Efendimiz (s.a.s.)’in Gönül Dünyasında Haşyet, Merhamet ve Zühd

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Temmuz, Sayı: 233

SAHÂBÎ’NİN ENDİŞESİ

Sevban -radıyallâhu anh- dünyada muhtemelen bir dikili ağacı, bir çadırı bile olmayan fakir bir âzadlı köleydi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna gelir, sohbetini dinler, hâlden hâle geçer, yine giderdi. Tekrar gelir, yine sohbetini dinler, hâlden hâle geçerdi.

Bir gün huzûr-i saâdete geldi. Hassas bir gönle sahip olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun hüzün ve keder içinde olduğunu fark etti.

“–Sevban nedir derdin?” buyurdu.

Sevban -radıyallâhu anh- içli içli anlattı:

“–Anam, babam ve bu cânım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Sohbetinde hâlden hâle geçiyorum. Eve gidiyorum hasret kalıyorum. Nûrundan ayrı geçirdiğim her an bana ayrı bir hicran… Dünyada böyle olunca âhirette nice olur diye dertleniyorum.

 Orada siz peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise, ne olacağım ve nerede bulunacağım belli değil!

Üstelik cennete giremezsem, sizi görmekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hâl beni yakıp kavuruyor ey Allâh’ın Rasûlü!”

Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itaat ederse işte onlar; Allâh’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (en-Nisâ, 69) (Bkz. Vâhidî, s. 168-170)

Peygamberimiz de, bu taleple kendisine gelen sahâbîlerine şu ölçüyü bildirdi:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165)

Enes -radıyallâhu anh- der ki:

“İslâm’a girmekten başka hiçbir şey bizi (ashâb-ı kirâmı) Allâh’ın Nebîsi’nin;

«Muhakkak sen sevdiğinle berabersin.» sözü kadar sevindirmemiştir.” (Müslim, Birr, 163)

Zira;

Dünyada Rasûlullah Efendimiz’in sahâbîsi olma şerefine nâil olan ashâb-ı kirâmın;

  • En büyük arzusu, âhirette de O’nunla beraber olabilmekti.
  • En büyük korkuları, ukbâda O’ndan ayrı düşmekti.

Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerif, âhirette Rasûlullah Efendimiz ile beraber olabilmenin yolunu göstermişti:

EFENDİMİZ (S.A.S.)’İ SEVMEK…

Ancak bu sevgi lâfta kalan bir sevgi değildir. Sözde değil, fiilde bir muhabbettir. Sâlih amellere, en güzel davranışlara, fedâkârlıklara ve gayretlere akseden bir sevgidir.

Kişi sevdiğini, her şeyiyle sever. Sevdiğinde fânî olur. Onun sevdiğini sever, sevmediğinden nefret eder.

Bir mü’mini âhirette Allah Rasûlü’yle beraberlik nasîbine vâsıl edecek bir muhabbet, her bakımdan O’na benzemeye çalışmak, O’na bir gölgenin gövdeye olan sadâkati gibi bir şekilde ittibâ etmek demektir.

Sadece zâhirimizi değil; gönül dünyamızı, iç âlemimizi de O’nun gönül kıvâmından hisseyâb eylemeye gayret etmemiz zarûrîdir.

Öyleyse;

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönül dünyasını çok iyi tanımamız lâzımdır:

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in engin ve muhteşem gönül dünyası üç başlıkta hulâsa edilebilir:

  • Cenâb-ı Hakk’a kullukta derin bir haşyet… Kalp ürperişi, takvâ ve Allah korkusu…
  • Ümmetine karşı muazzam bir merhamet ve şefkat… Sadece ümmete değil, insanlığa, âlemlere rahmet…
  • Eşyaya ve dünyaya karşı emsalsiz bir zühd… Yani kalbini kasa yapmamak…

Birinci başlıktan itibaren Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönül dünyasını muhtasar olarak ifade etmeye çalışalım:

HAŞYETULLAH

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönlünde Allah muhabbetiyle beraber muazzam bir Allah korkusu da vardı. Buyurdu ki:

“Sizin Allâh’ı en iyi bileniniz ve O’ndan en çok korkanınız benim.” (Buhârî, İ‘tisâm, 5; Müslim, Fezâil, 127)

Peygamberlerin fârik vasfı olan haşyet, Allâh’ın azameti karşısında O’na gerektiği şekilde kulluk vazifesini yapamadığı endişesiyle duyulan korku ve kaygı hâlidir.

Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmiştir:

“Allâh’ım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” (Müslim, Salât, 222)

Her an mâneviyat ufkunda terakkî eden Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönül dünyasında bambaşka ufuklar açılıyordu. O azametli ufuklar karşısında haşyeti daha da artıyordu. Şöyle buyururdu:

“Eğer sizler benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız. (Yemezdiniz, içmezdiniz) sahrâlara dökülüp Allâh’a yüksek sesle (heyecan ve duygu derinliği içinde) yakarışta bulunurdunuz.” (Bkz. Buhârî, Tefsîru’s-Sûre, 5, 12; Müslim, Fezâil, 134; İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Allâh’ın büyüklüğü karşısında hissettiği haşyet, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbini kapladığında, kendisine bahşettiği bu lutfundan dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükretmek ve O’na kulluğunu hep sürdürebilmek için istiğfâr etmiştir.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurur:

“Vallâhi ben günde yetmiş defadan fazla, Allah’tan beni bağışlamasını diler, tevbe ederim.” (Buhârî, Deavât, 3)

“Ey insanlar! Allâh’a tevbe edip O’ndan af dileyiniz. Zira ben O’na günde yüz defa tevbe ederim.” (Müslim, Zikir, 42)

Bazı âlimler, bu istiğfârı şöyle îzâh ederler:

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; her gün «mârifetullah»ta bir miktar daha mesafe kat ediyor, bu sebeple her gün bir evvelki günün derecesi için istiğfarda bulunuyordu.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; günah işlemekten mâsum olduğu hâlde, Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerine kâmil mânâda şükredememe endişesi içinde, geceleri mübârek ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Namaz kılarlarken, mübârek göğüslerinden bir kazanın kaynamasına benzeyen bir ses gelirdi.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz sordular:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah sizin geçmiş ve gelecek hatalarınızı bağışlamış olduğu hâlde niçin böyle yapıyorsunuz (neden bu kadar meşakkate katlanıyorsunuz)?”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:

“–Çok şükreden bir kul olmayı istemeyeyim mi?” (Buhârî, Tefsîr, 48/2; Müslim, Münâfikîn, 81)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zaman zaman öyle bir mânevî zevk ve feyz ile dolardı ki, bu hâle devamlı olarak tahammülü mümkün olmazdı. Hâssaten vahyin nüzûlü esnasında fevkalâde ızdırap çeker, inci tanesi gibi terler dökerdi. Bazen de bu istiğrak had safhaya vardığında, artık tahammül edemez hâle gelir;

“–Yâ Âişe, rûhâniyet beni istîlâ etti. Gel biraz bana söz söyle!..” diyerek beşerî iklime dönerdi. (Bkz. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 228)

Kalbi bu kadar haşyetle dolu olmasına rağmen yine de Cenâb-ı Hak’tan haşyetten nasip niyaz ederdi:

Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- şöyle naklediyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu duâları yapmadan önce bir meclisten kalktığı pek az olurdu:

“Allâh’ım!

  • Bize, günahla aramıza engel olacak kadar korkundan hisse ver!
  • Bizi, cennetine ulaştıracak kadar tâatini nasîb eyle!
  • Dünya musîbetlerini hafifletecek güçlü îman ver!

Allâh’ım!

  • Bizi yaşattığın müddetçe kulaklarımız, gözlerimiz ve kuvvetimizden faydalandır; ölümümüze kadar da onları devamlı kıl!
  • Bize zulmedenlerden öcümüzü Sen al!
  • Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım et!
  • Bizi dînimizde musîbete uğratma!
  • Dünyayı; en büyük düşüncemiz ve gayemiz eyleme, ilmimizin sonu kılma!
  • Bize acımayanları üzerimize musallat etme!” (Tirmizî, Deavât, 80)

ÜMMETE TAKVÂ TELKİNİ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetinin de Allah korkusu ve haşyetten nasibdâr olması için şöyle buyurmuşlardır:

“Allah katında iki damla ve iki izden daha sevimli bir şey yoktur:

İki damla;

  • Haşyetullah sebebiyle akan gözyaşı ile
  • Allah yolunda dökülen kan damlasıdır.

İki iz de;

  • Allah yolunda (cihâd ederken) bırakılan iz ile
  • Allâh’ın farzlarından birini edâ esnasında bırakılan izdir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 26/1669)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in haşyetinin bir sebebi de ümmetine olan şefkatiydi. Ümmetinin sıkıntıya düşmesi O’na çok ağır gelirdi.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın naklettiğine göre; havanın aşırı rüzgârlı olduğu anlarda veya gökyüzünde siyah bir bulut görüldüğünde, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüzünün rengi değişir, bazen o buluta karşı durur bakar, bazen geri döner, eve girer çıkardı. Yağmur yağdığında ise sevinirdi.

Bu davranışlarının sebebi sorulduğunda, Âd Kavmi’ne gelen azâbın kendi ümmetinin başına gelmesinden endişe ettiğini söylerdi. (Müslim, İstiskā, 14-16)

Ümmetinin helâke düşmemesi için saydığı tavsiyeler arasında «haşyet» yine ilk sıradaydı. Hadîs-i şerifte buyurulur:

 “Üç şey vardır ki münciyâttandır, insanı kurtarır:

–Gizli ve açıkta Allah’tan haşyet duymak, yani korkmak,

–Rızâ ve gazap hâlinde adâleti sağlamak,

–Fakirlik ve zenginlik ânında iktisatlı (muvâzeneli) olmak.

Şu üç şey de mühlikâttan, helâk edici şeylerdendir:

–Kendisine tâbî olunan hevâ,

Cimrilik ve

Kişinin kendisini beğenmesi.” (Münâvî, III, 404/3471)

PEYGAMBERLERDE HAŞYET

Âhiretleri hakkında ilâhî teminat bulunan bütün peygamberler, «havf ve recâ / korku ve ümit» duyguları arasında dâimâ ilâhî rahmete sığınmışlardır.

Nitekim âyet-i kerîmede buyurulmuştur:

“Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de mutlaka hesaba çekeceğiz.” (el-A‘râf, 6)

Bu sebeple;

Peygamberler dâimâ vazifelerini bi-hakkın yerine getirip getirmediklerinden dolayı suâle çekilme endişesi içindedirler.

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vedâ Hutbesi’nin sonunda ashâbına sordu:

“–Ey insanlar!

Yarın beni sizden soracaklar; ne diyeceksiniz?”

Bütün ashâb-ı kiram;

“«–Allâh’ın elçiliğini îfâ ettin;

  • Vazifeni yerine getirdin,
  • Bize vasiyet ve nasihatte bulundun!» diye şahâdet ederiz!” dediler.

Bu şahâdetin ardından Varlık Nûru, dîni tebliğ ettiğine dair;

“–Ashâbım!

Tebliğ ettim mi?..

Tebliğ ettim mi?..

Tebliğ ettim mi?..” diyerek üç defa tasdik aldı.

Sonra da ellerini semâya kaldırarak Cenâb-ı Hakk’ın şahâdetini diledi:

“–Şâhit ol yâ Rab!..

Şâhit ol yâ Rab!..

Şâhit ol yâ Rab!..” (Buhârî, İlim, 37)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bütün mahlûkātın en zirvesi bir kul, Cenâb-ı Hakk’a en sevgili Rasûl olduğu hâlde, dâimâ bu haşyetullah içerisindeydi. «Ben acaba güzel bir kul olabildim mi?» endişesi içindeydi.

Mîracda Cenâb-ı Hak sordu:

“–Habîbim! Sen’i neyle taltif edeyim, ne ile şereflendireyim?”

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Sana kul olma nisbetiyle (Sana kul olma şerefiyle şereflendir) Rabbim.” buyurdu. (Âlûsî, XV, 4)

Diğer peygamberler de her nefeste Cenâb-ı Hakk’a haşyet içinde yaşadılar.

Meselâ, İbrahim -aleyhisselâm-; maldan, candan ve evlâttan imtihan verdi.

  • Putları kırdığı için zâlim Nemrut tarafından ateşe atıldı. «Allah bana yeter!» dedi, ateşlere daldı. Cenâb-ı Hak, ateşleri ona gülzâr eyledi.
  • Mallarını infak ve vakfeyledi.
  • Evlâdını kurban etmek üzere Rabbine teslim oldu. Cenâb-ı Hak; bıçağı kestirmedi, evlâdının canını bağışladı.

Neticesinde İbrahim -aleyhisselâm- Allâh’ın Halîl’i / dostu oldu. Terfî ettikçe önünde mesafeler açıldı. O da âhiret endişesi içinde;

وَلَا تُخْزِن۪ي يَوْمَ يُبْعَثُونَۙ ۝٨٧

(Yâ Rabbî! Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulundu.

Peygamberlerin, en ufak bir zelleye karşı dâimâ; «zalemnâ / Yâ Rabbî zâlim oldum!» buyurduklarını görüyoruz.

Yasak ağaca yaklaşarak zelle işleyen Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- şöyle niyazda bulundu:

رَبَّنَا ظَلَمْنَا اَنْفُسَنَا وَاِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ

“…Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka hüsrâna uğrayanlardan oluruz.” (el-A‘râf, 23)

Vazife mahallini üç gün önce terk eden ve bu sebeple balığın karnına düşmekle cezalandırılan Hazret-i Yûnus -aleyhisselâm-; dergâh-ı ilâhîye şöyle ilticâ etti:

لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ سُبْحَانَكَ
اِنّ۪ى كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ

“…(Allâh’ım!) Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Sen’i bütün eksikliklerden tenzih ederim. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum.” (el-Enbiyâ, 87)

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mahşer gününde de şu manzarayı bildirmiştir:

İnsanlar kıyâmet gününde şefaat için başta Hazret-i Âdem’e ve sonra diğer peygamberlere müracaat edecekler; ancak her biri büyük bir korku ve haşyet içerisinde, buna cesaret edemeyip, insanları bir başka peygambere yönlendirecek ve sonunda Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Arş’ın altında secdeye kapanarak Cenâb-ı Hakk’a ümmeti için ilticâ edecektir. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 3, 9, Tefsîr, 17/5; Müslim, Îmân, 327, 328; Tirmizî, Kıyâmet, 10)

HAVF ve RECÂ ARASINDA

Peygamberler dahî böyle bir haşyet içinde yaşadıklarına göre; bir mü’minin de havf ve recâ arasında, muhabbet ve haşyet içinde bir kulluk yaşaması zarûrîdir.

Bir mü’min;

  • Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz azametini tefekkür edecek. Bu azamet karşısında hiçliğini idrâk edecek.
  • Bu tefekkür içinde Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz nimetleriyle perverde olduğunu ikrâr edip şükredecek.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütuf olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13)

  • O nimetlerin hesabını tefekkür edip, haşyet içinde titreyecek.

“O (Allah), size kendisinden istediğiniz her şeyden verdi. Allâh’ın nimetlerini saymaya çalışsanız, sayamazsınız! Doğrusu insan, çok zâlim (ve) çok nankördür!” (İbrâhîm, 34)

Demek ki, terbiye edilmemiş nefsin mayasındaki nankörlük sebebiyle; Allâh’ın nimetlerine şükretmek zor bir vazifedir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Kullarım içinde hakkıyla şükreden azdır.” (Sebe’,13)

Gönlümüzde ne kadar haşyetullah olursa; kendimizi haramlardan, yanlışlıklardan, nefsânî arzulardan ve ihtiraslardan o kadar korumuş oluruz.

Peygamberimiz’in ve diğer enbiyânın bu haşyetleri bize şu hakikati ilham etmelidir:

Mânevî dereceler; geri alınmaz, müktesep bir hak değildir.

Dünyada bir kişi; mühendislik, doktorluk, generallik gibi bir makam veya rütbeye erişse, omzuna bir apolet taksa, o pâyeyi ömrünün sonuna kadar taşır.

Mânevî dereceler böyle değildir. O derecenin îcâb ettirdiği gönül kıvâmını dâimâ muhafaza etme şartıyla beraber o dereceler de mevcut olur.

Nitekim Kārun, Bel‘âm bin Bâûrâ ve Sa‘lebe gibi bedbahtlar, eriştiği mânevî dereceyi kaybeden ve gayyâya yuvarlanan örneklerdir.

Bir hikmet de şudur ki;

Cenâb-ı Hakk’a yaklaşan kulların en başta gelen husûsiyetlerinden biri tevâzu ve mahviyettir. Onlar asla, nebî ve rasûl olmalarına istinâd ederek, hattâ ismet sıfatına itimat ederek, kendilerini garantide görmemişler, arz-ı hâl içinde, haşyet dolu bir gönülle yaşamaya devam etmişlerdir.

Hâl böyle iken, bazı avam insanların; «Şeyhim beni kurtarır!» zehâbına kapılmaları, tasavvufun asla kabul etmeyeceği merdut bir anlayıştır. Gaflet ve tembelliğe uydurulmuş bir kılıftan ibarettir. Şeytana aldanmaktır.

Başta îman nimeti olmak üzere, Allah yolunda hâsıl olan her mânevî derece için büyük bir titizlik göstermek gerekir. Rabbimiz, kullarına şu ilâhî tâlimâtı veriyor:

“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Peygamberler ve onların açıkça müjdelediği kimselerin dışında kimin cennete gidip gitmeyeceğine dair bir teminat yoktur.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; haşyetimizin artması için ümmetine şu tâlimatta bulunmuştur:

“Bütün lezzetleri kökünden kesen ölümü çokça hatırlayın.” (Tirmizî, Zühd, 4/2307)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir cenâze defnedildikten sonra kabri başında durur ve şöyle buyururdu:

“Kardeşiniz için istiğfâr ediniz ve Allâh’ın onu kabir sualleri karşısında doğru cevap vermeye muvaffak kılması için niyazda bulununuz. Çünkü o şu anda sorgulanmaktadır.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 67-69/3221)

Câbir bin Abdullah -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Sa‘d bin Muaz -radıyallâhu anh- vefât ettiğinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber gittik. Peygamber Efendimiz, Sa‘d’ın cenâze namazını kılıp onu kabrine koyduktan ve üzerini toprakla örttükten sonra uzun müddet tesbihatta bulundu. Biz de tesbîh ettik. Sonra tekbir getirdi. Biz de tekbir getirdik. Daha sonra;

“–Yâ Rasûlâllah! Niçin tesbîh ettiniz ve tekbir getirdiniz?” diye soruldu. Şöyle cevap verdiler:

“–Allah ona genişlik verinceye kadar kabir şu sâlih kulu sıktı da sıktı.” (Ahmed, III, 360)

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- şöyle demektedir:

“Sa‘d bin Muaz defnedildiği gün, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; onun kabri başında ayakta dururken şöyle buyurdular:

“Şayet bir kimse kabrin fitnesinden kurtulacak olsaydı, şüphesiz ki, Sa‘d bin Muaz kurtulurdu. Ancak onu kabir önce sıktı, sonra da Allah ona genişlik verdi.” (Taberânî, Kebîr, X, 334)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in «sâlih bir kul» diye methettiği güzîde bir sahâbîsinin kabirdeki hâli böyle olursa, bizim durumumuzu düşünmemiz îcâb eder.

Dünyamızda zelzeleler, tsunamiler, sârî hastalıklar, seller, kuraklıklar ve benzeri âfetlerin hepsi, Cenâb-ı Hakk’ın azametine karşı haşyet duymamız için ilâhî îkazlardır.

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in gönül dünyasında ikinci husûsiyet;

O’nun insanlarla olan münasebetlerindeki ölçü:

ŞEFKAT ve MERHAMET

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmetine olan merhameti, bir anne-babanın evlâdına duyduğu merhametten daha ziyade idi. Rabbimiz bunu şöyle bildiriyor:

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmetine rahmet ve şefkat kanadını germesine dair siyer-i Nebî’den nice misaller verilebilir. Birkaçı şöyledir:

Cerir bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

“Bir gün erken vakitlerde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda idik. O esnada Mudar Kabîlesi’nden perişan bir topluluk çıkageldi. Gelenlerin üzerinde basit bir aba vardı. Bu abayı delerek başlarından geçirmişlerdi. Fakat neredeyse çıplak vaziyetteydiler.

Onları bu derece fakir ve garip görünce Allah Rasûlü’nün yüzünün rengi değişti. (Mübârek yüzü kireç gibi bembeyaz oldu.) Hemen evine girdi. Sonra da çıkıp Bilâl’e ezan okumasını emretti, o da okudu. Sonra Bilâl kāmet getirdi ve Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaz kıldırdı. Akabinde bir hutbe îrâd ederek infâka teşvik edici âyet-i kerîmeler okudu. Ardından;

«–Her bir fert; altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin. Hattâ (hiçbir imkânı olmayanlar da) yarım hurma bile olsa sadaka versin!» buyurdu.

Bunun üzerine ensardan bir adam; ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan âciz kaldığı, hattâ kaldıramadığı bir torba getirdi. Ahâlî birbiri peşine sökün edip sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm.

Baktım ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi parlıyordu… (Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- huzur buldu ve yüzü yeniden pembeleşti.)” (Müslim, Zekât, 69)

Ümmetinin maddî açlığına böyle üzülen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, elbette mânevî açlık olan gaflet ve cehâlete de çok üzülür ve telâfîsine gayret ederdi:

Beşir bin Hasâsiyye -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey‘at etmek için geldim. Bana, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şahâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm üzere haccetmemi, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu.

Ben de şöyle dedim:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihad ve sadakadır.

  • İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allâh’ın gazap ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihad meydanına gelince, nefsimi ölüm korkusu kaplayıp kaçmaktan endişe ediyorum.
  • Sadakaya gelince, benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibarettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimi tuttu, salladı ve şöyle buyurdu:

“–Cihad yok, sadaka yok, peki o hâlde nasıl cennete gireceksin?!.”

Bunun üzerine:

“–Yâ Rasûlâllah! Bey‘at ediyorum.” dedim ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey‘at ettim. (Ahmed, V, 224)

Buna benzer bir başka hâdise:

“Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir genç gelerek zinâ etmek için izin istemişti. Peygamber Efendimiz ona böyle bir şeyi kendi akrabaları için isteyip istemeyeceğini sordu.

Genç;

«–Allah beni Sen’in yoluna kurban etsin, hayır, vallâhi istemem yâ Rasûlâllah!» cevabını verince;

«–Diğer insanlar da böyle bir şeyi istemezler.» buyurdu.

Daha sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek elini gencin üzerine koyup;

«Allâh’ım, bunun günahlarını affet, kalbini temizle ve iffetini muhafaza eyle!» diye duâ etti.

Genç, bundan sonra böyle bir şeye hiç tenezzül etmedi.” (Ahmed, V, 256-257; Heysemî, I, 129)

Her iki kıssada da, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in; muhatabını dinlediği ve azarlamadan, kızmadan, onu yanlıştan döndürdüğü görülmektedir.

Samimî bir şefkat ve merhamet, muhatapların gönüllerinde hidâyet tohumlarının yeşermesine vesile olur.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; kimin cennete girmek husûsunda bir problemi varsa, onu teşhis ve tedavi ediyordu. Bu hususta ona yol gösteriyor, onu tezkiye ediyor ve onun cennete girmesine vesile olmaya gayret ediyordu.

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e;

“–Bana cennete girmek husûsunda bir şey öğret!” deyince; Fahr-i Kâinât Efendimiz;

لَا تَغْضَبْ

“–Öfkelenme!” (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) buyurdu.

Yine aynı şekilde bir kişi Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e;

“–Yâ Rasûlâllah! Çok şey belleyecek gücüm yok. Bana, saâdetimi mûcib olacak kısa bir şey buyur!” deyince, ona da;

لَا تَغْضَبْ

“–Öfkelenme!” (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) buyurdu.

Kimi sahâbîsinde, câhiliyyeden kalma «sınıf farkı anlayışı» vardı.

Peygamber müezzini Bilâl -radıyallâhu anh- siyâhî idi. Ebû Zer -radıyallâhu anh- ona bir kızgınlık ânında;

“–Ey kara kadının oğlu!” diye hitâb etti. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çok üzüldü;

“–Sen, kendisinde câhiliyye huyu bulunan bir kimsesin!” diyerek onu tevbe ve helâlleşmeye teşvik etti. (Buhârî, Îmân, 22, Itk, 15; Müslim, Eymân, 40)

O da Hazret-i Bilâl’in ayağının altına başını koyarak helâllik istedi ve gönlünü aldı.

Ümmetinin cehennemden âzâd olması ve cenneti kazanabilmesi için; onları hep cömertliğe, sâlih amellere ve takvâya çağırdı:

Rânûnâ vadisinde kılınan ilk Cuma namazında şöyle buyurdu:

“Ey insanlar!

Ölmeden önce tevbe edin; fırsat elde iken sâlih ameller işlemeye bakın!

Gizli-açık bolca sadaka vermek ve Allâh’ı çok çok zikretmekle Rabbinizle aranızı düzeltin!” (İbn-i Mâce, İkāme, 78)

Vedâ Hutbesi’nde şöyle buyurdu:

“Sakın, (günah işleyerek, mahşerde) yüzümü kara çıkarmayınız!..” (İbn-i Mâce, Menâsik, 76)

AF ve MÜSAMAHASI

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sabır ve şefkatinin ne kadar geniş olduğunu gösteren bir kıssa:

Câhil bedevînin biri, Mescid-i Nebevî’de küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler hemen onu azarlamaya başladılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Adamı kendi hâline bırakın! Abdest bozduğu yere bir kova su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdu. (Buhârî, Vudû’, 58, Edeb, 80)

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in affediciliği, bununla sınırlı değildi.

Mekke fethedildiğinde; yıllarca mü’minlere zulmetmiş, canlarına ve mallarına kastetmiş, kendilerini memleketlerinden çıkarmış olan müşriklerin hepsi Efendimiz’in karşısına dizilmiş ve O’nun vereceği hükmü beklemek üzere boyunlarını bükmüştü. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz istese, bir emriyle hepsinin zulmüne karşı bir kısas yapabilirdi.

Fakat Âlemlere Rahmet -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o gün büyük bir af îlân ederek gönülleri fethetti.

Zira O’nun murâdı; hak etmiş bile olsalar, insanların helâk olması değil, bilâkis bütün hataları, kusurları ve günahlarına rağmen herkesin hidâyet pınarında yıkanıp arınması idi.

İşte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu yüce hassâsiyeti; günaha duyulan nefreti, günahkâra taşırmamak ve ne kadar kusurlu olursa olsun Rabbimiz’in kullarına Hakk’ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakabilmek fazîletidir. Bu da ancak nebevî bir terbiye ile elde edilebilecek bir takvâ hâlidir.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında Abdullah adında biri vardı. Bu zât, yaptığı şakalarla Hazret-i Peygamber’i güldürürdü. İçki içmesi sebebiyle de Rasûl-i Ekrem, onu zaman zaman cezalandırırdı…

Bir gün yine böyle bir ceza faslı bitip Abdullah da gittikten sonra, oradakilerden biri;

“–Allâh’ım, ona lânet et!” diye bedduâ etti. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Böyle demeyiniz, kardeşinizin aleyhinde şeytana yardım etmeyiniz. Vallâhi ben onun, Allâh’ı ve Rasûlü’nü sevdiğini biliyorum. Ona bedduâ edeceğinize;

«Allâh’ım! Onu bağışla. Allâh’ım! Ona merhamet et!» diye duâ ediniz.” buyurdu. (Buhârî, Hudûd, 4, 5; Ebû Dâvûd, Hudûd, 35)

Yani Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in işi dâimâ cehennemden insan kurtarmaktı.

En büyük sevinci, insanların hidâyetine vesile olabilmekti.

Bir köle müslüman olurdu, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sevinirdi.

“Bir kişi cehennemden kurtuldu!” buyururdu.

  • Bedir esirlerine şefkatin âzamîsini gösterdi. Sahâbîler, Medine’ye dönerken, binekler yetersizdi. Esirlerle o bineklere nöbetleşe bindiler. Onlara yiyeceklerinin iyisini verdiler. Güzel muâmelede bulundular. Esirlerin çoğu bu güzel muâmele neticesinde İslâm ile şereflendi.

Hâsılı;

Rasûlullah Efendimiz, Âlemlere Rahmet idi. Dolayısıyla, bir mü’minin de Rahmet İnsanı olması lâzımdır.

Rahmet insanı, dâimâ merhamet ve şefkat tevzî edecek. Bilhassa hidâyet bekleyenlere merhamet edecek. Onlara şefkatle muâmele edecek.

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönül kıvâmındaki üçüncü başlık, O’nun dünya ve eşya karşısındaki hâlidir:

ZÜHD ve İNFAK

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dünya hayatını tarif eden bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuşlardır:

“Dünya benim neme gerek?.. Benim hâlim, dünyada bir ağaç altında oturup gölgelenen, sonra da yerini bırakıp giden binitli bir yolcuya benzemektedir.” (Tirmizî, Zühd, 44/2377; İbn-i Mâce, Zühd, 3)

Bir gün Hazret-i Ömer, Hazret-i Peygamber’in hâne-i saâdetine gelmişti. Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. Her taraf bomboştu. Evin içinde hurma yapraklarından örülmüş bir hasır vardı.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun üzerine yaslanmıştı. Kuru hasır, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek teninde izler bırakmıştı.

Bir köşede bir ölçek kadar arpa unu vardı. Onun yanında da çivide asılı eski bir su kırbası duruyordu. Hepsi bu kadar işte!..

Arap Yarımadası’nın Haz­ret-i Peygamber’e boyun eğdiği bir günde, O’nun dünyaya ait mal varlığı bunlardan ibaretti.

Hazret-i Ömer bunları görünce, içini çekti. Kendini tutamadı, gözleri dolu dolu oldu. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Niçin ağlıyorsun yâ Ömer?” diye sordu.

O da;

“–Niçin ağlamayayım yâ Rasûlâllah! Kayser ve Kisrâ dünya nimetleri içinde yüzüyor! Allâh’ın Rasûlü ise kuru bir hasır üzerinde yaşıyor!..” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Dünyanın onların, âhiretin de senin olmasına râzı değil misin?” buyurarak Hazret-i Ömer’in gönlünü aldı. (Müslim, Talâk, 31; Buhârî, Nikâh, 83)

Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bazen arpa ekmeği ile katık olarak -neredeyse bayatlamak üzere olan- kuyruk veya içyağı yemeye davet edilirdi ve O ulvî insan, yapılan bu davete icâbet buyururdu.” (İbn-i Sa‘d, I, 407; Heysemî, IX, 20. Ayrıca bkz. Buhârî, Büyû, 14)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zühdü ne güzel tarif etmişlerdir:

“Dünyada zâhidlik, ne helâli haram etmek ne de malı mülkü terk etmekledir.

Dünyada zâhidlik, ancak;

  • Elinde bulunan şeylere, Allah katında bulunan imkân ve nimetlerden daha fazla ümit besler olmamandır. (Allâh’a tam tevekkül etmendir.)
  • Veya başına gelen bir belâ ve sıkıntıdan dolayı elde edeceğin sevap, senin yanında o belâ ve sıkıntıdan dolayı kaybettiğin maldan üstün ve hayırlı olmalıdır.

İşte gerçek zâhidlik ve dünya sevgisi bu olmalıdır.” (Tirmizî, Zühd, 29/2340)

Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz şöyle naklediyor:

“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ömrü boyunca iki gün üst üste arpa ekmeği ile doymadan âhirete intikâl etti…” (Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et‘ıme, 48)

YOKLUKTAN DEĞİL ÎSARDAN

Bu zühd sadece yokluktan ve yokluğa sabırdan neş’et etmiyordu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bilhassa Hayber’in fethinden sonraki yıllarda, geniş imkânlara kavuştu. Ganîmetler ve hediyeler bazen kapısının önünde koca bir yığın hâline gelirdi.

Fakat O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, rüzgârları geride bırakan cömertliğiyle tez zamanda o maddiyâtı fukarâya dağıtıverirdi. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, doyurmakla doymanın hazzına erişmişti. O; sahip olmakla değil, sevindirmekle sevinirdi.

Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Peygamber Efendimiz’e Bahreyn’den mal getirildi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Onu mescide dökün!» buyurdu. Bu mal (şimdiye kadar) Allah Rasûlü’ne getirilenlerin en çok olanı idi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o mala dönüp bakmadan namaza gitti. Namaz bitince gelip malın yanında durdu. Her gördüğüne ondan veriyordu… Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tek dirhem bile kalmayıncaya kadar hepsini dağıtmadan oradan ayrılmadı.”
(Buhârî, Salât, 42)

Yani gün geldi, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelen ganîmetler dolayısıyla çok zengin oldu. Fakat dâimâ müstağnî davrandı. Dağıtmakla huzur buldu.

Yeri geldi, karnına taş bağladı. Fakat hiç kimseden bir şey istemedi. Yine müstağnî davrandı.

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre, Fâtıma Vâlidemiz, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e pişirdiği ekmekten bir parça getirmiş ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Bu nedir?” diye sorduğunda;

“–Pişirdiğim çörektir. Size getirmeden canım çekmedi.” demişti.

Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:

“–Üç gündür babanın ağzına giren ilk lokma bu olacak!” (İbn-i Sa‘d, I, 400; Heysemî, X, 312)

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; elindekileri derhâl dağıttığı gibi, kendisine gelenleri boş çevirmemek için, borç da alırdı.

Bir gün bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- isteyeni eli boş göndermemek için;

“–Yanımda sana verebileceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al (borca gir), mal geldiğinde öderim.” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Yâ Rasûlâllah! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah Sen’i gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır.” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hazret-i Ömer’in bu sözünden hoşnut olmadıkları, mübârek yüzlerinden belli oluyordu. Bunun üzerine ensardan bir zât;

“–Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Ver! Arş’ın Sahibi azaltır diye korkma!” dedi.

Rasûlullâh’ın arzusunu te’yîd ve takviye eden bu sahâbînin sözleri, Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm etti ve;

“–Ben de bununla emrolundum.” buyurdu. (Heysemî, X, 242)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, zühd fazîletinin temellerini de ifade eden bir hadîs-i şerifte şöyle buyurur:

“Cebrâil -aleyhisselâm- bana geldi ve şöyle dedi:

«–Yâ Muhammed! İstediğin kadar yaşa, mutlaka öleceksin. İstediğini sev, mutlaka ayrılacaksın. İstediğin şeyle amel et, ancak onun karşılığını elde edeceksin.

Bil ki mü’minin şerefi, geceleri kāim olmasında (yani seher vakitlerini ihyâ etmesinde); izzeti ise insanlardan müstağnî kalmasındadır.»” (Hâkim, IV, 360-361/7921)

Velhâsıl;

İbâdetteki rûhâniyet, muâmelâttaki zarâfet, ahlâktaki nezâket, gönüldeki letâfet, sîmâlardaki nûr-i melâhat, lisanlardaki selâset, duygulardaki incelik, nazarlardaki derinlik, yani bütün güzellikler, Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetten kalplere akseden parıltılardır.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Gel ey gönül! Hakikî bayram, Cenâb-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.”

SAHÂBEDE BU ÜÇ HASLET

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönül dünyasından hisse almak isteyen ashâb-ı kiram, derece derece bu üç hususta;

  • Haşyetullah,
  • Merhamet ve
  • Zühd hasletlerinde;

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i taklit etmeye gayret ettiler.

Kayrevan’dan, Semerkant’a kadar büyük fetihler gerçekleşti ve muazzam ganîmetler geldi. Dağ gibi yığıldı.

Buna rağmen, sahâbe efendilerimizin evlerinin dekoru değişmedi. Onlar da Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi zühd içinde yaşadılar. Arta kalanı, ümmete olan merhamet ve şefkatlerinin gereği olarak Allah yolunda infâk ettiler. Lüks, israf, sükse ve konfor onların hayatında hiçbir zaman olmadı. Öyle bir hayat tarzı tanımadılar. Onlar yarın nefislerinin varacağı konağın kabir olduğunu hiç unutmadılar. Dünyada istifâde edilen her nimet için, âhirette hesabın beklediğini hiç akıllarından ve gönüllerinden çıkarmadılar. Fazîletler medeniyeti inşâ ettiler.

Sahâbenin onca imkâna rağmen sürdürdüğü zühde en zirveden, Halîfe’nin hayatından misal verelim:

Hazret-i Ömer, hilâfeti esnasında maddî sıkıntı içinde idi. Zor geçiniyordu. Hâlbuki hazine ganîmetlerle dolmuş durumdaydı.

Ashabdan bazı ileri gelenler; Hazret-i Ömer’in kızı Hazret-i Hafsa -radıyallâhu anhâ-’ya, babasının hazineden geçinecek kadar bir tahsîsat almasını teklif etmesini telkin ettiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevcesi olan Hazret-i Hafsa da babasına bu teklifi yapınca, Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- kızına sordu:

“–Kızım sen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevcesiydin. Bana söyler misin, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yemede içmede hâli nasıldı?”

“–Kifâyet miktarı idi.” cevabını alınca Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- sözüne şöyle devam etti:

“–İki arkadaşım (Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ebûbekir) ve ben, üçümüzün hâli, aynı yolda giden üç yolcuya benzer.

  • Biri (Hazret-i Peygamber) makamına vardı.
  • Diğeri (Hazret-i Ebûbekir), aynı yolda giderek birinciye erişti.
  • Üçüncüsü (ben) de arkalarından onlara ulaşmak isterim. Fazla yükle gidersem, onlara yetişemem!.. Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?” buyurdu. (Bkz. Ahmed, Zühd, s. 125. Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târîh-i İslâm, I, 367)

Demek ki;

Bir müslüman da, zengin de olsa, fakir de olsa, dünya hayatını, nefsânî hayatı kalbine yerleştirmeyecek.

  • Dünyaya âhiret için geldiğini unutmayacak.
  • Elindeki imkânları âhiret için kullanacak.
  • Elindeki imkânlar mahdut ise üzülmeyecek.

Çünkü Allah imtihan için kiminin rızkını dar, kiminin rızkını geniş eylemiştir.
Mü’min, kanaat ve istiğnâ ehli olacak. İlâhî taksîmâta râzı olacak.

Sahâbe-i kiram, Peygamber Efendimiz’e ittibâ ve sadâkat sayesinde, O’ndan âzamî istifâde ettiler, O güneşten akisler alan aynalar gibi kıymetli birer gönül kıvâmına eriştiler. Nefsânî hayat onların gözünden silindi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e râm olmak, her şeyin önüne geçti.

O muhabbet sebebiyle, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ittibâ etmek öyle bir lezzet hâline gelmişti ki; sebep ve hikmetini sormadan, O’nun yaptığı her şeyi yapmak onların yegâne arzuları olmuştu.

Meselâ;

Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-; Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, altında oturduğu ağaçları sular, hayatta kalmalarını sağlar, O’nun geçtiği yollardan geçer, O’nun oturduğu yerde oturmaya çalışırdı.

Muhabbet arttıkça, sahâbe-i kiram;

“–Yâ Rasûlâllah! Emret!” dediler.

“–Canım, malım, anam-babam Sana fedâ olsun!” dediler.

“–Bu mektubu krallara ben götüreyim!” dediler.

«Nasıl gideceğim, çölleri nasıl aşacağım?» diye düşünmediler. O kralların boyun vurmak için bir göz işareti bekleyen cellâtlarını dert etmediler. Yeter ki Rasûlullah Efendimiz’in gönlünde bir yerleri olsun, gerisini mühim görmediler.

Dâimâ;

“–Ben âhirette Allah Rasûlü ile beraber olabilecek miyim? Bu dünyada sahâbî olmakla tattığım lezzeti, âhirette de tadabilecek miyim?” endişesi ile yaşadılar.

Bu muhabbetler öyle bir zirveye çıktı ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âdâbıyla edeplendiler.

Şu kıssa; Allah Rasûlü’nün zühd, istiğnâ ve îsâr hâlleriyle hâllenmenin en güzel misâlidir:

Yermük Harbi’nin sonunda Huzeyfe -radıyallâhu anh-, kızgın çölde yatan yaralılar arasındaki amcaoğluna su vermek istemişti. O esnada bir başka yaralının, İkrime’nin iniltisini duyunca, amcaoğlu Hâris, derhâl suyu ona götürmesini istedi.

Huzeyfe suyu İkrime’ye götürdü. Fakat o da tam içecekken başka bir yaralının feryâdı duyuldu. İkrime de suyu içmeyip feryâdın sahibine götürmesini istedi. Suyu Iyaş’a götürdüğünde ise, gördü ki o son nefesini vermişti. Diğerlerine yetiştirmeye çalıştıysa da her biri o hararetli mekânda o sudan içemeden, şehâdet şerbetini içtiler.

Böylece bir bardak su, son nefeslerinde bile kardeşlerini kendilerine tercih eden, îsâr kahramanı üç şehîdin ortasında kaldı.

İnfak âyetlerini yaşamaya çalıştılar:

  • Zengin sahâbîler; en sevdikleri malları, koca koca bahçelerini, çil çil altınlarını Allah yolunda infâk ettiler.
  • Fakir sahâbîler ise; dağdan odun topladılar, kuyulardan su çektiler, yevmiyeli işler yaptılar, kazançlarını getirip infâk ettiler. O âyetlerin şümûlüne girmek istediler.

Bir koyun kellesi, Medine’de 7 hâneyi dolaştı ve sonunda ilk infâk eden eve döndü. Zira en muhtaç aile o hâneydi. Her biri, kardeşini kendisine tercih ediyordu, îsârı yaşıyordu.

Bu infâkı yerine getirirken de severek, sevinerek; teşekkür bekleyerek değil, kabulüne teşekkür ederek gerçekleştirdiler. Zühd ve istiğnâ hâlini mânevî bir lezzet duyarak yaşadılar.

Bu zühd ile nice tecellîlere de eriştiler. Bu seviyeyi Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in talebesi Abdullah İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anh- anlatır:

“Bize Allah Rasûlü’nden öyle hâller in‘ikâs etti ki, yenen lokmaların zikrini duyuyorduk.” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)

EVLİYÂULLAH’TA BU ÜÇ HASLET

Hak dostları da sahâbe-i kirâmın bu gönül kıvâmını yaşayıp yaşattılar.

Tasavvuf bu kıvâma erişebilmek için sarf edilen gayretlerdir. Hak ile dostluğa erenler, önce nefsânî arzuları bertaraf etmeye gayret ettiler. Enâniyeti yenebilmek için;

  • Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, çarşılarda kaftanıyla ciğer sattı.
  • Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, helâları temizledi.
  • Bahâüddin Nakşibend Hazretleri; yıllarca yolları süpürdü, sokakta yaşayan mahlûkāta baktı, hastalara hizmet etti.

Onlar ancak bu şekilde enâniyeti bertaraf ettiler, hiçliğe eriştiler, zühdü yaşadılar.

İşte bu seviye, bu gönül kıvâmı, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönüllerde mekân tutmasının neticesidir. Muhabbetullah ve haşyetullah tatbikatıdır.

Hak dostlarının eriştiği bu ilâhî aşk ateşini ve ölümle bile sona ermeyip devam ettiğini Hazret-i Mevlânâ, ne güzel ifade eder:

“Vefâtımdan sonra benim kabrimi aç ve içimin ateşi sebebiyle kefenimden nasıl duman yükseldiğini gör!”

Haşyet, merhamet ve zühd ile tezyin olan bu gönül kıvâmı, topluma da büyük bir saâdet ve huzur olarak aksetti:

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- zamanında, birçok şehirde zekât verilecek fakir bulunamadı. Vâliler; merkeze, topladıkları zekât malını ne yapacaklarını sordular. Cevâben, o paralarla müslüman kölelerin hürriyetlerine kavuşturulması emredildi.

Bu gönül kıvâmına erişen bir toplumda psikiyatrik rahatsızlıklar neredeyse yok gibiydi.

Çünkü;

  • Hakkıyla ve huşû ile kılınan namaz; birçok dünyevî kaygı ve endişeyi bertaraf ediyor, kalbi huzurla dolduruyordu.
  • Hakkıyla tutulan oruçlar; takvâyı ve merhameti artırıyor, dünyaya meyli dizginleyerek zühde eriştiriyordu.
  • Gönül hoşnutluğuyla verilen zekât ve infaklar; gönülleri temizliyor, kardeşlik duygularını pekiştiriyordu.
  • Maddî ve mânevî tesânüd sayesinde; toplumda büyük bir îman kardeşliği yaşanıyordu. Herkes birbirinin derdiyle dertleniyor ve hiçbir problem çözümsüzlüğe bırakılmıyordu.

Bugün Gazze’de şehid düşen yavruların anne ve babalarında, âdetâ sahâbe devrindeki sabır ve rızâyı görmekteyiz. Evlâtlarını metânet içinde cennete uğurlayan bu insanların gönül kıvamları ne kadar muhteşemdir!..

Demek ki;

Bir mü’min, bu üç sıfatta, Rasûlullah Efendimiz’le beraberliği temin ettiği zaman, Cenâb-ı Hak onun sabrını, tâkatini ve tahammülünü zirveleştirmektedir. Onun gözünden dünya ve ızdıraplarını silmekte ve âhireti, hayatının yegâne gayesi hâline getirmektedir.

Hakikaten;

Bu üç kıymetli haslet, asıl uhrevî hayatımızdaki selâmetimiz için zarûrîdir.

Bir mü’min, bu hasletleri yaşayıp yaşatma cehdiyle Cenâb-ı Hakk’a dostlukta mesafe kat edebilmeye gayret edecek.

Âhiret büyük muhâtaralarla dolu bir ebediyet yolculuğudur. O tehlikelerden âzâd olabilmenin tek yolu, Cenâb-ı Hak ile dostluk kurabilmektir. Zira âyet-i kerîmede buyurulur:

اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ ۝٦٢

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)

Ancak müteâkip âyette, bu dostlukta mesafe alabilenlerin iki vasfı şöyle ifade buyurulur:

اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَۜ ۝٦٣

“Onlar, îmân edip de takvâya ermiş olanlardır.” (Yûnus, 63)

Rabbimiz; gönüllerimizi, Peygamberimiz’de kemâlini bulan muhabbetullah ve haşyetullah sırrından hisseyâb eylesin.

Bizleri ve nesillerimizi; gönülleri dergâh hâline gelmiş birer rahmet insanı kılsın. Dünyayı ve dünyalığı, âhiret sermâyesi kılabilen kanaatkâr ve müstağnî gönüller hâline getirsin.

Âmîn!..