1995 – Mayis, Sayı: 111, Sayfa: 019
Kafesinde mahpus güzel bir papağanı bulunan bir tacir vardı. Ticaret için Hindistan tarafına yolculuk hazırlığına başladı. Cömertliği sebebi ile hizmetkarlarının arzularını sorarak onlardan siparişler aldı. Çok sevdiği papağanına dönerek onun da ne hediyeler istediğini sordu. O da sahibine:
“- Oradaki papağanlara benim halimden bahset ve selamımı arzet!” dedi.
Mahpus papağan hal lisanı ile Hindistan’daki papağanlara şu feryadını duyurmak istiyordu:
“- Sizlere gıpta eden bu mahpus papağan bir av tuzağına düştü. Ömür boyu bir kafese mahkum oldu. Size selam göndererek sizden çare, yardım ve irşad edici bir rehberlik etmenizi ümîd ediyor.”
Bu hal reva mıdır ki, ben bir demir kafes içine mahpus olayım, siz ise hürriyet içinde yeşil ormanların, güzel çiçeklerin ortasında abad olun!. Ben burada hapiste, siz ise gülistandasınız! Dostların vefası bu mudur?”
“Ey büyükler! Sizler seher vakti çayırda feyz şebnemlerinden demlenirken lütfen bu zavallı kuşcağızı hatırlayınız!”
“Dostların dostu hatırlaması, mübarek bir şeydir. Hususiyle yad eden Leyla, yad edilen Mecnun olursa..”
“Ey hep birlikte gezip uçuşan papağanlar! Sizler oralarda serbest serbest dolaşırken, ben kafesimde yüreğimden akan kanları içiyorum! Beni şad, abad ve ihya etmek isterseniz, benim hatırama da lütfen içtiğiniz iksirden birkaç yudum için; bu kimsesiz, bîçare kardeşinizin hatırası için toprağa da birkaç damla serpin!” diyordu.
Tacir, Hindistan’a vasıl olunca daldan dala konan birkaç papağan gördü. Onlara seslenerek mahpus papağanın selamım söyledi.
Hal lisanı ile mahpus papağanın bu feryadı, yani selamı, Hind papağanlarını çok duygulandırdı. Herbirini titreme aldı. Dallardan yere düşüp öldüler.
Tacir bu hale çok şaşırdı. Manzaraya hayret etti. Söylediğine pişman oldu:
“Bu manasız sözümle biçarelerin hayatlarına kasdettim.” dedi.
Tacir işlerini bitirip memleketine döndü. Başından geçenleri hayretle kafesteki mahpus papağana anlattı. O papağan da aynı Hindistan’dakiler gibi titredi. Kafesin zeminine düştü ve öldü.
Tacir, son derece müteessir oldu. Çünkü kuşu, kendisi için bir neş’e kaynağı, sohbet arkadaşı ve sırdaşı idi.Perişan şekilde ağlayıp inlemeye başladı. Kah:
“Veren Allah, alan Allah!..”
diyor; kah mecaza saplanıyor; kah hakîkate tırmanıyordu. Papağanının ayrılışı ile yanıp tutuşuyordu. Denize düşen bir insanın yosunlara tutunuşu gibi kendisine tesellî menbaı arıyordu.
Nihayet ağlayıp sızlandıktan sonra, ölü papağanı kafesten çıkardı. Gömmek için yer hazırlamağa başladı. Kafesin kapısı açılınca, ölü taklidi yapan papağan canlandı. Uçtu. Yüksek bir ağacın dalına kondu.
Tacir, kuşun yaptığı işe hayran kaldı. Bu esrarı çözmek için kuşuna seslendi:
“- Ey kuşum! Halini bize bildir! Hind’deki papağanlardan ne hal telakkî ettin ki, bir hile yaptın, beni yaktın?” dedi.
Kuşu cevap verdi:
“- Haberini getirdiğin Hind papağanları bana sessiz hareketleriyle nasîhat ettiler:
“Senin sesin, seni kafese mahkum etti!” demek istediler. Ben de verilen talimatı yerine getirdim. Kendimi öldürdüm. Ve kurtuldum…
Mevlana -kuddise sirruh- buyurur:
“Ey gafil! Bu kuş gibi ölü ol ki, kurtulasın! Dane gibi olursan, seni kuşlar toplar. Gonca gibi olursan, seni çocuklar yolar.”
“Daneni sakla, uzaklarda gizlen! Goncanı sakla da duvar dibinde bitmiş otlar gibi ol!”
Hikayede geçen kafesteki papağan, beden, yani nefs esaretine giren ruhu temsil eder. Hindistan?daki hürriyete gark olmuş, daldan dala uçan papağanlar ise dünya lezzetlerinden sıyrılmış fanilik ve eşyanın esaretinden kurtulmuş ervah-ı mücerrede, yani evliyaullahın ruhaniyetleridir.
Hind’deki kuşların kafesteki mahpus kuşa talimatı:
“Ölmeden evvel ölünüz!? emri celiline ittibaın lüzumudur ki, kurtuluş ancak bu yolla mümkündür.
Varlık kaydından kurtulmak için ya ölmek veya ölü görünmek, yani ilahi emir ve nehiylere gönülden bağlanmak îcab eder. Bu sebeble Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri tasavvufu:
Hakk’ın seni senliğinde öldürmesi ve kendisi ile ihya etmesidir.? diyerek tarif eder.
Zikir, dilin, yalnız lafza-i celali tekrarlaması değil, Allah -celle celâlühû- idraki ile ilahi tecelllinin bütün benliği kuşatıp kalpte yerini almasıdır.
Zikre devam, öyle bir dereceye ulaşır ki, zikrin hakikati kalbin yaratılış gayesi ile birleşir. Zikre makes olur. Zikrin hakikati, harf, kelime ve sesten münezzehtir. Kalbin cevheri, yani özü de, ilahî ve Rabbanî olduğu için münezzeh bir latifedir. İki keyfiyyet, böylece eşyadan mücerred hale gelince, birbirlerinin aynı olur, birleşirler. Kalp, orada yokluğa kavuşur. Zikredilenden yani Cenab-ı Hakk’dan başka herşey silinir. Bu fena halidir. Fanîlerin aradan çekilip “Baki?nin kaldığı makamdır. İtmi’nandır; huzura vasıl olmuşdur.
Ra’d Süresi’nin 28. ayet-i kerimesinde buyurulur:
“Bunlar, îman edenler ve kalpleri Allah -celle celâlühû-‘ın zikri ile sükünete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak, Allah -celle celâlühû-‘ın zikri ile itmi’nana erer; huzura kavuşur.”
Diğer bir ayet-i kerîmede de:
“Mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah -celle celâlühû-‘ın ayetleri okunduğunda îmanları artan ve yalnız Rabb’lerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal, 2)
Allah -celle celâlühû-‘ın nuru ile nurlanmış Allah dostlarının ukba durumunu bildiren diğer bir ayet-i kerîme ise;
“Bilesiniz ki, Allah -celle celâlühû- dostlarına korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Hüd, 62)
Kafesteki kuşun bu işaretlerdeki sırrın inceliğini anlayıp tatbik etmesi neticesi, kendisini ebedî hürriyet saadetine kavuşturdu.
Ehlullah’ın kelamı ve halleri hikmettir. Ehil olmayanları haberdar etmemek, ehil olanları da mahrum etmemek için sözlerindeki sırları, birtakım rumuz ve işaret ile söylerler. O sözleri, gönül sahipleri idrak ederler. Anlamayanlar ise sadece lafzı işitip kalırlar.
Ebu Hüreyre -radıyallâhu anh- buyurur:
“Ben Rasülullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘den iki nevi ilim aldım. Birini neşreyledim, diğerini gizledim. Neşreyleseydim, mealine tahammül edilmez, benim bu boynum giderdi.”
Peygamberimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, nübüvvet ve velayetin (veliliğin) bütün tarik vasıflarını kendinde cem’ etmişti. Yüz yirmi bin küsur peygamberin fazileti ve seçkin evsafı, en mükemmel bir şekilde onda toplanmıştı. O -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, her nebî ve velînin mümtaz vasfının kemalindeydi.
Nübüvvette her peygamber, kendine mahsus mümtaz vasfı ile sıfatlanmıştır. Mesela;
İbrahim -aleyhisselâm-; Allah’dan başka gönlünde hiçbir yaratılmışın yeri olmayan anlamında “Halîlullah”; Musa -aleyhisselâm-; Allah -celle celâlühû- ile konuşan, hayatı celal sıfatının tecellîsinde olan manasında “Kelîmullah”; İsa -aleyhisselâm-: batın tasfiyesi ve nefs tezkiyesi ile ahlakta kemale ermiş anlamında “Rühullah” namını kazanmıştır.
Evliyaullah hazeratının da herbiri bir vasıfla mümtazdır. Ve ayrı ayrı tecellîlere mazhardırlar. Mesela: Abdülkadir Geylanî -kuddise sirruh- tasarrufta; Muhiddîn Arabî -kuddise sirruh- manevî ilimler ve keşfiyatta; Hz. Mevlana -kuddise sirruh- ise, yakıcı ve kavurucu aşk, vecd ve muhabbette harikuladedir.
Mevlana -kuddise sirruh- kendi halini şöyle ifade eder:
“Ben bu esrarı, kapalı ve muhtasar söyledim. Açıkça beyan etmedim. Çünkü, geniş beyan etmeye çalışanın dili, dinleyenin de idraki yanardı.”
Diğer bir beytinde de şöyle buyurur:
“Benim beytim, beyt değil, bir mana cihanıdır. Hezlim de hezl değil, te’dîb; kıssalarım, basit ve sıradan sözler değil, ta’lîmdir. Sırları îzah ve idrak ettirmek içindir.”
Mesnevi, ta’lîm, irşad ve eğitim için tanzim edilmiş bir kitaptır. Mesnevî’nin diğer bir hususiyeti de, anlayışlar, isti’dadlar ve kabiliyetler her insanda farklı olduğu için zaman zaman hezl vadisine girer. Yani basit gibi görünen kıssalarla, tanzîm-i îlahiyye’nin esrarını, inceliklerini, hassasiyetlerini değişik tarzda îzah eder.
Mevlana -kuddise sirruh- kendi ölümünün “şeb-i arûs” yani, düğün gecesi olduğunu söyleyerek, kendisinin beden kafesinden kurtulup “hüsn-i mutlak”a (sonsuz güzele) vuslatını ifade ederken:
“Gönül dostlarını o gece bayram yapıp benim halimin sevincini yaşasınlar!” buyurarak; “Ben ölüp de tabutuma konduğum zaman, “ayrılık, ayrılık”; kabre konunca da “veda, veda” deme! Çünkü ölüm, benim için kederlenilecek değil, sevinilecek bir şeydir.” şeklindeki ifadeleri ne kadar manalıdır.
Mevlana -kuddise sirruh-: “Dünya nedir?” sorusuna: “Ruhlar hapishanesidir!.” diye cevap verir.
Yine bir gazalinde: “Ben iş görmek ve halkı irşad etmek vazifesiyle mükellef dünya hapishanesinde bulunuyorum. Yoksa zindan nerde, ben nerdeyim? Kimin malını çalmışım ki, mahpusum?” der.
Dünyada her adım attıkça arzu edilen menzile varılır. Her nefes aldıkça da dünyadan gitme yaklaşır. Diğer cihetten de ruhların aslı, alem-i ervahtır. Her nefes aldıkça da aslına yaklaşır. Havuzdaki suyun buharlaşıp kaybolması gibi sessiz sedasız alınan verilen nefesle ömür de zamanını tamamlar.
İnsan olsun, hayvan olsun aslı toprak olduğu için onun içinde çürür. Ve kaybolur. Toprağa dönüşür.
Maddiyat böyle olduğu gibi maneviyat da aslında rücu eder. Manevî mayası, cennetin eczasından olanlar cennete; cehennemin eczasından olanlar cehenneme gider.
Mevlana -kuddise sirruh-, ömrünün üç safhasını “Hamdım, piştim ve yandım!..” diye ifade eder.
Cesedin yanması, ruhun manevî gıdalarla dolup hayvanî gıdalara yer kalmaması neticesi, dünyevî lezzetlerden bütünü ile sıyrılması manasıdır.
Nasıl kelebek, ışığın etrafında cazibeye tutulur, iradesi gider, sonunda ışığa çarparak cesedini yakarsa, Mevlana da: “Cesedi yakmadan ilahî aşk ve muhabbet lezzetlerine vasıl olmak mümkün değildir.” buyurur.
Hallac-ı Mansûr geçirdiği büyük ruhî ihtilaçlar neticesinde ölümü özledi: “Benim dirilişim, hayatım, ölümümdedir.” dedi.
Nefs çukurlarının girdabına düşmemek için Mevlana -kuddise sirruh- beytinde şu îkazda bulunur:
“Çamur yeme! Çamur satan alma! Ve çamur arama! Çünkü çamur yiyenin daima benzi sarı olur.”
“Kalbî istîdadlarını tekamül ettirmek için de gönül ye!Yani, kalbe doğan feyizler ile gıdalan ki, daima genç kalasın ve tecelliyat-ı ilahiyye’den çehren erguvan çiçeği gibi olsun!”
Babil hükümdarı Nemrüd, İbrahîm -aleyhisselâm-‘ı ateşe attırdı.
“Ey ateş! İbrahîm için serîn ve selamet ol! emri ile ateş onu yakmadı. Etrafı gülistan oldu.. O ateşe Nemrüd ve tabileri girse idi, cesetlerinin külleri bile kalmazdı. Çünkü onlarda İbrahîmlik yoktu, nemrüdluk vardı.
Allah Rasülü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Bedir muharebesinde iki safın karşılaştığı sırada yerden bir avuç toprak aldı. Düşman tarafına attı. O toprak, düşman safında bulunanların gözlerine girip hepsini gözlerini oğuşturmaya mecbur etti. Mağlubiyetlerine müncer oldu. Onun üzerine aşağıdaki ayet-i kerîme nazil oldu:
“Habîbim, o toprağı attığın vakit sen atmadın! Lakin Allah -celle celâlühû- attı.” buyuruldu.
O sırada Allah Rasülü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Hakkın fiiline alet olmuştu. Bunun gibi ehlullah da böylece Rabb’in fiiline alet olur. Bazen Kudret-i ilahî onların vasıtası ile zuhüra gelir. Fail-i Mutlak’a yanî, İlahî iradeye ma’kes olurlar. Hakk’ın izni ile tasarrufta bulunurlar.
Kalbinde nemrudluk duygularından, yanî hodgamlık menfaat perestlikten bir hisse bulunan kimselerin helak olmamaları ve şeytanın pençesinden kurtulabilmeleri için bir kamil terbiyecinin irşad ve terbiyesine girip selamete çıkması zarurîdir. Nitekim kafesteki mahpus kuş, Hind kuşlarının rumuz ve talimatlarına harfiyyen ittiba ile selamete çıktı. Ahrardan oldu. Mevlana -kuddise sirruh- buyurur:
“Ne mutlu o kimseye ki, ölümden evvel ölmüş; onun ruhu, hakîkat bağının kokusunu almıştır.” Hadîs-i kudsi’de Allah -celle celâlühû- buyurur:
“Beni kim severse, onu öldürürüm.. Ben kimi öldürürsem, onun diyeti bana aiddir. Her kimin diyeti bana aid olursa, ben onun diyeti olurum.”
Mevlana -kuddise sirruh-:
“Benim diyetim, Cenab-ı zü’lcelal’in müşahedesidir.” buyurur. Devamla şu dua ile iltica ve tazarrü’da bulunur:
“İlahî, elimizden tut ve bizi satın al! Gönlümüzdeki gaflet perdesini kaldır! Fakat tesettür (mahfiyet) perdemizi yırtma ve bizi rezîl etme!.”
“Bizi bu murdar nefsin elinden satın alıp kurtar ki, onun bıçağı kemiğimize dayandı.”
“Ey Malike’1-mülk olduğu halde tacı ve tahtı bulunmayan Rabbimiz! Bizim gibi biçare ve bîkeslere takılmış olan bu sert ve ağır kelepçeyi, Sen’den başka kim çıkarabilir?..”