Ebedî Fecre
Yıl: 2009 Ay: Şubat Sayı: 48
Ancak Kulluk…
Kur’ân-ı Azîmüşşân’ında Cenâb-ı Hak, yaratılış gayemizi şöyle beyan buyurur:
وَمَاخَلَقْتُالْجِنَّوَالْاِنْسَاِلَّالِيَعْبُدُونِ
“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.”(Zâriyat, 56)
Bu ilâhî gayenin, yani kulluğun tam olarak gerçekleşmesi, daha açık bir ifadeyle şuurlu bir kıvamda olması için Cenâb-ı Hak; insan hayatını belli med-cezirlerle muhatap bir vasıfta düzenlemiştir. Tâ ki insanoğlu kuru kuruya değil, kendisine verilmiş olan iradeyi en güzel şekilde kullanarak tercihli ve istekli bir vasıfta kulluk yapsın. Nefsânî arzulardan vazgeçmeleri de mânevî ve rûhânî hasletlere yönelmeleri de şuurla tecellî etsin. Eğer med-cezirler olmasaydı, imtihan olmanın mantığı ortadan kalkar, insan da otomatiğe bağlanmış otomat bir makine gibi olurdu ki, hiçbir mânâsı olmazdı. İşte bu sebeple insan için şuurlu davranışı test edecek en yegâne gerçek, hayattaki;
MED VE CEZİRLER/ÇALKANTILAR/FIRTINALAR
Peygamberlerden tutun sıradan fertlere kadar Cenâb-ı Hak, insanoğlunu daima ibtilâ ummanlarında dev çalkantılara tâbî tutmuştur. Üstelik en değerli olanları, yani peygamberleri, çalkantıları daha büyük dalgaların, çilelerin ve ıstırapların ortasına atmıştır. Basamak basamak ibtilâları kuvvetli kullardan zayıfa doğru sıralamıştır.
Çünkü;
Olgunluk ve mükemmelliğin, şuur ve iradenin en yerinde tecellîsi böyle gerçekleşmektedir.
Çünkü;
İnsanın yapısında iki kutup vardır. Biri daima kötülüğü emreden bir nefis. Diğeri de «نَفَخْتُ/ nefahtü» sırrından kopup gelen bir ilâhî nefha olan sultânî ruh.
Bu sebeple insan bir uçta esfel-i sâfilîne yani aşağıların en dibindeki bir uçuruma doğru çekilirken, diğer yandan âlâ-yiilliyyîne, yüceler yücesine davet edilmektedir. Yani;
YA CENNETE YA CEHENNEME
İnsanoğlu dünya hayatında tâbî tutulduğu imtihanların neticesine göre ya ilâhî gazaba dûçar olup da cehenneme düşecek yahut da ilâhî rızâya mazhar olup cennetlere kavuşacaktır.
Bir yanda cennet… Öbür yanda cehennem… Geriye dönüşü de yok!
Bir tarafta insanı cehennem ateşine çağıran şeytan ve iğvâları, nefis ve hempâları…
Öbür tarafta onu «Selâmet Yurdu» olan cennete davet eden ilâhî kitap ve hitaplar, beşeriyetin yol göstericileri peygamberler ve onların vârisleri olan Hak dostları…
Bu iki kutup arasında;
İnsan muammâsı, nefsâniyete mağlûp olarak hayvanlardan daha aşağı hâllere dûçar da olabilir; ya da rûhâniyet ve mâneviyata yelken açarak mukarreb melekler seviyesine de yükselebilir.
Birinin kılavuzu şeytan ve nefis; diğerinin rehberi ise;
KUR’ÂN VE HAZRET-İ PEYGAMBER
Hayat yolculuğu, büyük ve derin uçurumlarla dolu. Bu yolculukta insana en lâzım olan pusula ve rehber ise yine Cenâb-ı Hak tarafından ihsan edilmiş:
Kur’ân-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber.
Bunlar, insan hayatının ilâhî dengesi için iki büyük nimet. Beşeriyeti ifrat ve tefrit bâdirelerinden kurtararak istikamet mihverinde kurtuluşa erdirecek ilâhî lütuf.
Yapılması gereken, bu ilâhî lütuflardan en güzel şekilde istifade edebilmek. Tam bir teslimiyet içerisinde. Bir hidayet rehberi olan Kur’ân’a ve âbidevî bir şahsiyette hârika olan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e muhabbetle bağlılık, insana gökteki yıldızlar ölçüsünde mükemmel bir yücelik kazandırır. Bunun dışında insanoğlu hangi yolu tuttursa faydasız. Nitekim Cenâb-ı Hak îkaz buyurmakta:
يَااَيُّهَاالَّذ۪ينَاٰمَنُوالَاتُقَدِّمُوابَيْنَيَدَیِاللّٰهِوَرَسُولِه۪وَاتَّقُوااللّٰهَاِنَّاللّٰهَسَم۪يعٌعَل۪يمٌ
“Ey îman edenler! Allâh’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.”(Hucurât, 1)
Bu emr-i ilâhî gösteriyor ki;
KUR’ÂN’A DA SÜNNETE DE İTTİBÂ ŞART
Bir kişi güneş doğarken namaz kılmaya kalkışmıştı. O vakitte namaz kılmanın caiz olmadığı kendisine hatırlatıldı. Fakat adam konuyu başka tarafa çekerek;
“–Allâh’ın beni namaz kıldığım için cezalandıracağını mı söylemek istiyorsun?!.” diye yanlışını savunmaya kalktı.
Bunun üzerine Süfyan bin Uyeyne ona şu mânidar cevabı verdi:
“–Bilesin ki; Allah, seni namaz kıldığın için değil, sünnete uymadığın için cezalandırır!” (İsmail L. ÇAKAN, «Peygamberlerin Bazı Nitelikleri ve Hz. Peygamber’in Ümmeti Üzerindeki Hakları», Cahiliye Toplumundan Günümüze Hz. Muhammed, 13-15 Nisan 2007, Konya, s. 28)
Çünkü bu davranış, Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmektir. Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmek ise, mâneviyatı değil nefsâniyeti ön plâna almaktır. Hayatın dengesini bozmak ve istikametten kopmaktır. Bu da, insanı en gerilere, daha doğrusu aşağıların aşağısına düşürmektedir. Bu bakımdan Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği istikametin özünde şu vardır:
EMROLUNDUĞUN GİBİ…
Âyet-i kerîmede buyurulmuştur ki:
فَاسْتَقِمْكَمَاأُمِرْتَ
“Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol!..”(Hûd, 112)
Bu âyetnâzil olduktan sonra Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in mübarek saç ve sakallarına aklar düşmeye başladı ve Fahr-i Kâinat Efendimiz şöyle buyurdu:
“Hûd Sûresi, beni ihtiyarlattı.”(Tirmizî, Tefsîr-iSûre 56/6)
Abdullah İbn-i Abbâs -radıyallâhuanh- der ki:
“Kur’ân-ı Kerim’de Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- için bu âyet-i kerîmeden daha şiddetli bir hitap vâkî olmamıştır.”(Nevevî, ŞerhuSahîh-i Müslim, II, 9)
Efendimiz -aleyhisselâm-’ın hayatının tamamı bu emre riâyetten ibarettir. O’nun hayat düsturlarının özü tek cümlede toplanacak olsa; «emrolunduğu gibi dosdoğru olmak» şeklinde bir ifade karşımıza çıkar. Nitekim Cenâb-ı Hak, O’nun bu yönünü Kur’ân’ın kalbi olan YâsînSûresi’ndemeth u senâ ederek şöyle vurgular:
“(Ey Habibim!) Sensırât-ı müstakîm üzeresin.”(Yâsîn, 4)
Dolayısıyla Hazret-i Peygamber’in, «dosdoğru olmak» emriyle alâkalı endişesinin ve saçlarına aklar düşmesine sebep olacak derecede dertlenmesinin asıl sebebi, ümmetinin bu emre ne kadar riâyetedebileceği meselesidir. Nitekim O’nun bu hâli yani ümmetine olan düşkünlüğü, şefkati ve merhameti, âyet-i kerîmede şöyle anlatılır:
“Andolsun ki size kendi içinizden öyle izzetli bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkündür. Mü’minlere karşı raûf(çok şefkatli) ve rahîm (son derece merhametli)dir.”(Tevbe, 128)
Rauf ve Rahim isimleri Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarındandır. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ümmete karşı üstün şefkati dolayısıyla Cenâb-ı Hak, cemâlîesmâsının bu isimlerini O’nun hakkında da kullanmıştır. İşte Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ümmeti için böylesi müstesnâ ve büyük bir ilâhî lütuftur.
Bu meyanda -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, sahâbe-i kirâma şöyle buyurmuştur:
“Hayatım sizin için hayırlıdır; benimle konuşursunuz ve size (ilâhî vahiy ve hükümler) bildirilir. Vefatım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’ahamd ederim, kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfar ederim.”(Heysemî, IX, 24)
Yine O Merhamet Güneşi buyurmuştur ki:
“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesilesiyim. Vefat ettiğimde ise kabrimde: «YâRabbî, ümmetîümmetî!..» diye Sûr’a ilk defa üfleninceye kadar nida edeceğim…” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)
Yani âyetteki «dosdoğru ol» emri karşısında Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in saçlarının beyazlamasının temelinde ümmeti hakkındaki endişesi vardır. Çünkü O, sırât-ı müstakîm üzere zaten müeyyed idi. Ya biz?
Ya biz?
Bu sualin cevabını derin derin tefekkür etmeli ve istikamet üzere olabilmek için çırpınmalıyız. Şair ne güzel söylemekte:
«Doğru ol!» emrine pervâne kesil, çünkü Rasûl,
Dinle duy, bak ne diyor hâl ile irşâda seni:
«İhtiyâr eyledi Hud Sûresidünyâda beni…»(Seyrî)
İstikamet meselesi o kadar mühimdir ki tasavvuf, bunu kulluğun yegâne düsturu hâline getirmiştir. Ehlullah der ki:
“Bir kimseyi havada uçarken de görsen, su üstünde yürüyorken de görsen itibar etme. Ancak istikametine bak! Eğer müstakim ise itibar et!”
Yani;
İLLE İSTİKAMET…
Çünkü rızâ-yı ilâhînin yegâne ve tek yolu bu. Sağa-sola sapmaksızın doğru yolda îtidal üzere devamlılık. Her türlü eğrilikten uzak bir doğruluk.
Tasavvuf yolunda bu kıvama öyle bir dikkat edilmiştir ki Yûnus gönüllüler ulu dergâhtan içeri eğri gönül sokmama endişesi ile eğri bir odun bile sokmamışlardır. İşte Yûnus Emre!
O, Taptuk Emre’nin dergâhına getirdiği odunların bile dümdüz olmasına daima gayret ediyordu. Bir defa dahî eğri odun getirmemişti. Bu durum, hiç şüphesiz ki Taptuk Emre Hazretleri’nin dikkatinden kaçmıyordu. Bir gün Hazret-i Pîr, Derviş Yûnus’un getirdiği odunlardan birini eline alarak sordu:
“–Yûnus! Sana nicedir sormadığımı bugün sorayım: Hepsi böyle mi bu odunların? Hepsi ok gibi dümdüz mü?..”
“–Hepsi öyle sultanım!”
“–Hiç eğrisi yok mu?”
“–Yok sultanım!”
“–Bunca yıldır dağda hiç eğri oduna rastlamadın mı Yûnus?..”
Yûnus, şu meşhur cevabı verdi:
“–Sultanım! Bilirim ki, sizin kapınızdan içeri hiçbir eğrilik girmez; odun bile olsa!..”
O âbide şahsiyetler işte bu şekilde olgunluk tahtına oturdular. İstikameti böyle idrak ettiler. Öyle yaşadılar.
Hayatlarını kuşatan her şeye ve bilhassa kulluklarına istikamet çerçevesinde vurdukları mühür şu oldu:
DENGE VE İSTİKRAR
Cenâb-ı Hak, iki dünya için de verimli bir hayat ve huzuru, denge ve istikrarın içine yerleştirmiştir.
Dolayısıyla;
Bir mü’minin yaşayışı, her bakımdan denge ve istikrar içerisinde olmalıdır. Aile hayatı da, eğitim hayatı da, ticarî hayatı da, içtimâî hayatı da daima ilâhî bir denge etrafında şekillenmelidir. Asla iki artı kutup da olsa yani günümüzde pek çoklarının yaptığı üzere kendisini ibadete verip evlâdını yetiştirme mes’ûliyetini ihmal etmemelidir. Yani mes’ûliyetlerimizde sadece bir yöne aşırı bir şekilde kapılıp da diğer tarafı unutmamalıdır. Zira âyetteki;
«Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!» emri, yalnızca bir husus ile alâkalı değildir.
O, hayatın bütün safha ve alanlarına şâmil bir ilâhî fermandır.
Bu itibarla, her meselede en öz ve vazgeçilmez düsturumuz «emrolunduğumuz gibi dosdoğruluk» olmalıdır. Tâ ki, nefsimizin ve şeytanın tetiklediği aşırılıklar girdabına düşmeyelim.
Çünkü bir hususta doğru olanı yapmakla, onu denge ve istikrar içinde gerçekleştirmek aynı derecede mühimdir. Yoksa doğruluklar vasıf yitirir, güzellikler çirkinliğe dönüşür, hakla bâtıl birbirine karışır.
Çünkü insan, imtihan îcabı aşırılıklara meyillidir. Bazen hayır ve doğruluk adına hayırsızlık ve eğrilik olacak şekilde ilâhî sınırların ötesine geçmeye kalkışır. O zaman da hakikatten kopar ve sapmaya başlar. Tarihte bunun sayısız örnekleri vardır.
Meselâ Hıristiyanlar, Cenâb-ı Hak kendilerine emretmediği hâlde bir ruhban hayatı ürettiler. Evlenmemek ve manastırlara kapanmak sûretiyle bir uzlet hâli ihdas ettiler. Toplumun derdiyle dertlenmekten uzakta kaldılar. Bu da onların hem beşer olarak tıkanmalarına sebep oldu hem de ilâhî irade ve rızâya ters düştü. Çünkü Rabbimiz, bizim için en uygun ve yerinde olanı bizlere emretmiştir. Âyetlerde vurgulandığı gibi Allâh’a dinini öğretircesine bir yol tutturmak, iki dünyada da çıkmaz sokaktır, girdaptır, hüsrandır.
Çare ilâhî istikamet üzere;
ORTA YOLU TUTMAK…
Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir gün;
“–Orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiçbiriniz ameli sayesinde kurtuluşa eremez.” buyurdu.
Yanındakiler hayretle sordu:
“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ınRasûlü?”
Efendimiz şu cevabı verdi:
“–(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah rahmet ve keremi ile beni bağışlamış olursa, o başka!” (Müslim, Münâfikûn 76, 78. Bkz. Buhârî, Rikāk 18, Merdâ 19)
Bu hadîs-i şeriften alacağımız ders şu:
İbadetlerde gevşek davranmak insanı âhirette zor durumda bıraktığı gibi aşırı giderek hırslı hareket etmek de bir müddet sonra yorgunluk, bıkkınlık ve yanlış yollara kaymaya sebep olabilir. Yani ibadetlerdeki ifrat Allâh’ın emrini hakkıyla yerine getirmeye mânî olur. Kaldı ki ilâhî rızâ ve ebedî kurtuluşun yolu, aşırı ibadet değil, emrolunduğu gibi teslimiyetli, dengeli ve istikrarlı devamlı bir kulluktur. Yani orta yol üzere devamlılıktır.
Ashâb-ı kiramdan bazıları bir gün muhterem vâlidelerimize sorarak Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ibadetlerini öğrenmek istemişlerdi. Onlar da gördüklerini anlattılar. Efendimiz’inîtidal üzere yapmış olduğu ibadetlerini az gören bu kimseler kendi kendilerine;
“Allâh’ınRasûlü nerede, biz neredeyiz? Onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır.” dediler.İçlerinden biri;
“Ben ömrümün sonuna kadar bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım.” dedi. Bir diğeri;
“Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım, oruçsuz gün geçirmeyeceğim.” dedi. Üçüncü sahâbî de;
“Ben de sağ olduğum müddetçe kadınlardan uzak kalacak asla evlenmeyeceğim.” diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi:
“Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizleri îkaz ediyorum! Allâh’a yemin ederim ki ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. (Bilesiniz ki) benim sünnetimden yüz çeviren kimse, benden değildir.”(Buhârî, Nikâh 1)
Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in «benden değildir» îkazı ile altını çizdiği gerçeklerdeki ortak nokta şu:
İSLÂM’DA RUHBANLIK YOK!
İslâm, insanlığı tabiî gerçeği etrafında şekillendirir. Âhirete hazırlarken dünyayı unutturmaz. Çünkü dünya denen tarlayı ihmal etmemeli ki âhiret ekinleri de verimli bir şekilde gerçekleştirilsin.
Bu hususta Fahr-i Kâinat Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den bizlere yansıyan pek çok misal vardır.
Bir gün Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, sahâbeyekıyâmetten bahsetmişti. Onlar da çok duygulanıp ağladılar. Sonra içlerinden on kişi Osman bin Maz’ûn’un evinde toplandı. Aralarında Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ali de vardı. Yaptıkları istişare neticesinde, bundan böyle dünyadan el-etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmeye, gündüzlerini oruçla, gecelerini de sabaha kadar ibadetle geçirmeye, et yememeye, hanımlarına olan alâkayı azaltmaya, güzel koku sürünmemeye ve yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler. Bu haber Peygamber Efendimiz’e ulaşınca, kalkıp Osman bin Maz’ûn’un evine geldi, fakat kendisini evde bulamadı. Hanımına, Osman ve arkadaşlarının kendisine gelmeleri için haber bıraktı. Onlar da Peygamber Efendimiz’in huzuruna çıktılar. Efendimiz, karar aldıkları hususları kendilerine tek tek sayarak;
“–Bu konularda ittifak etmişsiniz, öyle mi?” dedi. Onlar;
“–Evet ya Rasûlâllah! Bizim böyle karar almakta hayırdan başka bir gayemiz yoktur.” dediler.
Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu:
“–Şüphesiz ki ben bunlarla emrolunmuş değilim. Elbette sizin üzerinizde nefislerinizin hakkı vardır. Bazen oruç tutun, bazen tutmayın. Gece hem ibadet edin hem uyuyun. Ben hem ibadet ederim hem de uyurum. Oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de. Et yediğim gibi hanımlarımın da hak ve hukukuna dikkat ederim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”
Sonra ashâb-ı kirâmı toplayıp onlara bir konuşma yaptı ve şunları söyledi:
“Birtakım kimselere ne oluyor ki hanımlarının hak ve hukukuna dikkat etmeyi, yeme-içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû sayılan dünya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim dinimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan uzaklaşmak bulunmadığı gibi, dünyadan el-etek çekip manastırlara sığınmak da yoktur. Ümmetimin seyahati oruç, ruhbanlıkları (takvâları) ise cihaddır. Allâh’a ibadet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, Ramazan orucunu tutunuz. Siz dosdoğru olunuz ki başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dini kendilerine zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların artıklarıdır.”
Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîmenâzil oldu:
“Ey îman edenler! Allâh’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin, haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.”(Mâide, 87) (Vâhidî, s. 207-208; Ali el-Kārî, el-Mirkāt, I, 182-183)
İbadet bile olsa herhangi bir hususta haddi aşmak, olması gerekenin dışına çıkmak olduğundan dolayı asla makbul değildir. Meselâ farz bir namaz, vaktinden evvel defalarca kılınsa da; oruçta beş saat evvel imsak edip de beş dakika evvel iftar edilse de ibadet yerine geçmez. Ancak yorgunluk olur. Her ibadet, tamamen yerli yerinde ve emredildiği şekilde olacak ki ondaki maksat gerçekleşsin.
Bu durum, her şeyde geçerli.
Meselâ bir imam, namaz kıldıracağı zaman FâtihaSûresi’nden sonra ne kadar âyet okuyacağını belirlemek için tekbir almadan evvel cemaatine dikkatlice bakmalıdır. İhtiyarlar, hastalar, işi acele olan kimseler ya da çocuklar varsa ona göre hareket etmeli yani namazı hafif tutmalıdır. Çünkü Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in talimatı budur:
“Sizden biriniz, insanlara namaz kıldırdığı zaman, hafif tutsun. Çünkü onların arasında zayıf, hasta ve yaşlılar vardır. Kendi başına namaz kıldığında ise dilediği kadar uzatsın.”(Buhârî, İlim 28)
Unutmamalı ki hayırdan ibadete, dünyadan âhirete hangi meselede olursa olsun, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bu şekilde belirleyip dikkat çektiği husus aşırılıktan kaçınmak, yani orta yolu takip etmektir.
Zira ifratlar da tefritler de yasaklanmıştır. Bir mü’min ferdî vazifelerini yerine getirirken toplumun kendi üzerindeki haklarını da unutmamalıdır. Zira mü’min, yaşadığı toplumun gidişatından da mes’uldür. Bu mes’ûliyet karşısındaki farklı tutumların durumunu tarihteki ashâb-ı sebtin/cumartesi ashâbının hâli ne güzel yansıtmaktadır:
Ashâb-ı sebt, cumartesi günleri ibadetten başka her şey kendilerine yasaklanmış bir topluluktu. Onlar buna riâyet ederken içlerinden bazıları şeytanın; «Siz avlamaktan değil, yemekten men edildiniz!» şeklindeki iğvâsına kapılarak balık tutmaya başladı ve ilâhî emri çiğnedi. Çünkü imtihan hikmeti olarak cumartesi günleri balıklar çoğalıyordu. Halk üçe bölündü. Bir kısmı balık avladı, hem yedi hem sattı. Bir kısmı da bu günahtan kaçınmakla birlikte yasağı çiğneyenlere karşı sessiz kaldı; îkaz ve nasihatte bulunmadı. Üçüncü kısım hem yasağa uydu hem de günahkârları îkaz etti.
İsyankârlara sükût edenler, îkaz edenlere:
“Helâk olacak kavme niçin vaaz edip kendinizi yoruyorsunuz? Emeğinize yazık!” diyorlardı.
Emr-i bi’l-mârufta bulunanlar da şu cevabı veriyordu:
“Biz, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda mes’ul olmamak, mâzur olmak için böyle yapıyoruz!”
Çok geçmeden bunlar, diğerlerinin başına gelecek olan musibeti hissettiler. Kendilerini azaptan korumak için onlarla aralarına bir duvar çektiler. Bir gün duvarın öbür tarafında sesler kesildi. Baktılar ki, onların her biri bir gecede birer maymun hâline gelmiş!.. İlâhî hükmü dikkate almadıkları için ceza olarak maymunlara dönüşen bedbahtlar, azaptan kurtulmuş olan itaat ehli akrabalarının etrafında üç gün mahzun bir şekilde dolaştılar. Üç gün sonra da o maymunlaşmış âsîlerin hepsi öldü.
Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunmayan dindarlar da aynı âkıbetedûçar olmuşlardır. Âyette buyurulur:
“Onlar, kendilerine yapılan îkazları unutunca, Biz de kötülükten men edenleri (yani emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunanları) kurtardık; zulmedenleri (yani yasağı çiğneyenleri ve emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunmayan kimseleri) de yapmakta oldukları kötülüklerinden dolayı şiddetli bir azap ile yakaladık. Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince, onlara; «Aşağılık maymunlar olun!» dedik.” (A’râf, 165-166)
İşte sorumsuzluk girdabına düşmenin fecîâkıbeti!
Allah Teâlâ buyurur:
“İşte bu kıssayı, o zaman hazır olanlara ve sonradan gelenlere ibret verici bir ceza, muttakîler için de bir nasihat kıldık.”(Bakara, 66)
Bu gerçek, bizlerin toplumda nasıl bir mes’ûliyet içinde olduğumuzu çok açık bir dille anlatmaktadır.
Bugün o kadar mes’ûliyetlerimiz var ki! Îmanımızın ayrı bir mes’ûliyeti var, sıhhatimizin ayrı bir mes’ûliyeti var, ilmimizin de malımızın da mevkiimizin de ayrı ayrı mes’ûliyetleri var. Bir de Türkiye gibi cennet bir vatanda yaşıyor olmamızın ayrı bir mes’ûliyeti var. Bu mes’ûliyetin gerektirdiği vazifelerimizden biri de, son aylarda yaşanan acı zulümler neticesinde Filistin’deki Müslüman kardeşlerimizin kanayan yarasına merhem olmak, dertlerini maddî ve mânevî imkânlarımızla paylaşmak…
Yukarıdan itibaren orta yol derken kastettiğimiz husus, iki yanlı hareket etmek ve bir mes’ûliyeti ortada bırakmak demek değildir. O, sadece bir denge ifadesidir. Sahâbe-i kiram gibi olmanın ifadesidir. Yani dünya ve âhirete yönelik bütün vazifeleri yerli yerince yapabilmek ve bu noktadaki mes’ûliyetler dengesini oluşturmaktır. Nitekim sahâbenin büyük bir mes’ûliyetle Medine’den Çin’e, Çin’den Maçin’e, Orta Asya’ya, İstanbul’a kadar dünyanın dört bir yanına hidayet kafileleri hâlinde koşuşturması da bu şuur sebebiyledir.
Dolayısıyla gerek ferdî gerekse içtimâî vazifelerimizi onların anlayışlarındaki dünya ve âhiret dengesi içerisinde yani nebevî ölçüler etrafında ifade edilen orta yolu takip ederek gerçekleştirmelidir.
Çünkü orta yolu bırakıp da sadece bir uçta aşırılaşan kimse neticede hüsrana uğrar. Çünkü diğer tarafı ihmal etmiştir. Oysa sayısız mes’ûliyetleri olan insanoğlunun üzerinde tek bir şeyin değil;
HER ŞEYİN BİR HAKKI VAR
Vehb bin Abdullah -radıyallâhuanh- anlatır:
Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, Hazret-i Selman ile Ebu’d-Derdâ -radıyallâhuanhumâ-’yı kardeş yapmıştı. Bu sebeple Selman, Ebu’d-Derdâ’yı ziyaret ederdi. Bir ziyaret esnasında onun hanımı Ümmü’d-Derdâ’yı oldukça eskimiş elbiseler içinde gördü. Ona;
“–Bu hâlin ne?” diye sorunca, kadın;
“–Kardeşin Ebu’d-Derdâ dünya malı ve zevklerine önem vermez.” dedi. O esnada Ebu’d-Derdâ eve geldi ve hazırlattığı yemeği Selman’a ikram edip;
“–Buyurun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum.” dedi. Selman;
“–Sen yemedikçe ben de yemem.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ sofraya oturup yemek yedi. Gece olunca Ebu’d-Derdâteheccüd namazı kılmaya hazırlandı.
Selman ona;
“–Uyu!” dedi. Ebu’d-Derdâ uyudu. Bir müddet sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selman yine;
“–Uyu!” diyerek onu kaldırmadı. Gecenin sonlarına doğru Selman;
“–Şimdi kalk!” dedi ve her ikisi birlikte namaz kıldılar. Sonra Selman, Ebu’d-Derdâ’ya şöyle dedi:
“–Senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver.”
Ebu’d-Derdâ -radıyallâhuanh-, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e gidip olup biteni anlattı. Fahr-i Kâinat Efendimiz;
“Selman doğru söylemiş.” buyurdu. (Buhârî, Savm 51, Edeb 86)
Öyleyse;
MÛTEDİL OLMAK ŞART
İbadetlerde bile aşırılığa müsaade edilmediğine göre, artık başka hiçbir meselede îtidal ve orta yoldan ayrılmak doğru olmaz. Bu sebeple yeme, içme, giyinme gibi maddî ihtiyaçları karşılarken de îtidalden ayrılmamalıdır. Zengin bile olsa denge şarttır. Yani imkânım var diye oburluğa dalmamalı, açık büfelere koşarak mideleri tıka basa doldurmamalıdır. Yoksa bedenin sıhhati de rûhun sıhhati de tehlikeye girer. Çünkü aşırı yemek, bir yandan mide fesadına bir yandan da gönül müflisliğine sebeptir. Dolayısıyla sofra başında iken yiyeceğimiz lokmaları bulamayanları, zâlimlerin zulmü altında aç bir şekilde ağlayan muzdaripleri, hâssaten Filistin ve Afrika’yı düşünmeli ve yenilen aşırı lokmalara fren koymalı ve;
«Acıyın bize! Ey merhamet, nerdesin?» feryatlarına karşı duyarlı olmalıyız. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“…Yiyiniz içiniz; fakat israf etmeyiniz! Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’râf, 31)
Çünkü yeme, içme ve giyinme gibi hususlarda îtidalden ayrılmak; vücut, sıhhat ve mal gibi emanetlere ihanet etmek, onları gerektiği gibi kullanamamak demektir.
Unutmamalı ki günümüzdeki oburluk, lüks alış-veriş ve marka kullanma gibi israflar, sahâbe-i kiramın asla tanımadığı bir hayat tarzıydı.
Maalesef bugün îtidalsizlik ve dengesizlik aldı başını yürüdü. Bunun eğitim hayatına yansıması da ne yazık ki ayrı bir kayıp. Evlâtlarımıza karşı sorumluluğumuzda dünya ve âhiret dengesini kurmak ihmal ediliyor. Bu ihmal yüzünden Kur’ân kursları önceki yıllara nazaran oldukça boş, İmam-Hatip Liseleri boş, kütüphaneler boş, gerekli eğitim çalışmaları yeterli değil. Niçin?
Dünyevî diplomalar yanında uhrevî diplomalar ne kadar dikkate alınıyor? Şairin dediği gibi:
Yerden alkış alacak diploma çoktur sende,
Gökten alkış alacak karnelerin var mı gönül? (Seyrî)
Bunun cevabını verirken kendimize şunu da sormalıyız: İstikbâli veren kim? Gerçek istikbal hangisi?
Unutmamalı ki; Allâh’a, Rasûlullâh’a ve Kur’ân’a râbıtamız ne kadar ise; «Kişi sevdiği ile beraberdir.» hadis-i şerîfinden nasibimiz o kadardır.
Çünkü dünya ve âhiret dengesini kurabilmek, bunları doğru bir şekilde idrak etmeye ve gereğince yaşamaya bağlıdır. Çünkü îtidal ancak böyle tecellî eder. Hayatı kuşatan bütün muhabbet ve nefretler bu şekilde dengesini bulur. Bu bakımdan Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in şu îkazı pek mânidardır:
“Dostunu severken ölçülü sev, zira günün birinde düşmanın olabilir. Düşmanına da ölçülü bir şekilde buğzet, çünkü günün birinde dostun olabilir.” (Tirmizî, Birr, 60/1997)
Hâsılı bir Müslüman, hislerinde, sözlerinde ve davranışlarında mûtedil olmalıdır. Çünkü îtidal her şeyin kıvam noktasıdır.
Yani;
NE GEVŞEKLİK NE TELÂŞ!
Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği güzel hasletlerden biri de «teennî»dir. Yani ihtiyatlı, düşünceli, acele etmeden ve temkinli bir şekilde davranabilmek…
Fahr-i Kâinât Efendimiz buyurur:
“Teennî Allah Teâlâ’dan, acele ise şeytandandır.”(Tirmizî, Birr 66/2012)
Bu bakımdan İslâm, tedbir ve teennîye çok ehemmiyet vermiştir. Zira ilk bakışta mühim görülmeyen şeyler, neticede hiç de küçümsenmeyecek hâdiselere sebep olabilir. Mevlânâ Hazretleri der ki:
“Taneyi gören kuşcağız tuzak var mı diye önden, arkadan, sağdan, soldan yüz defa kontrol eder. Kuşun canı daima aksi şeyleri düşündüğünden, ondaki can korkusu yem aşkından ziyadedir.”
Bu;
Bir iş yaparken acele etmemek, yapılacak işin önünü-sonunu düşünmek demektir. İhtiyatlı davranma da diyebileceğimiz teennî, hata etme ihtimalini asgarîye indiren, insanı pişmanlığa düşmekten koruyan bir haslettir. Yani teennî, testi kırılmadan önce alınması gereken tedbirdir.
Bir sahâbî, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e gelerek:
“–YâRasûlâllah! Bana öğüt ver, ancak kısa ve öz olsun!” dedi.
Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de şöyle buyurdu:
“–Namazını (hayata) veda eden bir kimsenin namazı gibi kıl! Özür dilemen gereken bir sözü söyleme! İnsanların elindekilere tamah etme!”(İbn-i Mâce, Zühd 15; Ahmed, V, 412)
Nitekim istikameti muhafazanın yolu da, böyle bir teennîden geçer.
Bununla birlikte, hayırlı olduğu kesin olan işlerde acele etmek zarurîdir. Lâkin bu acele, hayırlı bir işe karar verip başlama hususunda gereklidir, yoksa o işi yaparken aceleye getirip gerekli titizliği göstermemek doğru değildir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demeden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin.”(Münâfikûn, 10)
Bu hususta Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:
“Teennî, âhiretle ilgili ameller haricinde her hususta hayırlıdır.” buyurmuştur. (EbûDâvûd, Edeb, 11/4810)
Kadı Iyâz da şöyle der:
“Âhiret amellerinde ağır hareket etmek doğru değildir. Allâh’a yakınlığı artırmak, dereceyi yükseltmek için âhiretle ilgili işlerde azimli ve gayretli olmak îcab eder.”
Nitekim yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“…Hayırda yarışın!..”(Bakara, 148)
Bir de borçları ödemek, cenazeyi defnetmek ve yetişkin evlâtları evlendirmek gibi hususlarda acele davranılması tavsiye edilmiştir. Çünkü gerekli hususlardaki aceleler de gerçekte âhirete yönelik bir teennîden yani düşünceli ve yerinde davranıştan başka bir şey değildir.
Kısacası;
Teennî sahibi kimse, ne gevşeklik gösterir ne de telâşa kapılır. Her şeyi kararında ve kararınca yapmasını bilir. Yani her hâlükârda istikamete dikkat eder. Çünkü istikamet, sayısız;
KERÂMETTEN EFDAL
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:
“Ey Hak yolcuları! Hazret-i Muhammed Mustafâ -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in dininde gevşeklik ve aşırılığa asla cevaz ve imkân vermeyiniz! Zira bu yolda istikamet ve gayret, sayısız keşf u kerâmettenefdaldir.”
Çünkü istikamet, her şeyde istikrar ve denge üzere devamlılığı sağlar. Ayrıca sıkıntı ve ıstırapları, çile ve musibetleri göğüslemede gönüllere ayrı bir mukavemet ve liyakat kazandırır. İdrak ve iradede şu iki özellik barizleşir:
MUVÂZENE VE METÂNET
Metânet ve muvâzene, insanı; fikirde, îmanda, amel-i sâlihlerde ve bütün güzel davranışlarda daha kuvvetli hâle getirir. Sabır hususunda da âbideleştirir. Bu ise, beşerin en büyük ihtiyacıdır. Çünkü dünya hayatının gerçeği, ancak sabır temelleri üzerinde bir fazilet hayatı yaşamayı gerektirir.
Sabır nedir?
Değişen hayat şartları altında, hayatın fırtına ve med-cezirleri içinde muvâzeneyi kaybetmemektir. En değerlisi de hâdisenin ilk ânında gösterilen sabırdır.
Nitekim;
Allah Rasûlü’nün mükemmel yaşayışında en çok göze çarpan husus, baştan sona en güzel sabır örnekleridir. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, çocukluğundan vefatına kadar, hep büyük acılarla karşılaşmış, her türlü sıkıntı ve ıstırabı tatmıştır. Dünyaya gelmeden babasını, altı yaşında annesini, sekiz yaşında dedesini, peygamberliğinin onuncu senesinde amcası EbûTâlib’i, bundan üç gün sonra da dâvâsındaki en büyük desteği sevgili hanımı Hazret-i Hatice’yi, Uhud’daŞehidlerin Efendisi Hazret-i Hamza’yı, yedi evlâdından altısı ile birçok torununu, kimisi küçük yaşta kimisi de yetişkinlik çağında olmak üzere bir bir Hakk’a uğurladı. Mûte’deşehid olan üç kumandanını, o çok sevdiği üç sahâbîsinin hâlini ashâbına haber verirken gözyaşları içinde ebediyete yolcu etti. Yine çok sevdiği ashâbından nicelerini kendi elleri ile kabre koydu. İşkencelere, hakaretlere, iftiralara, açlığa ve yokluğa mâruz kaldı. Savaşlarda yaralandı, ateşli hastalıklara müptelâ oldu. Ancak bunların hiçbirisi O’nun metânetini ve muvâzenesini bozmadı. O her hâlükârda sabır ve rızâ hâline örnek oldu.
BÖYLECE;
Rabbimiz, en ekmel ve yegâne hak din olan İslâm’da berrak, tertemiz bir ömür içerisinde canlı bir Kur’ân olarak Allâh’ınrızâsına muvafık bir hayatı sergileyen Fahr-i Kâinat Efendimiz’i, yediden yetmişe, fakirden zengine, sıradan bir kişiden kudretli hükümdara… herkese en müstesnâ bir misal olarak takdim etti. Öyle ki, Efendimiz’in sünnetine uymayan bir ölçü bile ölçüsüzlükten başka bir şey değildir. Bu gerçekten hareketle yazılan şu beyit pek mânidardır:
Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim! (Necip Fazıl)
BÜTÜN MESELE;
Zamanı da mekânı da îmanı da ibadeti de O’nun gibi, O’nun ölçüleri içerisinde değerlendirebilmek. İşte denge de bu, istikamet de, istikrar da bu, her şey bu!
Bu husustaki hassasiyetimiz, öyle olmalı ki, en küçük bir mevzudan en büyük bir meseleye kadar Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i ne kadar kendimize örnek alabilirsek, O’nun sünnetine ne kadar uyabilirsek, dosdoğru olmada o kadar muvaffak oluruz.
Basit bir söze riâyette bile. Basit bir organizede bile. Basit bir buluşma için bile. Gecelerdeki hâlimizde de.
Hiç unutmam;
Muhterem pederim Musa Efendi Hazretleri, üstat Sâmi Efendi Hazretleri ile birlikte sohbet ve ziyaretlere gideceği zaman, belirlenen saatten on dakika evvel buluşulacak yere giderdi. Uygun bir yerde bekler ve tam hareket dakikası gelince üstadının kapısı önünde hazır olurdu. Sâmi Efendi Hazretleri de tam vaktinde kapıdan çıkardı ve gidilecek yere huzur içinde varırlardı.
Fakat maalesef bu güzel haslet, zamanımızda pek de dikkat edilmeyen bir husus hâline geldi. Oysa bekleten kimse, bekleyenin hakkını yemiş oluyor. Yani kul hakkı terettüp ediyor.
İşte bunun için hayatın her safhasında ilâhî bir denge şart. Nebevî inceliklerle yaşamak zarurî. Yani her şeyde yegâne ölçü;
Emrolunduğumuz gibi dosdoğru olabilmek…
Bunun iki şartı var: Kur’ân ve sünnete ittibâ. İkisini de birbirinden ayırmamak kaydıyla. Çünkü Kur’ân’a ihtimam ediyor görünürken sünneti hafife alıp ihmal edenlere Cenâb-ı Hakk’ın âyet-i kerîmedeki şu beyanı gayet açıktır:
“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!” (Nisâ, 80)
Cenâb-ı Hak, cümlemizi; emir buyurduğu şekilde bir doğruluk, istikamet, denge, îtidal ve istikrar üzere yaşamaya muvaffak kılsın! Hazret-i Peygamber’in örnek şahsiyetinden mâkes bir hayatın cennet güzelliğine nâil eylesin! Zulüm ve hüsran içinde perişan olan mazlum kardeşlerimize inâyet buyursun! Tez zamanda onları içinde bulundukları savaş âfeti ve felâketinden selâmete çıkarsın!
Âmîn!..