veriyor:
“Sen (diyor) ey (diyor) ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse (diyor) ilkbaharın güzelliğine. Bir de (diyor) sonbaharın sararmış hâlini gör (diyor). Onun bir soğukluğuna bak (diyor). Şafak vaktinde Güneşʼin doğuşunu görünce, batış zamanı onun ölümü demek olan bir de Güneşʼin batışını gör (diyor). Nasıl o gidince her şey kapkaranlık olur. Bir mehtaplı gecede (diyor), bir bedir hâlindeki ayın on dördü hâlindeki bir (diyor), Ayʼın bir letâfetini seyret (diyor). Bir de (diyor) onun (diyor) ayın sonunda (diyor) erimiş, bitmiş bir cılız hâle gelmiş hâlini gör (diyor). İnsan (diyor), aynı (diyor) bu macerayı yaşar (diyor). Kemâli de cemâli de bitişe mahkum, zevâle mahkumdur. Güzel bir çocuk bakarsın (diyor). Babasının, annesinin, etrafının sevgilisi olur (diyor). Bir de onun (diyor) son anlarını düşün (diyor). Buruşuk (diyor), âciz bir hâle gelmesi, titrek bir gözü olması, elinin titremesi, gözünün sulanmasını seyret (diyor). İşte (diyor), dünyanın (diyor) fânîliğine aldanma!” diyor.
Yine güzel bir misal veriyor:
“Bak (diyor) sen yağlı ballı (diyor), yemekler, nefis gıdalar sana sunuluyor (diyor). Sen onu iştahla yiyorsun (diyor). Bir de (diyor), git (diyor), tuvalete bak (diyor). Onların âkıbetini orada, yediğin o lezzetli yemeklerin âkıbetini seyret.” diyor.
Konuşturuyor onları:
“Teressübat sana der ki (diyor):
«‒Senin o güzelliğin, tabak içindeki zevk u letâfetin, o güzel kokun nerede şimdi?» der.
Cevâben teressübat der ki cevâben:
«‒O saydığın şeyler gonca idi. Ben de kurulmuş bir tuzaktım, benim vücudum. Sen gelip benim tuzağıma düşünce, gonca eridi, soldu. İşte gördüğün, bu kokulu, iğrenç bir pisliğe döndü.»”
Böyle misaller verir. Mevlânâ da diyor ki, daha çok sayar:
“Bütün bunların ilk ve letâfetli hâllerine bak (diyor). Bir de onların ne hâle geldiklerine bak. Onun için dünyanın hiçbir şeyine aldanma (diyor).
Yine senin bu gönlün (diyor), bir (diyor) şeydir yani misafirhanedir. Hiç kimse bir misafirhaneye gelen bir misafirin orada devamlı kalacağına ihtimal vermez (diyor). Muayyen zaman kalacak, yoluna devam edecek. Senin de gönlün (diyor) bir misafirhane hükmündedir (diyor). Elemler bir misafirdir (diyor). Dün vardı bugün yok (diyor). Sevinçler (diyor) dün vardı bugün yok (diyor). Onun için fâniliğe aldanma (diyor), Bâkîʼye doğru (diyor), Cenâb-ı Hakkʼa doğru (diyor) takvânı artır (buyuruyor). Kim ki (diyor), nefsine esir olmaktan, mecazlara gölgelere aldanmaktan kurtulmuş ise, Allâhʼa o kadar yakındır.
Ey insan (diyor), sana (diyor) iki tane diyor zıt ses gelir (diyor). Acaba senin (kulağın) hangisine doğru istidatlı (diyor). O seslerden biri seni Allâhʼa yaklaştıran bir sestir, takvâya. Diğeri de seni nefsânî arzulara yaklaştıran diğer sestir (diyor). Sen (diyor) takvâ sesine eriştin mi (diyor), o (diyor) nefis şeyinden -o sana iğrenç gelir- ondan (diyor) kendini sıyırırsın (diyor).
Ne mutlu (diyor) o kimseye ki Hak erlerinin duydukları sesi önceden işitti, kendini takvâya yönlendirdi.”