Ebedî Fecre
Yıl: 2012 Ay: Mayıs Sayı: 87
İNSAN, ADINDA SAKLI…
Cenâb-ı Hak; insanı, bin bir muammâ hâlinde terbiyeye muhtaç yarattı.
İnsanın mânevî yapısına; ahsen-i takvîm üzere, Hakk’ın şâhitliğine ve cennetlere namzet kabiliyet ve istîdatlar koydu.
Fakat, aynı muhtevâya; insanın ezelî düşmanı şeytana aldanabilecek, dünyanın süflî süsüne kapılabilecek nefsâniyet ve fücur temâyülünü de ilhâm etti.
Bu sebeple insan; nefsânî hoyratlıkları bertarâf edip, rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirme istikametinde bir terbiye, tasfiye ve tezkiyeye muhtaçtır.
Bir varlığa verilen isim, onu tanımakta mühim bir anahtardır. İnsanı anlamak için de insan kelimesinin menşeine bakılınca; iki mefhum görülür:
1. Nisyan,
2. Ünsiyet…
İnsanın dert ve problemleri de, derman ve çareleri de bu iki hususta saklıdır.
Evvelâ;
NİSYAN
İnsan; öğrenir, hisseder, idrâk eder… Fakat unutur. Ünsiyet ettiği muhîte yönelir ve ne kadar mühim olursa olsun, kendisini kuşatan asıl meseleleri nisyâna gömüp onlardan sıyrılabilir.
Cenâb-ı Hak buyurur:
وَلَاتَكُونُواكَالَّذ۪ٖينَنَسُوااللّٰهَفَاَنْسٰیهُمْاَنْفُسَهُمْاُولٰئِكَهُمُالْفَاسِقُونَ
“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkan kimselerdir.”(el-Haşr, 19)
İnsan; ezelde Allâh’a verdiği sözü, vazifelerini unutup; nefsin emirleri istikametinde serkeşlik etmeye kalkabilir.
İnsan; cenneti kazanma gayretinde bir ebed yolcusu olduğunu unutup; dünya istasyonunda uykuya, eğlenceye, oyalanmaya dalabilir.
İnsan; insanlığını unutup, vahşîleşebilir.
İnsan; kulluğunu unutup, hâşâ tanrılık iddiâ edebilir.
İnsan; hiçliğini unutup, azamet ve kibir taslamaya kalkışabilir.
İnsan; merhameti ve sevgiyi unutup, zulüm ve nefrete kul olabilir.
İnsan, istîdatlarını unutup, basitleşebilir. Ahsen-i takvîme namzet rûhânî vasıflarını ihmâl edip, nefsânî-süflî tuzaklara kapılıp esfel-i sâfilîne dûçâr olabilir. Nitekim hiç kimse bir günaha besmele çekerek başlamaz. Günah işleyen kişi, o ân için de olsa; Allâh’ı, âhireti, hesabı, azabı, ateşi unutmuş demektir.
Nisyânın, unutmanın çaresi; yüklenilen emâneti hatırlamaktır, ulvî hakikatleri hatırda taze tutmaktır. Bunu kendiliğinden başaramayanlara da hatırlatmak, yeniden öğretmek ve yeniden hissettirmek îcâb eder.
Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa 124.000 küsur peygamber göndermesinin bir hikmeti de insana bu hatırlatmayı yapmaktır. Nâzil olan kitapların vazifesi de insana ahdini ihtâr etmektir. Kur’ân-ı Kerîm’in bir adı da «zikir» yani hatırlatmadır.
Nisyan; bir bilgiyi hâfızada tutamamak, kaybetmek mânâsına geldiği gibi; mecâzî olarak da; bildiği hâlde bilmezleşmek, terk etmek, kulak ardı etmek demektir.
İnsan, öleceğini elbette bilir… Fakat günlerin, gecelerin sürüp gidişine aldanarak bu müthiş hakikatten gaflete düşer. Eceli çok uzakta sanır.
Bir mü’min, kulluk vazifesini elbette bilgi olarak taşımaktadır. Fakat vazifelerini; fiiliyata, tatbikata, hayata geçiremediği müddetçe, o bilgiyi unutmuş hükmündedir. Dikkat edilirse, insana hakkı unutturan; bâtıl ile ünsiyetidir. Vazifesini terk ettiren, boş ve faydasız, mâlâyânî işler ve bunları telkin eden gaflet ehliyle beraberliğidir.
Hak ile ünsiyet ettirmeyen her şey bâtıla hizmet eder. Kalbe intikal etmeyen ilim de faydasızdır ve zihinde bilgi hamallığı yapmaktan ibarettir.
İlmi; gönülde şuur ve gayret enerjisi yapamadan, bir hamal gibi zihinde onu taşımak, sırtına kitap yüklenmiş merkeplerin hâli gibidir. O merkepler sırtlarındaki kitaplardan istifâde edemez, bundan kıymet ve şeref de bulmazlar. Fakat, onun yükü altında ezilirler.
Ruhsuz bilgi hamalları da; taşıyıcısı oldukları bilgilerden, feyiz, rûhâniyet, sâlih amel ve takvâ devşiremezler. İlimden yana mîzâna taşıyabildikleri, ne sâlih ameldir ve ne sadaka-i câriye sevabıdır; ancak vebaldir.
Kalbe intikal etmeyen, davranışlara geçmeyen bir bilgiyle meşguliyet, bir nevi kütüphane faresi olmaktır… Bir farenin kitap kemirmekten elde edeceği bir şey yoktur.
Böyleleri, oltanın ucundaki yarım solucana tamah ederek, canından olan ve koskoca deryadan mahrum kalan bir balık gibidir. Hazret-i Mevlânâ ne güzel ifade etmiştir:
“Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken (her türlü nimetle perverde iken) boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur. (Oltanın ucundaki yeme aldanır, kendini helâk edecek kancayı görmez.)”
İnsan, yapısındaki «cehûl» vasfını; mânevî ilimlerle, kalbe hükmeden mârifetullah ile izâle etmezse, bir yarım solucan hükmündeki nefsânî hevesler peşinde âhiretini kaybeder. Süflî arzular peşinde dünyada da şahsiyetini kaybeder.
Nitekim, felsefecilerin meşhur âbidesi Aristo; onca ilim, akıl ve mantık müktesebâtına rağmen, İskender’in tekliflerine mağlûp oldu. O hırslı hükümdarın potasında şahsiyetini sıfırladı. Müteverrim felsefesi; tozlu rafların arasından gönüllere ulaşamadı, insanlığa huzur sağlamadı.
Fakat İslâm medeniyetinin yetiştirdiği Ebû Hanîfe Hazretleri ise, haksız icraatlarına kendisini âlet etmek isteyen Halîfe Câfer Mansur’un, Bağdat kadılığı teklifini, zindana atılmak pahasına reddetti. Zindanda rûhunun huzur ve lezzeti içinde idi. Böylece fazîlet âbidesi oldu.
Aristo, menfaati görünce, kendisini unuttu. Kuvvete râm oldu. Şahsiyetsizleşti. Hiçbir ehemmiyeti kalmadı.
Ebû Hanîfe’nin kalbe intikal eden ilmi ise kendisine Hakk’ı unutturmadı;
الْمَرْأُمَعَمَنْاَحَبَّ
“Kişi, sevdiği ile beraberdir.”hadîs-i şerîfinin şümûlüne girerek Efendimiz’in rûhânî dokusuyla her zaman ve mekânda beraberliği yaşadı. Bu sayede maddeye ve zulme esir olmadı. Zindana girmekle gerçek hürriyeti tercih etti. Hakk’a kulluğu tercih etti. Şahsiyet timsâli olmayı tercih etti.
Demek ki insan için, nisyâna sebep olan da, bu unutma ve gaflete çare de, ünsiyet merkezlidir.
Dolayısıyla;
İnsanı tanımada ikinci anahtar:
ÜNSİYET
Cenâb-ı Hak, insanı ünsiyet etmeye muhtaç bir varlık olarak yaratmıştır. İnsan, tabiatı itibarıyla, diğer insanlarla ünsiyet içinde yaşar. Akrabalık münasebetleri içinde dünyaya gelir; dostluklar, arkadaşlıklar, ortaklıklar, beraberlikler kurar. Muhabbet, sadâkat, vefâ, şefkat, merhamet gibi cemâlî vasıfların temelinde de insanın diğer varlıklarla mânevî-hissî bir şekilde irtibat kurma temâyülü vardır.
Fakat bu temâyül, insanın mânevî yapısının belirleyicisi olur:
“Kişi, dostlarının dîni üzeredir. Bu sebeple herkes kiminle arkadaşlık yaptığına iyi baksın.”(Ahmed bin Hanbel, II, 303, 334) hadîs-i şerîfi bu hakikati en bâriz şekilde ifade buyurmaktadır.
Kur’ân’da Rabbimiz; Firavun ve Hâmân gibi şerli kişiler ile hanedanlarını, avenelerini, gönüllü bir şekilde onlarla ünsiyet kuranları; dünya ve âhirette aynı âkıbette ortak zikretmiştir. Şeytan, kötü arkadaş, tâğut ve benzeri kötülük yayan varlıklarla ünsiyet; insanda rûhânî istîdatları öldürür, kalbi mühürler ve nefsânî vasıfları azdırır.
Cenâb-ı Hak; bu hakikate dikkatimizi çekerek, Kur’ân’da «Sâdıklar olun!» değil, «Sâdıklarla beraber olun!» buyurmuştur:
يَااَيُّهَاالَّذ۪ٖينَاٰمَنُوااتَّقُوااللّٰهَوَكُونُوامَعَالصَّادِقٖ۪ينَ
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun (takvâ sahibi olun) ve sâdıklarla beraber olun”(et-Tevbe, 119)
Sâdıklarla, sâlihlerle, insana Hakk’ı ve hakikati hatırlatacak müstakîm insanlarla beraber olmak; insanın, ünsiyet husûsiyetinin israf edilmesine mânî olur.
Ünsiyet ölçüsü, terazinin iki kefesi gibidir. Hak kefesi ne kadar doldurulursa, bâtıl kefesi o kadar boş ve fonksiyonsuz kalır. Elbette ki tersi de aynı kanuna tâbîdir. Bâtıl kefesi ne kadar doldurulursa, hak tarafı o kadar âtıl ve boş kalır.
Cenâb-ı Hakk’ın insanlığı terbiye etmek için, kendi içlerinden seçtiği tertemiz peygamberler vazifelendirmesi de bu hikmete mebnîdir.
Peygamberler Sultânı Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüce şahsiyetinin en mühim şâhitlerinden biri de, O’nun insan eğitimindeki muazzam muvaffakiyetidir. Bu husûsu İmâm-ı Karâfî, Efendimiz’in risâletini ispat için tek başına yeterli bir mûcize olarak tespit etmiştir.
Hakikaten tarihe tarafsız bir gözle bakıldığında da itiraf edilecektir ki; Fahr-i Kâinât Efendimiz, çölün bağrından, râyihâsını bütün cihana yayan bir gülistan yeşertmiştir.
ÇÖLDE AÇAN GÜLİSTAN
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, câhiliyye karanlığında, sahâbe yıldızlarını yetiştirdi.
Evlâtlarını, annelerinin yüreklerinden sökerek diri diri gömen, bir hiç uğruna yıllarca kabîle savaşlarında çölleri kan gölüne çeviren, mağrur, zâlim ve üstelik zulmüyle övünen bir topluluktan; adâletleri, dürüstlükleri ve zarâfetleri ile cihanı hayran bırakan bir sahâbe nesli yetiştirdi.
Vahiyden, kitaptan, hikmetten habersiz, okuma-yazma bilmez, ümmî bir nesilden; lokmalarının zikrini işitebilecek mâneviyatta kurrâ hâfızlar, içli kārîler, allâme müfessirler ve muhaddisler yetiştirdi.
Tarihte bir varlık emâresi gösterememiş, asırlardır millî bir devlet, muntazam bir ordu teşkil edememiş bir kavimden; bir hamlede iklimler fetheden, imparatorluklar fesheden cihangirler yetiştirdi.
Ferdi de, cemiyeti de iki dünya ufuklu hayat esaslarıyla diriltti, hak ve hukuktan bîhaber, yarı vahşî bir câhiliyye toplumundan emsalsiz bir fazîletler medeniyeti meydana getirdi.
Terbiyeyle meşgul her insan, ister anne-baba, isterse öğretmen, bir insanın eğitiminden mes’ûl herkes; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in bu muazzam muvaffakiyeti nasıl elde ettiğini, bu muhteşem gerçek inkılâbı nasıl başardığını tetkik etmeli ve tahsil ettiği nebevî prensipleri hayata tatbik etmeli, O’nun rûhânî dokusundan nasîb alabilme gayretinde olmalıdır.
Efendimiz bu neticeyi; muhabbet ve ünsiyetle elde etti. Bir başka ifadeyle;
SOHBETLE…
Sahâbî tabiri de, sohbet mefhumundan gelmektedir. Sahâbe, müslüman olarak Fahr-i Kâinât Efendimiz’in sohbetinde, -az bir süre de olsa- bulunan ve îmân üzere rûhunu teslim eden kişidir.
Peygamberimiz; insanları parayla, pulla, zorla eğitmedi. Hâl ve kāl lisânını en zarif şekilde istihdam ederek, gönülden gönüle muhabbet transferiyle terbiye etti.
Efendimiz, ümmeti içinde altı ay da durabilirdi. Kur’ân’ı tebliğe bu süre belki de kâfî gelirdi. Ancak ünsiyet ve sohbetin sıcak tesirinde terbiye için 23 sene boyunca risâleti devam etti.
Rabbimiz’in «لَعَمْرُكَ» ifadesiyle yemin buyurduğu bu mübârek ömür; bu bakımdan, ashâbı yetiştirme, terbiye etme ve Efendimiz’den sonra devam edecek vazifelere halef bırakma çalışmasıdır.
Sahâbî Efendilerimiz, tabiatları ve istîdatları cihetiyle farklı farklı idi. Fahr-i Kâinât Efendimiz, muhataplarını en iyi şekilde tanıdı.
Onların istîdatlarını, yaratılışlarını, temâyüllerini çok iyi bilir, onları buna göre terbiye ederdi. Yani her birini nev’i şahsına münhasır olarak eğitirdi.
Çölden gelen ve belki de bir daha hiç görülmeyecek bir bedevîye, asgarî hudutlar içerisinde, onun şartlarına yetecek farzlardan ibaret bir talimat verirdi. Okyanus derinliğinde idrak ve istîdatların ise asgarî ölçülerde israf olmaması için, onlarla hususî ilgilenirdi.
İşte Muâz bin Cebel-radıyallâhu anh-…
Bir gün Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, devesinin üzerinde, ashâbı da O’nun önünde gidiyorlardı. İçlerinden Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-;
“–Ey Allâh’ın Elçisi! Sizi rahatsız etmeyeceksem, yanınıza yaklaşmama izin verir misiniz?” diye sordu. Peygamber Efendimiz;
“–Yaklaş!” buyurdu. Hazret-i Muâz yakına geldi, yan yana ilerlemeye başladılar. Bu yakınlığı vesile bilerek Hazret-i Muâz sordu:
“–Canım Size fedâ olsun, yâ Rasûlâllah! Rabbim’den niyâzım, bizim can emânetimizi Siz’den önce almasıdır. Fakat Allah göstermesin, eğer Siz, bizden önce vefât ederseniz, ardınızdan hangi ibâdetleri yapalım?”
Hazret-i Peygamber sırlı bir sükûta büründü, bu soruya cevap vermedi. Bu sükût karşısında Muâz -radıyallâhu anh- sualler sorarak mânevî susuzluğunu gidermek istedi;
“–Allah yolunda cihad mı edelim?” diye sordu. Peygamber Efendimiz şöyle cevap verdi:
“–Allah yolunda cihad güzel şey; ama insanlar için bundan daha hayırlısı var.”
“–Yani oruç tutmak, zekât vermek mi?”
“–Oruç tutmak, zekât vermek de güzeldir.”
Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-, en hayırlı ameli öğrenme iştiyâkı içinde insanoğlunun işlediği bütün iyilikleri bir bir saydı. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her defasında;
“–İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyuruyordu. Hazret-i Muâz sonunda;
“–Anam, babam Sana kurban olsun; insanlar için bunlardan daha hayırlı olan nedir?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz mübârek dudaklarını gösterdi ve şöyle buyurdu:
“–Hayır konuşmayacaksa susmak.”
Muâz -radıyallâhu anh-;
“–Konuştuklarımızdan dolayı hesaba mı çekileceğiz?” diye sordu.
Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muâz’ın dizine şöyle bir dokundu ve cevapladı:
“–Allah hayrını versin Muâz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki?
Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya faydalı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin! Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkın; zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzûra kavuşun.” (Hâkim, IV, 319/7774)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu kıssada da müşâhede edildiği üzere; daha fazla sâlih amel işleyerek Hakk’a yakınlığı artırmaya, dinde, ilimde ve takvâda derinleşmeye müsait ve istîdatlı kişilerle daha fazla ilgileniyordu. Onların tek bir yönde değil, her yönde en güzel, en hayırlı olmalarını arzu ediyordu. Ecmel, ahsen ve ekmel olmalarını istiyordu.
Hazret-i Ömer’in oğlu ve ezvâc-ı tâhirattan Hazret-i Hafsa’nın kardeşi Abdullah İbn-i Ömer-radıyallâhu anhüm- de Efendimiz’in terbiyesine itina gösterdiği ashâbındandı. Bir rüya tabiri vesilesiyle, zarif bir şekilde onu gece namazı kılmaya davet etti:
“Abdullah iyi bir insan, bir de gece namazı kılsa…” buyurdu. (Buhârî, Teheccüd, 2)
O talihli genç sahâbîlerden Abdullah İbn-i Abbas-radıyallâhu anhümâ- da, Efendimiz’in duâsına mazhar olmuş, erken yaştan itibaren O İlim Hazinesi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in feyiz ve rûhâniyetinden kana kana istifade etmişti. İbn-i Abbas Hazretleri’ni, hilâfeti devrinde Hazret-i Ömer de, genç yaşına rağmen, büyüklerin meclisine alırdı.
Ebû Hüreyre-radıyallâhu anh- da, Efendimiz’in hususî ilgilenerek, geleceğe hadîs-i şeriflerin ulaşması hizmetinde yetiştirdiği ashâbındandı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun hâfızasının kuvveti için husûsî duâ buyurarak, bu vazifeye onu kâmil mânâda hazırlamıştı.
Efendimiz; muhâcirleri de, ensarı da severdi. Fakat en çok vakit ayırdığı, maddî-mânevî ihtiyaçlarıyla en çok ilgilendiği kimseler, suffe ashâbı idi. Onların açlarını doyurur, çıplağını giydirir, hasta olanıyla bizzat ilgilenirdi. Öncelik onlardaydı. Çünkü onlar;
KUR’ÂN HÂDİMLERİ…
Çünkü onlar bugün Kur’ân talebeleriydi; yarın da insanlığın Kur’ân muallimleriydi.
Efendimiz’in mübârek hânelerinde günlerce ocak yanmamasının sebebi, çoğu kez eline ulaşan her türlü nimeti, önce suffe ashâbının ihtiyacına sarf etmesiydi.
Ebû Talha -radıyallâhu anh- bir gün Peygamber Efendimiz’in yanına vardı.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ayakta ashâb-ı suffeye Kur’ân öğretiyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. İşte Rasûl-i Ekrem Efendimiz ve ashâbının en mühim meşguliyeti; Allâh’ın kitâbını öğrenip öğretmek, anlayıp anlatmaktı. En büyük arzu ve iştiyakları da Kur’ân’ı tekrar tekrar okumak (onda derinleşmek) ve dinlemekti. (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, Beyrut 1967, I, 342)
Efendimiz ashâb-ı suffeye gözü gibi bakıyordu. Ashâb-ı suffeden yetiştirdiği 70 hâfızın pusuya düşürülüp katledilmesi üzerine, kendi kızı ve amcasının şehid edilmesinde göstermediği teessür ve celâli gösterdi. Recî Vakası denilen bu hâin pusuyu düzenleyenlere günlerce bedduâ etti.
Hâsılı; Efendimiz’in geleceğe yatırımı, suffe ashâbıydı.
Vefâtına yakın o ızdıraplı günlerinde; bir gün mescide çıkmış, ashâbını memnuniyetle seyretmiş ve kendisinden sonra tebliğ, talim ve terbiye vazifelerini hakkıyla deruhte edebilecek bir nesil yetiştirmenin süruruyla o güne kadar hiç görülmemiş güzellikte tebessüm etmişlerdi.
Bu büyük emek ve sıcak ilgi neticesinde, suffe ashâbındaki istîdatlı gençler, muazzam şekilde inkişâf ettiler. Dünyanın dört bir tarafına muallim ve tebliğ erleri olarak önce onlar koştu.
Bedir’de Ebû Cehil’in; «İn üzerimden deve çobanı!» diyerek küçük gördüğü Abdullah İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nün mânevî irşad ve terbiyesinde müstesnâ bir muallim oldu. Onun kurduğu Kûfe mektebinde, dünyanın en büyük hukukçusu olan Ebû Hanîfe Hazretleri yetişti. Onu fark eden hukuk erbabı, şöyle demekten kendini alamadı:
“Dünyada hukuk dendiğinde akla gelen meşhur Solon ve Hammurabi, Ebû Hanîfe Hazretleri karşısında çırak bile sayılamaz.”
İstîdatlar; inkişaf edecekleri, filiz verecekleri ortamlara muhtaç tohumlar gibidir. Eğer sürgün verecek, hayat bulacak bir ortam bulamazlarsa; çürür, yok olur giderler. Eksik bir ilgiyle de bodur, hakikatlerinin çok uzağında ve nâtamam kalırlar.
Efendimiz, gayr-i müslim hükümdarları İslâm’a davet için mektup hazırlayıp;
“–Bu mektubu kim götürür?” dediğinde nice ashâbı yerinden fırlar;
“–Ben götüreyim yâ Rasûlâllah!” derdi. Fakat Efendimiz, elçilik gibi üst seviyede zekâ ve temsil kabiliyeti gerektiren bu vazifeye, bu istîdatta kişileri seçerdi. Kumandan seçeceği kişide de, bu vazifenin gereklerini arardı.
Bu sebeple istîdatları tespit ve onlara buna göre muamele çok mühimdir. Efendimiz; kumandan olacak kabiliyeti öğretmen, vali olacak istîdâdı zekât memuru kılmazdı. İ‘lâ-yı kelimetullah hizmetinde herkesi fıtratına göre sevk ederdi.
BİRKAÇ MİSAL…
Hâlid bin Velid-radıyallâhu anh-’in kalbi, Hudeybiye’nin sulh ve sükûnet ortamında Efendimiz’in gönderdiği yumuşak ve tesirli mesajlarla İslâm’a ısındı. Hicret etti, üç yıl Efendimiz’in sohbet halkasında yetişti. Bir er olarak gittiği Mûte’den Allâh’ın kılıçlarından bir kılıç, müstakbel İslâm beldelerinin fâtihi olarak döndü.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- tarafından kumandanlıktan alındığında bir er olarak hizmete devam edecek derecede teslîmiyet sahibiydi. Sarığında Efendimiz’in mübârek saçlarından bir tel taşıyıp, fetihlerini bu mübârek hâtıranın teberrüküne bağlayacak derecede muhabbet ve tevâzu ehliydi.
Vücudunda gazâ yarası almamış hemen hiçbir yer olmayan bu sahâbî; vefât ederken, yaptığı hizmetleri bir hiç olarak gördü. Şehâdete erişemeden, son nefesini yatağında vermenin teessürünü yaşadı ve bunu nefsini muâheze etme vesilesi saydı. Hayata gözlerini yatağında yatarak değil, kılıcına dayanarak yumdu.
Uhud’daki o kanlı müşrik saldırısının öncüsü olan bir kimseyi böyle gözü yaşlı bir nefer hâline getiren, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in terbiye mûcizesi değil de nedir?
Babası Ebû Cehil’in izinden giden İkrime; Mekke’nin fethinden sonra, Yemen’e kaçmıştı. Fakat hanımı müslüman olmuştu. Adı, idam mahkûmları listesinde olduğu hâlde, hanımının ricasıyla kolayca afv-ı nebevîye kavuştu. Efendimiz, onu;
“Ey göçmen süvârî, hoş geldin!”(Tirmizî, İsti’zân, 34/2735) diyerek kabul etti. Ashabdan; İkrime’nin, babası sebebiyle incitilmemesini istedi.
İkrime -radıyallâhu anh- öyle samimî, öyle içli bir müslüman oldu ki, Kur’ân sahîfelerini gözlerine sürer;
“Rabbimin kelâmı, Rabbimin kitabı!” diyerek gözyaşı dökerdi. O da Habeşli Vahşî -radıyallâhu anh- gibi geçmiş günlerin keffâretini cihad ve şehâdet ile ödeme gayretine sarıldı. Peygamberlik taslayan Müseyleme yalancısını bertarâf etmek üzere gerçekleştirilen Yermük Harbi’nde şehid oldu. Şehâdeti esnasında, dudaklarına getirilen bir yudum suyu; inleyen bir başka kardeşine gönderecek derecede merhamet ve îsar kahramanı hâline geldi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mektuplar vasıtasıyla İslâm’ı dünyaya tebliğ etmeyi murad ediyordu. Bunun için mektup gönderilecek beldelerin lisânını bilen bir sahâbîye ihtiyacı vardı. Zekâsıyla temâyüz eden Zeyd bin Sâbit-radıyallâhu anh-’ı bununla vazifelendirdi. Bu dâhî sahâbî Süryânîce ve İbrânîceyi çok kısa bir sürede, milletlerarası yazışmaları yürütecek derecede öğrendi.
Her biri yüksek istîdatlarıyla İslâm semâsının yıldızları olan sahâbîlerden biri de hicret sonrasında hânesinde Efendimiz’in mihmandârı olmuş, ömrünün son demlerinde de İstanbul fethinin alemdârı olmuş Hâlid bin Zeyd-radıyallâhu anh- idi. Daha âşinâ olduğumuz künyesiyle;
EBÛ EYYÛB EL-ENSÂRÎ
Mekke fethedilmişti.
Büyük bir hâdiseydi bu… Muhâcirlerin evlerinden, yurtlarından olmasına; ensarın bu büyük dâvâya îsar / diğergâmlık içinde ev sahipliği yapmasına sebep olan, o gāile ortadan kalkmıştı.
Mekke fethedilmişti.
Artık müslümanlara diş bileyen, onların Medine’de hattâ Habeşistan’da dahî var olmalarına tahammül edemeyen Mekkeliler bir bir müslüman oluyorlardı. Hendek Harbi’nde İslâm’ı yuvasında boğmaya teşebbüs eden kabîleler gürûhu, fevc fevc gelip Efendimiz’in huzûrunda İslâm oluyorlardı.
Bu zafer günlerinde, ensardan bazı kimseler şöyle düşündüler:
“Artık İslâm muzaffer oldu. Biz bir avuç iken, üzerimize düşeni yaptık. Şimdi müslümanlar yüz binlere ulaştı. Vazife yükümüz hafifledi. Artık biz nicedir ihmâl ettiğimiz bağlarımıza, bahçelerimize dönebiliriz.”
Bu düşünce üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
وَاَنْفِقُواف۪ىسَبٖ۪يلِاللّٰهِوَلَاتُلْقُوابِاَيْد۪ٖيكُمْاِلَىالتَّهْلُكَةِوَاَحْسِنُوا
اِنَّاللّٰهَيُحِبُّالْمُحْسِنٖ۪ينَ
“Allah yolunda infâk ediniz de, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. Bir de ihsanda bulununuz, zira Allah, (yaptığını en güzel şekilde yapan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.”(el-Bakara, 195)
Bu îkāz üzerine; rehâvete kapılma, rahat günlere dönme düşüncesindeki ensar ve muhâcirler, hemen silkindiler. Anladılar ki dâvâ sadece Mekke değildi. Allâh’ın sadâsı sadece Arap kabîlelerine gelmemişti. İşte Mûte, işte Tebük, hedefi ve ufukları genişletiyordu… Efendimiz’in hendek kazılırken fethini müjdelediği İran, Şam, Mısır ve Rum illeri onları bekliyordu.
Efendimiz vefât etmeden hemen önce Üsâme bin Zeyd gibi genç bir yiğidin kumandasında yine bir sefer hazırlığındaydı ve bu seferin mutlaka gerçekleştirilmesini vasiyet ederek, kıyâmete kadar tebliğ dâvâsının sürdürülmesini işaret buyuruyorlardı.
Sahâbe o işareti aldı. Efendimiz’in Vedâ Haccı’nı dinleyen 120.000 sahâbîden en fazla on ilâ yirmi bin kadarı Mekke ve Medine kabristanlarında medfundur. Geriye kalan yüz bin sahâbî nerededir?
Kelime-i tevhîdi tebliğ için gittikleri;
Şam’da, Irak’ta, Basra’da, Kûfe’de, Kudüs’de, Busra’da, İskenderiyye’de, Semerkant’ta, Buhârâ’da, Çin’de, Adıyaman’da, Kıbrıs’ta ve Ebû Eyyûb el-Ensârî gibi İstanbul’da…
Ebû Eyyûb el-Ensârî, İstanbul’u muhasara için düzenlenen iki sefere katıldığında seksen küsur yaşında idi. O yaşında Allah Rasûlü’nün;
لَتُفْتَحَنَّاْلقُسْطَنْطِنِيَّةُفَلَنِعْمَاْلأَم۪يرُأَم۪يرُهَاوَلَنِعْمَالْجَيْشُذٰلِكَالْجَيْشُ
“İstanbul elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!..”(Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300) müjdesine nâil olmak arzusuyla sefere iştirâk etti ve ordunun mâneviyat kaynağı oldu. Fetihten sonra da İstanbul’un gönül dergâhı oldu. Medine’den İstanbul’a esen bir bâd-ı sabâ, İstanbul’dan da Medine’ye açılan bir ziyaretgâh kapısı oldu.
Âmâ sahâbî Abdullah İbn-i Ümm-i Mektum-radıyallâhu anh-;
«Ben kılıçların gözleri yıldıran kıvılcımlarını görmeden, İslâm sancağını başı dik bir şekilde taşırım.» diyerek Sâsânîleri tarihten silen Kādisiye Harbi’ne iştirak etmişti. Hâlid bin Zeyd -radıyallâhu anh- da, hisli yüreklere;
“Pîr-i fânî olmuş bir sahâbî, bu uzun ve meşakkatli sefere katılır da ben nasıl geri kalırım!” dediriyordu.
Bizans ordusuna gerçekleştirilen bir muharebede, ensardan bir yiğit, düşman saflarına korkusuzca atıldı. Şehâdet iştiyâkıyla canını hiçe sayarak büyük bir cesaret ve şecâat gösterdi. Fakat bu davranışını, bir başkası yanlış yorumladı:
“Allah, bize kendinizi tehlikeye atmayın buyurmuyor mu? Bu askerin yaptığı doğru mu?” diyecek oldu.
Bu âyet-i kerîmenin nüzûlüne şahit olan Hâlid bin Zeyd -radıyallâhu anh- derhâl hatalı tefsiri düzeltti. Çünkü asıl tehlike, canı kaybetmek değil;
ASIL TEHLİKE, UKBÂYI KAYBETMEK…
Asıl tehlike, âhireti unutup dünyanın kucağına atılmak. Asıl tehlike, lâle devri misâli, bağların, bahçelerin rahat, rehâvet ve bencillik tuzağında kaybolmak. Asıl tehlike, Hakk’ın kelâmının bir sîneye daha ulaşması için gereken gayreti gösterememek ve bu ağır vebâle dûçâr olmak.
Efendimiz, ashâbını bu endişelerle, bu muhasebelerle yetiştirdi.
Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin misâlinde olduğu gibi, ashab da tâbiîni bu şuur ve idrakte terbiye etti. Silsileler hâlinde bu edep ve terbiye devam etti.
Böylece İslâm tarihi, Efendimiz’in vazifelerini tevârüs edebilen şahsiyetlerin parlak sahifeleriyle doldu. Kayravan’dan Kurtuba’ya, Semerkant’tan Hindistan’a, doğu ve batıda büyük fütuhat gerçekleşti. Beldelerin ve kalelerin fethini, muhabbet ve mârifet ordularının gönülleri fetih hareketleri takip ediyordu. Böylece ilk asırlarda fethedilmiş beldelerin tamamına yakınının halkı, günümüzde de ekseriyetle müslümandır.
Hayat dolu nebevî prensiplere ne zaman ihlâs ve samimiyetle sahip çıkıldıysa, aradan geçen asırlara rağmen, sahâbe-i kiram neslinde ortaya çıkan feyiz ve bereket tekrar zuhur etti, nehirler gibi coştu.
Selçuklu Devleti’nin uç beylerinden, dört yüz atlıdan ibaret bir maiyeti olan Osman Gazi de Kur’ân ve Sünnet emânetine sımsıkı sarılan bir tebliğ insanıydı.
Onun derdi de, zevki de, heyecanı da gazâ idi. Allâh’ın nâmını yüceltmek idi. Hazret-i Hâlid gibi cihâda koşmak, Hazret-i Ali gibi küfrün kale kapılarını söküp atmaktı. Böylece Hazret-i Bilâl’in ezânını Bizans’ın tahakkümü altında inleyen beldelere gür bir sadâ ile duyurmaktı. Hazret-i Mus‘ab’ın Medine sokaklarında yaptığı feyizli ve tesirli daveti; Balkanlarda, Bosna’da, Üsküp’te, Kosova’da gerçekleştirmekti. Abdullah bin Revâha’nın Hayber’de, Hazret-i Ömer’in Kudüs’te gösterdiği adâletle; ümmet-i gayr-i icâbenin karanlıkta kalmış insanlarını İslâm’a hayran bırakmaktı. Bunların yanında en başta Hazret-i Ebû Eyyûb’un baş koyduğu yolda, İstanbul’u İslâm’a açmak, gülzâr etmek idi.
“Gayemiz, kuru bir cihangirlik değil, «i‘lâ-yı kelimetullah»tır!” diyen Osman Gazi; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in adâletli ve merhametli devlet riyâseti vazifesini tevârüs etmişti.
O’nun talim ve tilâvet vazifelerini deruhte eden âlimler, fakihler ve kadıların yetiştiği medreselere, ilim meclislerine itina gösteriliyordu.
Fahr-i Kâinât’ın tezkiye vazifesini ise Hak dostları tevârüs ettiler. Osmanlı’nın mânevî kurucusu Şeyh Edebâlî oldu. Her padişahın üzerinde bir velî zâtın mânevî himayesi oldu. Edebâlî silsilesi devam etti.
Osman Gazi’yi nasıl; Orhanlar, Muradlar, Bâyezidler, Mehmedler, Selimler silsilesi takip ettiyse; Şeyh Edebâlî’yi de; Geyikli Babalar, Emir Sultanlar, Somuncu Babalar, Hacı Bayrâm-ı Velîler, Ebü’l-Vefâlar, Aziz Mahmud Hüdâyîler, Yahya Efendiler silsile hâlinde takip etti. Ümerâsıyla, evliyâsıyla, halkıyla bu halk ne güzel bir cemiyet idi;
NE GÜZEL EMÎR, NE GÜZEL ORDU…
İşte İstanbul’un nebevî müjdeyle haber verilen fethi; böyle bir hanedana, böyle bir devlete, böyle bir millete nasîb oldu. Ehl-i küfür ile gazâ ve ehl-i îmânı müdafaa vazifesini omuzlarında taşıyan, tebliğ heyecanını ve mes’ûliyetini nisyâna terk etmeyip, Hak dostlarıyla ünsiyet eden bir silsile…
Hazret-i Fatih de; hocası Akşemseddîn’in feyiz ve rûhâniyet dolu irşadlarıyla, nebevî müjdeye erişti. Fetih ordusu, tamamıyla bu rûhâniyet ile dopdoluydu. İstanbul’un sekiz asırdır fitne ve entrikayı himaye eden surlarına İslâm sancağını diken Ulubatlı Hasan ve arkadaşları; yakıcı rum ateşine, kaynar yağların ve okların yağmuruna doğru;
“Şimdi şehâdet sırası bizde!”diyerek aşılmaz surların tepesine tırmandılar.
Onlar esas hayatı âhiret bilen, asıl tehlikeyi o hayattan mahrumiyet olarak anlayan yiğitler idi. Onların gayretleri ve fedâkârlıklarıyla İstanbul, İslâm’ın güler yüzüne açıldı, gülzâr oldu.
Sümbül Efendi, Merkez Efendi, Yahya Efendi, Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’yle şehrin mânevî dokusu îmâr edildi. Sinanların, Süleymanların cömertçe serptiği çil çil kubbeler altında yetişen ilim ve irfan erleri, dünyanın dört bir yanında hakkı tevzî etmeye koyuldu.
Maddî ve mânevî fütuhat daha bir arttı. İslâm dünyasının birliği sağlandı. Küfür ve dalâlet ehlinin, cihanın hemen hiçbir yerinde cür’eti kalmadı. Karadeniz ve Akdeniz birer göl, Hint Okyanusu arka bahçe hâline gelmişti. Hollanda’daki zulüm ve Fransa’daki ahlâksızlık dahî Osmanlı’nın kudretli eliyle bertarâf ediliyordu.
Ancak, fetihler zenginlik de getirdi. Mekke fethinden sonra gelişen ve «tehlike» îkāzıyla derhâl bertarâf edilen hatalı yorum yeniden ortaya çıktı. İş bitti, denilip rahata düşüldü. Meydân-ı celâdetteki safâyı bir kenara bırakıp, sefâhat ve eğlenceye kapılanlar oldu. Lâle devirleri baş gösterdi. İlmin mâneviyat tarafı ihmal edilince, medreselerde beşik ulemâları türedi. Mâneviyat yolları içinde dahî; bozulanlar, şer’î daire dışına çıkanlar baş gösterdi.
İlâhî kanun tekerrür etti. Tebliğ nimetinin şükrü edâ edilmeyince, kıymeti bilinmeyince, ilâhî teyit kalktı. Abbâsîler, emâneti taşıyamaz hâle gelince nasıl Hülâgû belâsı musallat olduysa; ehl-i küfrün; «Mağlûp olmaz!» dediği ve «Devlet-i Ebed-Müddet» nâmıyla anılan Osmanlı orduları da, bir bir savaş ve toprak kaybetmeye başladı. İlim, irşad ve terbiye gayretleri ihmal gördüğü için kaht-ı rical, yani yetişmiş insan kıtlığı baş gösterdi.
Mağlûbiyetten de ders çıkaramayan bazı nâdanlar, çareyi batılılaşmakta aradılar. Ecnebî memleketlere tahsile gönderilen genç dimağlar, düşmanların gerçekleştirdiği kalp ameliyatı ardından, «apoletleri Osmanlı, iç dünyaları ecnebî» olarak, yani; Osman Gazilerin, Murad Hanların şuurundan çok uzak, bozuk fikriyatlarla yurda döndüler. O mirasyedi güruhların elinde, ecdâdın kanlarıyla kazandığı milyonlarca kilometrekarelik vatan; mâneviyatsızlıktan dolayı asırların ihmalinde azgınlaşan yedi düvelin göz diktiği, talan sahası oldu. Hâlâ Suriye’de, Afganistan’da, Irak’ta, Sudan’da, Libya’da yaşanan perişanlık ve başıbozukluk o hizmet ve tebliğ nimetine sahip çıkılmayışının acı neticeleridir.
Bugün işe yeniden; Efendimiz’in başladığı noktadan, ashâb-ı suffeden başlamak zarûrîdir.
ÇARE, İNSAN YETİŞTİRMEK…
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in tebliğ ve irşada başladığı nokta, câhiliyyetin en karanlık noktasıydı.
Şeyh Edebâlîlerin başladığı nokta; Anadolu’nun bir yandan Moğol, bir yandan Haçlılar tarafından kıskaç altına alındığı bir devrin akabiydi. O günler de güllük-gülistanlık değildi.
Onlar; kemiyetteki dengesizliğin moral bozukluğuna aldırmadan, az da olsa keyfiyetli insan yetiştirmekle işe başladılar.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; yetişmiş bir insanı, bir beldenin fethine denk gördü. Hayber’in fethi esnasında Habeşistan’dan dönen Câfer-i Tayyâr’a hitâben;
“Hangisiyle sevineyim? Câfer’in gelişiyle mi? Hayber’in fethiyle mi?”buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 414)
Yetişmiş, ideal insanın ehemmiyetini kavrayan Yavuz Sultan Selim Han da, Mısır’ın fethi esnasında şehid düşen Sinan Paşa hakkında;
“Mısır’ı aldık, fakat yazık ki Sinan Paşa’yı kaybettik!” diyerek; terazinin bir kefesine Osmanlı hazinesini dolduran bir beldeyi, diğer kefesine bir yetişmiş insanı koyuyor, Sinan Paşa’nın kaybının teessürünü dindiremiyordu.
Hazret-i Ömer, bir oda dolusu altın ve mücevher değil; “Bir oda dolusu Ebû Ubeyde bin Cerrah, Huzeyfetü’l-Yemân ve Suheyb bin Rûmî -radıyallâhu anhüm- olsa da, ideal insana aç beldelere göndersem, cihanın hidâyete ermesinde istihdâm etsem…” diye temennî ediyordu…
Hazret-i Mevlânâ, elinde feneriyle gece yarısı sokaklarda dolaşan bir insanı konuşturuyor:
“İdeal insanı arıyorum! Onu bulamasam da, bulamayacak olsam da bu hasretli arayıştan bile zevk alıyorum, teselli buluyorum.” dedirtiyordu.
Hazret-i Fatih; yetişmiş bir adam için, yüzlerce, binlerce öğrencilik yatırım yapıyor, o büyük sultan; eğitime, devletin fütuhat bütçesi kadar pay ayırıyordu.
İmâm-ı Rabbânî, Ekber Şah’ın yaymaya çalıştığı zındıklıkla hiç muhatap olmadan, halka yayılan halkasında keyfiyetli insan yetiştirmeye devam ediyordu. Sonunda Ekber Şah hiçbir şey elde edemeden silinip giderken, torunu Alemgir Sultan, İmâm-ı Rabbânî’nin mürîdânı arasına girdi.
Asrımızın büyük âlimlerinden Hasan en-Nedvî, İstanbul ziyaretinde yaptıkları bir konuşmada, bugün kan-revan hâlde bir müslüman ülke olan Suriye’den bahsetmişti. Oradaki müslümanların, evlâtlarını esnaf ve tüccar olarak yetiştirmekten başka bir gayretleri olmadığını görünce, onları şöyle uyardığını söylemişti:
“Keyfiyetli insan yetiştirmeye ehemmiyet vermezseniz, devletiniz elinizden gider!”
O âlimin îkāzı bugün gerçek olmuştur. Bu bir kehânet değildir. Bir milletin istikbâlini görmek için gençliğinin ünsiyet ettiği şeylere bakmak kâfîdir. Gençliği nefsâniyete dûçâr olmuş, dünyaya saplanmış bir milletin geleceği pek hazindir.
Hâsılı;
Hizmet ve tebliğ fırsatları açısından bir baharın hüküm sürdüğü devrimizde; bu imkân ve nimetleri yarının çınarları olacak fidanlar yetiştirmeye sarf etmek yerine; «Havalar düzeldi, yaz kendiliğinden gelir!» zannederek, tenezzüh ve rahata yönelmek, vazifeleri nisyâna terk edip, gafletle ünsiyet etmek ne büyük bir israftır, ne ağır bir vebaldir.
Zira tabiattaki mevsimler gibi, hizmet fırsatları açısından zamanın hâli de bir deveran, bir tedâvül içindedir.
Uhud Harbi’nde verilen şehidler ve yaşanan sarsıntının akabinde nâzil olan;
“…Zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz…”(Âl-i İmrân, 140) âyet-i kerimesi, bu deverânı beyan buyurur.
Bir devir gelir, güz ve kış gibi zorlu olur. Karanlık geceler misali ufuklar daralır.
Sonra bir devir gelir, ufuklar genişler; bahar ve yaz gibi iklim müsait olur, bereket tevzî eder.
Zorlu devirlerde engeller ve ağır şartlar sebebiyle çok gayret ile ancak azıcık mesafe alınır. Tıpkı bir arabayı yokuş yukarı itmek gibi. O şartların emeği zor, mesafesi az, fakat mükâfâtı büyüktür. Ye’se kapılmadan, sabırla rahmet-i ilâhiye celbedildiği takdirde o kış şartları, daima bahara döner.
Buna mukabil;
Müsait devirlerde şartlar kolaydır, ancak imtihanı zordur. Çünkü imtihan; yokluk ile değil, daha ziyade varlık ile olduğundan dolayı, yapılması gerekenler daha çoktur. Çünkü nimet arttıkça, mes’ûliyet ve vazifeler daha da artar. Büyük fedâkârlıklar ister. Çünkü bu şartlarda az gayret, neticeye ulaştırmaz. Dolayısıyla;
Müsait zamanları, mes’ûliyeti daha yüksek bir nimet olarak idrâk etmelidir. Böyle idrâk edilirse, ilâhî teyit ile hizmet ve imkânların ömrü uzar. Aksi hâlde, yalancı bir bahar yaşanır. Sonunda kıymeti bilinmeyen her nimet elden alınır.
Bu hakikatin yanında günümüzde nimetlerin mes’ûliyet ve hesabı itibarıyla dikkat etmemiz gereken pek çok husus var.
Özellikle neslin terbiyesinde onların eğitilmelerini zorlaştıran hayli tuzaklar var. Tedaviyi zorlaştıran, virüs ve mikrop bataklıkları var…
Televizyonun bir yanı virüs üretiyor… İnternetin porno sokakları mikrop yayıyor. Reklâmıyla, modasıyla, dizisiyle, filmiyle, her türlü süflî oyalayıcı, nefsânîyetin girdabında helâk edici vasıtasıyla kapitalizm var, liberalizm var.
Bu acı tablonun neticesi olarak karşımızda;
1. Gözyaşını unutmuş gözler…
2. Merhametini yitirmiş vicdanlar…
3. Şifâ beklenirken mikrop yaymaya hizmet eden sahte ve hasta eczahâneler var.
Dünün kuzu nesilleri gibi kolayca güdülmesi ve terbiye edilmesi mümkün olmayan; menfî tesirler altında bir keçi sürüsü gibi, dikkat ve teyakkuz isteyen bir nesil var.
Yani;
Aslında rahat bir zamanda değil, neslin muhafazası için çok yüksek bir himmet ve gayretin ortaya konmasının zarûrî olduğu bir zamanda, yani mânen zor bir zamanda yaşıyoruz. Belki imkânlar itibarıyla rahat, fakat sayısız mânevî tehlike ve nefsânî tuzaklar itibarıyla oldukça zor bir zamandayız. En küçük bir rehâvet, gaflet girdaplarında taze dimağların felâketlerine sebebiyet vermektir. Bizlerin en küçük tembelliğinin, zavallı evlâtları selde sürüklenen kütükler misâli hangi nefsâniyetin kıskacında boğacağı meçhuldür.
Bu yönde üzerimize düşen vazife ve gayretler husûsunda şunu unutmamalıyız:
Bugün biz İslâm nimetine mazhar isek, bu; dün, tebliğ mes’ûliyetiyle, hidâyete vesile olmak heyecanıyla ve elbette bin bir fedâkârlıkla yollara düşen sahâbe efendilerimiz ve onları ihsân üzere takip eden ecdâdımız vesilesiyle oldu.
Onlar bu gayret ve fedâkârlıklara girmemiş, bağ ve bahçelerine çekilmiş ve zamanın rehavetine kapılmış olsalardı; bu nimetlerden mahrum kalırdık.
O hâlde biz de;
Bizim gayretlerimizle ıslah ve hidâyete nâil olabilecekleri düşünmeliyiz. Fedâkârlıklardan kaçındığımız takdirde de nice mahrum kalacak fertleri ve toplumları düşünmeliyiz.
Düşünmeliyiz ki mahşerde hesabımız görülürken;
Omuzlarımızda hidâyet ve terbiyesine vesile olduklarımızın sevâbı, fakat mahrum bıraktıklarımızın da vebâli olacak…
Rabbimiz, hepimize, Habîb-i Edîbi’nin yetiştirdiği sahâbe-i kiram efendilerimizin hizmet, tebliğ ve i‘lâ-yı kelimetullah şuurundan ve heyecanından hisseler nasîb eylesin.
Bizlere ve evlâtlarımıza, Allah Rasûlü’nün mihmandârı ve dîn-i mübîn-i İslâm’ın alemdârı olmak yolunda, İstanbul’umuzun mânevî fatihi Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin hâliyle hâllenebilmeyi lutfetsin, ikram buyursun…
Âmîn!..