1996 – Eylul, Sayı: 127, Sayfa: 034
Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde memleketin her tarafında, her karış toprağında adalet, hak ve hukuk hakim durumda idi. Kanun önünde bütün insanlar eşitti. Sanki;
“Adalet, mülkün temelidir..” hadîs-i şerifi O’nun için varid olmuştu.
Zengin ile fakir, sultan ile köylü aynı hakka sahipli. Gayr-i müslimlerin haklarına ise, onları vedîatullah, yani devlete Allah tarafından emanet edilmiş, korunmaya muhtaç kimseler olarak kabul olunduklarından daha çok riayet edilirdi. Bu yüzden gayr-i müslimleri hiç kimse incitmezdi. Osmanlı‘nın bu adaletini gören hıristiyanlar, onlara adeta aşık oldular. Bilhassa Rumeli’deki fütuhatın sür ‘atle genişlemesinde bu dillere destan Osmanlı adaleti pek müessir olmuştur. O derecede ki, İstanbul muhasara altında iken Papalık yardım istenmesi teklifine karşı, o devrin asillerinden Notaras’ın şöyle demiş olduğu tarihte pek meşhurdur:
“-İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercih ederim!..”
İşte bu yüce adalet anlayışı ve tatbikatı sebebiyle bir çok rahibe, müslüman olup Osmanlı kadınları gibi tesettüre büründü. Zulüm içinde yaşayan hıristiyan halk, henüz fethedilmemiş yerlerde bir an önce huzur ve adalete kavuşmanın hasretiyle Osmanlılar lehine casusluk bile yaptılar. Osmanlılar da, bir vefa borcu olarak, kendilerine yardım edenleri unutmayıp en güzel şekilde mükafatlandırdılar. Onların gönüllerini hoş tuttular.
İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, bir umumî afv i’lan etmiş ve Bizanslı mahkumları serbest bırakmıştı. Bunlar arasında iki alim filozof papaz kimse vardı. Fâtih, onlara cezalarının sebebini sordu. Onlar da:
“-Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik.. Kralın zulmünden, işkencelerinden, yaptığı rezalet ve sefahatten dolayı kendisini ikaz ettik. Akıbetinin, kötü yıkılışının yakın olduğunu ve devletinin çökeceğini söyledik.. O da,bu ikazımıza kızarak bizi zindana attı ” dediler.
Bu ifadeler, Fâtih’in dikkatini çekti. Ve papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini sordu. Onlar da bir müddet sonra kanaatlerini bildireceklerini ifade ettiler.
Papazlar, ellerindeki beraatla her yere girip çıktılar. Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara:
“-Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!” dedi.
En kalabalık ve en ıssız yerlere kadar her tarafı dolaştılar. Herkesle sohbet ettiler. Bütün halkın, yalnız iyilik ve ahlakî üstünlük sahneleyen hallerini müşahede ettiler.
Bir çarşıya girdiler ki, o esnada ezan okunuyordu. Esnaf, dükkanını kilitlemeden camiye gidiyordu. Hiç kimse, bir başkasına haset etmiyor ve kıskançlık beslemiyordu. Sanki herkes, birbirinin teminatı altında idi. Namazı, huzur içinde ve adeta son namazlarını kılıyormuş gibi ikame ediyorlardı.
Kimse kimsenin hakkını yemiyor, birbirini kırmıyordu. Kimse, kul hakkıyla kıyamet günü Mevla’nın huzûruna çıkmak istemiyordu, istisnasız herkes, Allah rızasını düşünüyor, Allah rızası için konuşuyor, Allah rızası için yaşıyordu. Sultanın ömrü ve ordusunun muzafferiyeti için dua ediyorlardı. Cemiyet, ince ruhlu, rikkat-i kalbiyye sahibi derin insanlarla doluydu.
Papazlar, bu halleri görüp şaşkına döndüler. Kaç şehir dolaştıkları halde, mahkemelerde ağır cezalık bir davaya rastlamadılar. Hırsızlık, katil, ırza tecavüz, dolandırıcılık -âdetâ- meçhuldü. Bir muhakeme onların çok dikkatini çekti. Hayret içinde kaldılar.
Kadı efendiye bir davacı ve davalı gelmişti. Davacı, şöyle bir mes’ele arz etti:
“-Efendim, bendeniz bu dîn kardeşimin falan tarlasını satın aldım. Ekin için çift sürerken, orada altın dolu bir küpe rastladım. Küpü alıp, tarlasını satın aldığım bu kardeşime götürdüm. O da:
“-Ben bu tarlayı altı ve üstü ile sattım!..” deyip kabul etmedi. Halbuki toprağın altından bu küpün çıkacağını bilse satmazdı.”
Kadı efendi, öbür kişiye söz verdi. O da:
“-Durum aynen kardeşimin arz ettiği gibi vakî oldu. Fakat, ben ona tarlayı satınca, altı ve üstü hepsi içine girer düşüncesindeyim. Nasıl üstündeki mahsulden bir hakkım yoksa, altındakinde de öyledir…” dedi.
Papazların hayretle temaşa ettikleri bu durum, kadı efendi için tabiî bir hadise idi İslâm’ı hakkıyla yaşayan bir toplum için bu, en tabiî bir haldi.
Kadı, bu iki gerçek müslüman insan arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Birinin salih bir oğlu, diğerinin de saliha bir kızı olduğunu öğrenince, ikisine aracı oldu. Tarafeynin rızası ile bu iki gencin nikahlarını kıydı. O, bir küp altını da, onların düğün ve çeyiz masraflarında harcattırdı.
Burada, yaşanan bir İslâm anlayış ve adaleti sergileniyordu.
Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, hava kararırken kızlarını bir medreseye gönderdiler. Kızlar, kapıyı açan gençlere:
“-Hava karardı, yolumuzu kaybettik.. Bizi bu gece misafir eder misiniz? Çaresisiz…” dediler. Talebeler, düşünüp taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra, araya bir perde gerip mangal başında sabahladılar. Sabahleyin de kızları yolcu ettiler.
Papazlar, merakla gecenin nasıl geçtiğini kızlarına sordular. Onlar da, olan hadiseyi şöyle anlattılar.
“-Kendi yerlerini bize terk ettiler. Kendileri odanın ucuna çekildiler. Ortadaki mangal ateşini ellerine alıp bırakıyorlar, birbirlerine dehşetle «Rabbimiz bizleri cehennem azabından korusun!.. Bizleri, anı istikballe değiştiren ahmaklardan eylemesin!.» diyorlardı. Bizlere dönüp bakmıyorlardı bile”
Bu misal, Osmanlı Devleti’nde iffet ve namusların teminat altında olduğunu sergilemektedir. Lakin böyle misaller çoktur. Mesela Fâtih’in, Bosna fethinden sonra çıkarttığı bir fermanında
“Sakın ola, Sırp kızları su almak için çeşme başlarına geldiklerinde, askerlerim oralarda bulunmayalar!..” demesi de, İmparatorluktaki iffet ve namus teminatının diğer bir tezahürüdür.
Fâtih bu fermanı ile, hem askerlerini, hem de teminatı altındaki hıristiyan teb’anın kızlarının iffetini muhafaza etmiş oluyordu.
Osmanlı ülkesini gezip görmekle vazifeli papazlar, hıristiyan mahallelerini de görmeden edemediler.
Fener semtine doğru gezintiye çıktılar. Hıristiyanlar bile, onların iyi bildiği fetihten evvelki zamana kıyasen değişmiş, sokaklardaki pislik dahi azalmıştı. Artık kimse kimseye zulmetmeye cesaret edemiyordu. Nasıl başka türlü olabilirdi ki, hıristiyanların gözü önünde Kadı Hızır Bey, padişaha bile ceza vermekten çekinmemişti. Herkes huzur içinde işine devam ediyor, eskisi gibi içip içip sokaklarda nara atarak sarhoş olamıyordu. Fakir hıristiyan ailelere bile ev dağıtılmıştı.
Papazlar, bu uzun tedkik ve teftişten sonra izin alıp Fâtih‘in huzuruna çıktılar.Müşahedelerini bir bir arz edip:“Bu millet ve devlet, böyle giderse kıyamete kadar devam eder. Böyle bir ahlak ve yaşayışa sahib olan insanların dîni, elbette hak dînidir..” dediler.
Kelime-i şehadet getirip müslüman oldular.
Fâtih’in devrine aid olmak üzere daha sonraları da öyle hadiseler cereyan etti ki, bunlar adalet tarihinde eşi, emsali olmayan vak’alardır. Mesela:
Papazları, hayretler içinde bırakan diğer bir hadise de şuydu:
Fâtih, İstanbul’un fethinden sonra, vazîfesini emrinin hilafına yapan bir hıristiyan mîmarın kolunu kestirmişti. İstanbul kadısı Hızır Bey, Fâtih’in en yakın arkadaşı ve dostu idi. Kendisini İstanbul kadılığına da Fâtih tayin etmişti.
Eli kesilen hıristiyan mîmar, Kadı Hızır Bey’e gidip Fâtih’i dava etti. Fâtih’e hitap tarzı «es-Sultan ibnü’s-Sultan el-Gazî Ebu’1-Feth MUHAMMED HAN-ı Sanî» iken Hızır Bey, teb’anın herhangi bir insanına kullanılan hitabla «Murad oğlu Mehmed, şu saatte mahkemeye gelin!» celbini gönderdi.
Fâtih, murâfaa (duruşma) günü mütevazî bir ferd-i millet gibi âlâyişsiz bir surette mahkemeye gitti. Maznun sandalyesine oturdu. Hızır Bey, yerini aldı. Ve muhakeme başladı.
Mahkemelerde hakim adalet tevzî ettiği için oturur, diğerleri ayağa kalkarak, ayakta ifade verirdi. Hızır Bey, Fâtih’i otururken görünce, O’na:
“-Suç murâfaası üzresin, ayağa kalk!” diye ihtar etti.
Bu îkaz üzerine Fâtih, ifade için ayağa kalktı. Kadı Hızır Bey, muhakeme neticesinde Fâtih’i suçlu, hıristiyan mîmarı mazlum buldu. Kısas ayetini okudu. Ve Fâtih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verdi.
Hıristiyan mîmar, bu ulvî adalet sahnesinden fevkalade duygulanarak gözyaşları içinde:
“Hakkımdan vazgeçiyor, diyet kabul ediyorum!..” dedi. Ayrıyeten Fâtih de, şahsî malından kendisine bir ev bağışladı. Hristiyan mîmar:
“Dünyada böyle bir adaletin eşi yoktur. Ben bu andan itibaren müslümanım…” diyerek kelime-i şehadet getirdi.
Fâtih, Hızır Bey’e:
“-Benden değil de Allah’dan korktuğun için seni tebrik ederim!..” dedi.
Muhakemeyi takip eden iki papazın şaşkınlıkları iyice arttı. Birbirlerine:
“İslâmiyet nasıl bir dîn ki, hatalardan bile istifade edilerek hayırlar işleniyor!..” dediler.
Fâtih, adalete ve adaleti tevzî eden kadılara çok ehemmiyet verir, onların hakkı ve hukuku tenfîz etmesi için kendilerine daima yardımcı olurdu. Bu husustaki şu misal çok ibretlidir.
Devrin ricalinden Davûd Paşa, yaptığı bir haksızlıktan dolayı Edirne kadısına şikayet edilmişti. Kadı efendi, Davûd Paşa‘yı bu işten vazgeçmesi için önce îkaz etti. O’na alacağı cezayı bildirdi. Aralarında bir münakaşa çıktı. Bu münakaşada ileri giden Davûd Paşa, kadı efendiye bir kaç tokat attı. Bunu haber alan Fâtih:
“Adaletin hizmetkarı olan kadıyı döven kimse, dîni tahkîr etmiş ve harab etmiş olur…” diyerek, Davûd Paşa’yı ağır şekilde cezalandırdı.
Davûd Paşa, maddî ve manevî ızdırabından yataklara düştü. Nihayet tevbe edip pişman oldu. Allah’ın emirlerine bir daha karşı çıkmayacağına ve böyle bir kusur etmeyeceğine dair söz verdi. Bundan sonra Fâtih‘le aralarında yeniden yakınlık peyda olup vezirlik payesine kadar yükseldi. II. Bayezîd zamanında ise, vezîr-i azam oldu.
Bütün bunlar, Fâtih‘in ruhî olgunluğunu gösterdiği gibi; “Halk, idarecilerinin üslubu üzeredirler.” Hadîs-i şerîfinde ifade edilmiş olan gerçek üzere milleti de, aynı liyakati göstermiştir. O’nun devri, bütünüyle İslâm’ın emanete, insana, mahlükata bakış tarzının hassas, ince ve en mükemmel örneğidir. Nesline ve bütün insanlığa bir istikamet mirasıdır. Bugünün insanının da nice zamandır kaybetmiş olduğu ve bir türlü elde edemediği büyük bir haslettir.
Şimdi bize ne oldu ki; o halden bu hale sürüklendik?!.Ruhî yapımız harabeye döndü..
Bir mirasyedi hoyratlığının hazin akıbetine uğradık!..
Bugünün hod-gam, maddeye esir olan merhamet mahrumu insanına, acaba Fâtih’in maddî ve manevî şahsiyeti ne mesaj vermektedir?..
Öz benliğimizi kaybettik!. Onu aramanın çırpınışları içinde bunalıyoruz…
Fâtih’i rüyamızda görsek; bize:
“- Maddî ve manevî emanetimi ne yaptınız? Otranto’dan sonra kızılelma olan Roma’ya da ulaşabildiniz mi? Ayasofya’m ne alemde?” diye sorsa, acaba utançtan aynaları çatlatacak olan bu muhasebe, bizim yüzümüzü kızartır mı?!. Yoksa, vurdum-duymazlıkta bertine devam mı oluruz?!. Herkes ayrı ayrı kendini yoklasın!..
Hünkâr’ın Ayasofya ile alakalı bedduasının hışmına mı uğradık? O’nun vasiyetnamesindeki şu bedduayı hatırlamak, acaba bizi bir uyanış ve silkinişe kavuşturabilir mi?
“Benim bu camîmi, camîlikten çıkaranlar, Allah’ın, meleklerin ve bütün müslümanların lanetine uğrasınlar!.. Onlar, hiçbir zaman hafiflemeyen bir azab içinde bulunsunlar!.. Yüzlerine bakan ve kendilerine şefaat eden hiç bir kimse bulunmasın!..”
Bu bedduanın muhatabı, elbette sadece Ayasofya’yı camîlikten çıkaranlar değildir. Elinde imkan olduğu halde, burasının camî olarak açılmasına yardımcı olmayanlarda bu bedduanın muhatabıdırlar.
Şair bugünkü hazîn manzarayı ne içli olarak ifade eder:
“Mahvoldu hayalim bu nasıl korkulu rü’ya?
Şaşdım; neyi temsil ediyorsun Ayasofya?!.
Ne mutlu, nice yıllardır aslından koparılmış olan milletimizi, tekrar ve yeniden Fâtih’in izlerine avdet ettirme yolunda himmet ve gayret sarf etmenin azim ve dirayetine sahip olan genç mücahidlere!..