DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
ENGELLERİ AŞMAK LÂZIMDIR
Cenâb-ı Hak okunan âyet-i kerîmelerin muhtevâsında cümlemize bir ömür nasîb eylesin.
Cenâb-ı Hak, kuluyla “dost” olmak istiyor. Ve dost olmak için de istîdatlar kula Cenâb-ı Hak lûtfetti. Bu istîdatları da inkişâf ettirmek için, engelleri de aşması lâzım. Ve bu engeller de nefsânî engeller olmuş oluyor. Dünyaya temâyül olmuş oluyor. Âhireti unutma oluyor. Kul olduğunu unutma oluyor. Niçin dünyaya geldiğini, kimin mülkünde yaşadığını unutma oluyor. Ve bu engeller aşılacak. Kul, Cenâb-ı Hakʼla bir beraberliği temin edecek.
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])
Cenâb-ı Hakʼla beraber olmaktan bir lezzet alacak, Oʼnu zikretmekten. Bu şekilde bir Cennetʼe bir davetiye çıkartılıyor.
Dostluk istiyor Cenâb-ı Hak. Dostluk, müştereklikten kaynaklanır.
Müʼminler, kelime-i tevhîdi yaşamak ile dostluğa davet ediliyor. Kelime-i tevhîdi yaşamak ile dostluğa davet ediliyor.
Dünya, baştanbaşa bir imtihan dershânesi. Bu imtihan dershânesinde önce kalpten fücur bertaraf edilecek. Yani Cenâb-ı Hakʼtan uzaklaştıracak her şeyden kalp korunacak. Ve bu, fücurdan korunmuş kalp de takvâya istikâmetlendirilecek.
Fücûrun fârik vasfı, enâniyet/benlik. Yani kibir olmuş oluyor. Cenâb-ı Hak “kibriyâ” sıfatına bir ortaklık istemiyor. Yücelik, hepsi Cenâb-ı Hakkʼa âit. Eğer kulda bir üstünlük varsa onu da Cenâb-ı Hakkʼa izâfe edecek. “Rabbimin lûtfudur.” diyecek. Cenâb-ı Hakkʼa teşekkür edecek ve onun mukâbili de Cenâb-ı Hakkʼın verdiği nîmetlerin şükrü de; mütevâzı olacak.
Üç sınıf insan, Hakʼla dost olamaz, buyruluyor.
Bunların başında da “kibir” geliyor. Yani “kibriyâ” sıfatına ortaklığa heveslenme. “Ben” deme. “Ben” diyenler -nebîler silsilesine baktığımız zaman- hepsi kahroldu gitti. Kârun öyle, İblis öyle…
İkincisi, “cimrilik”. Bu cimrilik de bir fücur. Mülk, Allâhʼa ait: اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ. Cimri de “mal benimdir” diyor, kendine biriktiriyor. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, onu kendisine biriktirmesi için vermedi. Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşmaya vesîle olabilmesi için verdi onu.
Kullanabilmeyi bilmiyor, kendine kullanıyor. Yanlışlığa giriyor. Cimri de Hak dostu olamaz. Yani kendisinde olmayan bir malı kendisine saklıyor.
Üçüncüsü; “ahmak” olmaz buyruluyor.
Ahmak nedir? Nefsinin esiridir. Sonsuz âhiret yurdu karşısında bu fânî dünyaya heves ediyor. Âhireti unutuyor. Ve bu fânî dünyayı tercih ediyor.
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا
(“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki.” [eş-Şems, 8])
Fücur bertaraf edilecek. Bu, dershânenin dersi. Takvâya mesafe alınacak.
“Takvâ” da hiçlik oluyor. Dâimâ insan bir hiç olduğunun farkında olacak. Hepsi Cenâb-ı Hakkʼın lûtfu…
Dünyaya gelmeden dünyayı bilmiyorduk. “Mal nedir?” bilmiyorduk. “Evlât nedir?” bilmiyorduk. Hiçbir şey bilmiyorduk dünyaya ait.
Tevâzû olacak, cömertlik olacak -zıddı olarak-. Ahmaklığın zıddı olarak da firâset olacak müʼminde, ince düşünüş olacak.
Bir Hak dostunun şöyle güzel bir ifadesi var:
“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.”
Yani nefsini aradan çıkartabilirsen, bu fücûru bertaraf edersen, Cenâb-ı Hakʼla beraberlik olur.
“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.”
Velhâsıl hayat, bir imtihan dershanesindeki hayat, beşik ile tabut arasında med-cezirlerle dolu dar bir koridorda yolculuk. Zamanı da belli değil. Gelişimizi de bilmiyorduk, gidişimizi de bilmiyoruz. Bir meçhuller içindeyiz. Efendimiz “yarın diyenler helâk oldu” buyuruyor, her an hazırlıklı olabilmek.
En basit; geçirdiğimiz bir Van depremi. O depremden bir dakika evvel, herkesin bir hayali vardı. Yapacağı işler vardı, programı vardı vs. vardı. Evlât derdi vs. birtakım işi vs. vardı. 25 saniye içinde hepsi alt üst oldu. Bütün o fânî problemler, hepsi bitti.
Yani hepimize son nefes, bir Van depreminden daha müthiş bir deprem. Dünyadaki bütün irtibatlar, bütün alâkalar kesiliyor, hepsi dünyada kalıyor, yalnız bir yolculuğa çıkılıyor.
Bir anne-babanın kucağında dünyaya geldik. Anne-babanın kucağında dünyayı tanımaya başladık. Fakat yolculuk ise -ölüm yolculuğu- amellerle olacak. Amellerimizle gömüleceğiz.
Amellerimiz de kabule muhtaç. Yani amellerimize de güvenmek yok. O da kabule muhtaç.
Yani velhâsıl dünya ve âhiret hayatının saâdeti, kundak ile tabut arasına sıkışan idrakteki ölüm bilmecesini çözmekle başlar. Yani “hayat nedir” sorusuna cevabı, en güzel cevap verecek, “hayat nedir” sorusuna, mezar taşlarının rutubetleri olmuş oluyor.
Efendimiz şöyle buyurdular:
“Cebrâil bana geldi, şöyle dedi:
«Yâ Muhammed! İstediğin kadar yaşa, mutlakâ öleceksin! İstediğini sev, mutlakâ ayrılacaksın! İstediğin şeyle amel et, ancak onun karşılığını (amelinin karşılığını) elde edeceksin.
Sen bil ki müʼminin şerefi, geceleri kāim olmasında (yani geceleri ihyâsında), izzeti ise insanlardan müstağnî olmasındadır.” (Hâkim, IV, 360-361/7921)
Cenâb-ı Hakkʼa tevekkül, teslîmiyet ve ilticâ hâlinde bulunabilmesinde…
İnsan, varlıklar arasında en mükemmel şekilde halkoldu. Cenâb-ı Hak:
“Benî Âdemʼi mükerrem kıldık…” (el-İsrâ, 70) buyuruyor. Ve bu, Benî Âdemʼin mükerrem olması için de; ahsen-i takvîm, en güzel bir yaratık olması için de Cenâb-ı Hak istîdatlar ihsân ediyor. Peygamber Efendimiz ise, bütün insanlık için yegâne bir üsve-i hasene, örnek şahsiyet, örnek karakter.
İnsanlığın fazîlet şâhikası. Cenâb-ı Hak Oʼna “habîbim” buyurdu. Velhâsıl Cenâb-ı Hak böyle bir, bize bir fiilî kıstas ikram etti, ölçü ikram etti. Yani bütün hâlimizi, davranışlarımızı, düşüncemizi, duygularımızı Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle müşterek hâle getirebilmek…
Bunun için de şart, gönüllerimizin Oʼnun muhabbetiyle dolu olması. Çünkü muhabbet, itaati gerektirir. Muhabbet olmadan itaat olmaz.
Muhabbetin de kantarı, fedakârlıktır. Kurʼân, kâinat kitabının ders kitabı, muallimi ise Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz.
Cenâb-ı Hakkʼa dostluk, Allah Rasûlüʼne dostluk istiyor, isteniyor. Dostluk da sevenin sevilende kendi husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanıyor. İki dosta baktığımızda, müşterek husûsiyetler vardır. Kulda da ne kadar cemâlî sıfatlarla bir ünsiyet varsa, kalp o cemâlî sıfatların mazharı hâline gelmişse Cenâb-ı Hakʼla bir dostluk başlamış oluyor.
Cenâb-ı Hakʼla dost olabilmek, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile dost olabilmenin neticesinde gerçekleşir. Zira kulu Cenâb-ı Hakkʼa vâsıl eden yol, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe muhabbetten geçer.
Âyet-i kerîmede buyruluyor:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
Nisâ Sûresi.
“Kim Allah Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80)
Bâzı âyetlerde, Allâhʼa itaat, Rasûlüʼne itaat; Rasûlüʼne itaat, Allâhʼa itaat. Yani iki itaat, birbirine mezcoluyor.
Efendimiz de buyuruyor:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
En çok hayatta kimi seviyoruz? İnsan, sevdiğini taklit eder. Sevdiğine hayran olur ve sevdiği gibi olmaya çalışır. Sevdiğinin sevdiğini sever.
Cenâb-ı Hak kulundan dostluk talep ediyor. Dostluğu da güçlendiren, fedakârlıktır. Muhabbet de fedakârlığı artırır. Bu hâl de nefsânî arzulara mukâvemet etmekten geçer. Bu, nefsânî arzulara mukâvemet neticesinde engeller aşılacak…