Yüzakı Dergisi, Yıl: 2018 Ay: KASIM, Sayı: 165
Tasavvufî ahlâk ve mânevî güzelliklerine binâen Muhterem pederim Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh- aynı isimdeki üç sâlih kişiden özellikle bahsederdi. Derdi ki:
“İhvânımız arasında hâlleriyle müstesnâ üç Hüseyin vardır:
- Biri Samsunlu Hüseyin Efendi,
- Diğeri Nevşehirli Hüseyin Efendi,
- Üçüncüsü de Bursalı Tesbihçi Hüseyin Efendi…”
İlk iki Hüseyin Efendiler, bu güzel hüsn-i şahâdet ile Hakk’ın rahmetine kavuşmuşlardı. Onların üçüncüsü olan Bursalı Tesbihçi Hüseyin Efendi’yi de 24 Ekim Çarşamba günü Hakk’ın rahmetine uğurladık. Doğduğu gün olan 24 Ekim, aynı zamanda Hakk’a vuslat günü oldu.
Ömrü de zaten hep bu yüce vuslatın hazırlığı ile geçmişti. Herkese nümûne ve olgun hâli, ahlâkı ve yaşayışı ile Bursa’nın mânevî çınarlarından biriydi.
Bilenlerin mâlûmudur, gözleri sonradan âmâ olmuştu. Bir gün kendisine şunu sordum:
“–Hüseyin Ağabeyimiz, gözleriniz âmâ. Acaba abdest alırken, günlük işlerinizi yaparken, ihvânı irşâd ederken vaziyetiniz nasıldır, zorluk çekiyor musunuz? Herhangi bir sıkıntı yaşıyor musunuz?”
Tebessüm etti. Hem metânet hem de büyük bir rızâ, teslîmiyet ve tevekkül içinde dedi ki:
“–Asla efendim, asla! Benim âmâlıktan yana hiçbir derdim ve şikâyetim yok. Farkında bile değilim!..
Lâkin efendim;
Benim daha başka bir derdim var! Âh, o derdi nasıl halledeceğim, bir türlü bilemiyorum!..”
Îzâha vesile olmak için sordum:
“–Bahsettiğiniz bu ağır dert nedir, söylemek ister misiniz?”
Derin bir iç çekti. Sonra sâfiyâne bir samimiyetle ve titrek bir edâ ile şunları söyledi:
“–Âh efendim âh! Ben onca büyük zâtlara yetiştim. Mahmud Sâmi Efendi Hazretleri’nin, Musa Efendi Hazretleri’nin sohbetlerine nâil oldum.
Lâkin…
Eyvah ki, hâlâ adam olamadım! Ben adam olamadım! Ben adam olamadım!
Ben Allâh’a kul olamadım!”
Sonra ilâve etti:
“–Rabbimin buyruğu âşikâr:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
«Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir…» (el-Hadîd, 4)
Düşünüyorum:
Gönlümün her hâli Allâh’a açık, belli. Hiçbir hâlim Allâh’a gizli değil. O, her ahvâlimi biliyor. O, her zaman benimle beraber. Yani O’ndan hiçbir şey saklayamam!.. İç âlemimin en gizli duygularını da O biliyor. Âh, benim her gafletimi O biliyor.
Âh, ben O’na kul olamadım!..
Ben adam olamadım!..
Âh efendim!
Bir defasında Sâmi Efendi Hazretleri Bursa Çekirge’deki devlethâneye fakiri durumun nezâketinden gece yarısı 2’de çağırmıştı… Oraya vardığımda bir köpek âdetâ beni karşılarcasına ayaklarını kaldırmış bekliyordu. Bir onun olgun hâline baktım, bir de benim hamlığımı düşündüm. Anladım ki:
Âh bu kapıda, bir köpek bile ne kadar güzel terbiye olmuş!”
İşte;
Böyle bir şahsiyetti Tesbihçi Hüseyin Efendi.
Tarifsiz bir mahviyet içindeydi.
Onun gönülden dökülen samimî ifadeleri, bana dâimâ muhabbette fânî olmuş zâtların hâlini hatırlatırdı.
Nasıl ki;
Fuzûlî; nehirlerin akışında, bahar mevsiminde çiçeklerin açılışında, yağmurda, bulutta, gözyaşında, hâsılı baktığı her yerde Allah Rasûlü’ne olan muhabbetin tezâhürlerini görüyordu…
Nasıl ki;
Mevlânâ Hazretleri; «Hamdım, Piştim, Yandım!» diyordu…
Nasıl ki;
Muhammed Es‘ad Erbîlî Hazretleri her yerde; «İlâhî bir aşk âteşi» görüyordu…
Aynı şekilde;
Hüseyin Ağabeyimiz de; «Allâh’a hakkıyla kul olabilme»nin arzu ve iştiyâkıyla yanıp tutuşuyordu. Yaptıklarını bir «hiç» kabul ediyor, dâimâ;
“–Kul olamadım!” diyordu.
Kendisine;
“–Duâ buyurun Hüseyin Ağabeyimiz…” dediğimde, hemen yanık ilticâlara dalar ve duâlarını mutlaka bütün ümmet-i Muhammed’e hasrederdi.
Bilhassa ümmetin fakirlerine, gariplerine, yalnızlarına ve muzdariplerine gözyaşları içinde duâlar ederdi. Yaptığı duâların merkezine dâimâ garip-gurebâyı da katarak herkese bir ders vermiş olurdu. Âdetâ Sâdî-i Şîrâzî’nin;
«Hak dostları kimsenin alışveriş yapmadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.» ifadesini hatırlatırdı.
Onun bu hikmetler dolu hâline ve derûnî basîretine bakınca gönülleri şu tefekkür kuşatırdı:
“–Sır dolu bir hakikat! Acaba kimin gözü âmâ, kimin gözü görüyor?”
Onun fark eden gönüllere damlattığı bir başka tefekkür de şuydu:
“–Böylesine güzel ve müstesnâ bir şahsiyet, acaba hangi fakülteden mezun oldu? Bursa’nın mânevî çınarlarından biri hâline gelen Tesbihçi Hüseyin Efendi, acaba hangi pedagoji kürsüsünde mastır veya doktora yaptı?”
Elbette onu yetiştiren bir fakülte vardı.
O da;
Mânâ dergâhıydı. Erenler sofrasıydı. Ârifler meclisiydi. Sâlihler sohbetiydi.
Çünkü;
Tesbihçi Hüseyin Efendi ve emsâli gönül erlerinin aldıkları tahsil; Allah Rasûlü’nün ve O’nun talebeleri olan Hak dostlarının rahle-i tedrîsinde, mârifetullah ve muhabbetullah tahsiliydi.
İşte;
Gerçek ilim ve hakikî tahsil!
Ne mutlu böyle bir tahsilden muvaffakiyetle mezun olarak, âhirete yüz akı ile göçebilenlere!..
Cenâb-ı Hak, âhirete yolcu eylediğimiz bu müstesnâ sâlih insanların yerlerini dolduracak sâlih nesiller ihsan buyursun…
Âmîn…
Bu vesileyle;
Siz değerli okuyucularımızdan, merhum Tesbihçi Hüseyin Efendi ve ümmet-i Muhammed’in cümle geçmişleri için bir Fâtiha-i şerîfe ve üç İhlâs-ı şerif okumanızı istirham ederim.