Felâha Kavuşturan İslâm Şahsiyeti

Ebedî Fecre

Yıl: 2008 Ay: Haziran Sayı: 40

EBEDÎ KURTULUŞ İÇİN

Cenâb-ı Hak Mü’minûn Sûresi’nin ilk âyet-i kerîmesinde;

“Mü’minler felâh buldu.” buyurur.

Bu felâhı açıklarken Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri şöyle der:

“Cenâb-ı Hak, cenneti yarattı ve:

«Konuş.» dedi.

Cennet de bu âyeti okudu:

«Mü’minler felâha erdi.»” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân)

Cennetin bütün o güzellik ve ihtişamıyla nasıl konuştuğunu, bu konuşmanın keyfiyetini bilmiyoruz. Ancak; cennetin, kendisine verilen emr-i ilâhî üzerine ilk söz olarak beyan ettiği hakikat, âyet-i kerîmede vurgulanan kurtuluş şartını tekrarlamak olmuştu.

Kurtuluş, felâh.

Mü’min olmak şartıyla.

Felâha kavuşmak demek, dünyanın riskler içindeki imtihan şartlarından kurtuluş, bu imtihandan başarıyla çıkış demek… “Mü’minler muhakkak ki felâha erdi.” âyetindeki müjdeye nâil olmak…

Mü’minler ne ile ve nasıl felâha ererler?

Âyetin devamındaki âyet-i kerîmeler bu sorunun cevabını, bir Müslüman şahsiyetinin ana esaslarını ortaya koyuyor.

Bir mü’minin kurtulmasının îmandan sonra gelen şartı;

HUŞÛ DOLU BİR NAMAZ

Mü’minlere felâhı, ebedî kurtuluşu müjdeleyen Mü’minûn Sûresi’nin ilk on âyetinde beş vasıf sayılmaktadır. Bu beş vasıf İslâm şahsiyetinin ayrılmaz mîyârı ve esaslarıdır. Bu vasıfların birincisi huşû ile kılınan namazdır:

“Mü’minler felâh buldu. Onlar ki, namazlarını huşû ile kılarlar.” (Mü’minûn, 1, 2)

Cenâb-ı Hak’la dostluğu elde edenler.

Namazla kötülükten, çirkinlikten muhafaza olanlar…

Namazlarını beden ve gönül âhengi ile kılanlar…

Secdelerde O’na yaklaşanlar.

Cenâb-ı Hakk’ın; «Secde et ve yaklaş!» (Alak, 19) emrine gönülden uyanlar…

İşte bunlar ebedî felâha kavuşanlar…

Demek ki namazda huşûya ulaşmak; namazı, beden ve kalp âhengi içinde kılabilmek, kurtuluşumuz için zarurî. Bir mü’min mutlaka namaz kılmalı ve bu namazı Hakk’ın huzurunda durmanın îcap ettirdiği itina ve kalp huzuru ile eda etmeli.

Namazın fıkhî şartı nasıl taharet ve abdest ise, mânevî şartı da Cenâb-ı Hak ile kalben beraberliktir. Fahr-i Kâinat Efendimiz, namazın bu itina ve iştiyak  ile eda edilmesi üzerinde bilhassa dururlardı. Buyururlardı ki:

“Namaz gözümün nûrudur.” (Nesâî, İşratü’n-Nisâ, 1)

Asr-ı saadette bir şahıs Mescid-i Nebevî’ye geldi ve tâdîl-i erkâna riâyet etmeksizin, alelacele, paldır-küldür bir namaz kıldı. Onun bu hâlini gören Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Dön ve namaz kıl! Çünkü sen namaz kılmış olmadın.” buyurdular. Adam gitti tekrar kıldı. Fahr-i Kâinat Efendimiz tekrar;

“Dön ve namazı doğru kıl! Çünkü sen yine namaz kılmış olmadın.” buyurdular.

Adam üçüncüde gelip doğrusunu bilmediğini arz ederek, Efendimiz’den kendisine rızâ-yı ilâhiye uygun namaz kılmayı öğretmesini rica etti. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de ona namazın esaslarını öğrettiler. (Tirmizî, Salât, 110; Ebû Dâvud, Salât, 143-144)

Demek ki, namazı mecburiyet savar bir şekilde kılmamak lâzım. Çünkü Peygamber Efendimiz:

“En kötü hırsızlık, namaz hırsızlığıdır.” (Muvatta’, Kasru’s-salât 72) buyuruyor.

Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda olduğunu bilerek, ihsan şuuruyla namaz kılmak, Müslüman şahsiyetinin en mühim ferdî ve dinî esasıdır. Rabbimiz, Hakk’ın huzurunda kıyamda durma şuurunun, Müslüman’ın her saniyesine yayılmasını arzu etmekte, onu her an faydalı şeylerle meşgul olmaya çağırmaktadır. Bu sebeple felâhın ikinci şartı;

TEMBELLİK YOK!

Âyet-i kerîmede;

“Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.” (Mü’minûn, 3) buyuruluyor.

Demek ki Müslüman’ın boş zamanı olmamalıdır. Müslüman, kendisine sermaye olarak verilen ömrünün her ânını hayır-hasenatla doldurmalı, bu sayede;

“Zamana yemin olsun ki, insan bir hüsran içindedir.” (Asr, 1, 2) fermanıyla dile getirilen hüsrandan kurtulmaya, felâha kavuşmaya gayret etmelidir.

Bir hayrı bitirip, diğer bir hayra koşmalıdır. Müslümanın hayatında faydasız bir boşluğun bulunmasını arzu etmeyen Cenâb-ı Hak;

“Hayırlı bir işi bitirdiğin zaman diğer işe dön ve Allâh’a yönel.” (İnşirah, 7) buyurmaktadır. Yani ibadet ve hayırlı işlerin biri bittiğinde hemen diğerine koşmak, herhangi bir zamanın ibadetsiz ve hayırdan uzak geçmesine fırsat vermemek îcap eder. Çünkü hayat, bize uhrevî saadeti kazanmak için bir defaya mahsus verilmiş bir nimettir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz ashâb-ı güzînini de hayatı güzelliklerle dopdolu yaşama terbiyesiyle yetiştirmiş, biz ümmetine de o şahsiyet tablolarını misal vermiştir. Efendimiz bir gün, sabah namazını kıldırdıktan sonra ashâbına döndüler ve:

“–Bugün içinizde oruçlu var mı?” sualini tevcih ettiler.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah! Dün gece oruç tutmak aklıma gelmedi, onun için şimdi oruçlu değilim.” dedi.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise:

“–Ben dün gece oruç tutmayı düşündüm ve sabaha oruçlu çıktım.” dedi.

Bu ferdî hayat ile alâkalı bir soruydu. Arkasından Rasûl-i Ekrem Efendimiz içtimâî hayata dair faaliyetlerle ilgili sorularla devam etti:

“–İçinizde bugün hasta ziyaretinde bulunan var mı?”

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu kez:

“–Yâ Rasûlâllah! Sabah namazını kıldık, yerimizden de ayrılmadık, nasıl hasta ziyaret edelim ki?” dedi.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise:

“–Kardeşim Abdurrahman bin Avf’ın rahatsız-landığını duydum. Mescide gelirken ona uğrayıverdim. Şifa diledim, oradan buraya geldim.” dedi.

Yine Fahr-i Kâinat Efendimiz:

“–İçinizde bugün bir yoksulu doyuran var mı?” diye sordu.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah! Sabah namazını yeni kıldık ve henüz yerimizden ayrılmadık ki!” dedi.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise:

“–Mescide girdiğimde, ihtiyacını arz eden birini gördüm. Oğlum Abdurrahmân’ın elinde bir parça arpa ekmeği vardı. Onu alıp yoksula verdim.” dedi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Seni cennetle müjdelerim (ey Ebûbekir)!” buyurdu.

Hazret-i Ömer derin bir iç çekerek; “Âh cennet!” deyince, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onun da gönlünü alarak:

“–Allah Ömer’e rahmet eylesin, Allah Ömer’e rahmet eylesin! Ne zaman bir hayır yapmak istese Ebûbekir muhakkak onu geçer.” buyurdu. (Heysemî, III, 163-164. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 36/1670; Hâkim, I, 571/1501)

Bu hadîs-i şeriften de anlıyoruz ki Peygamber Efendimiz, ümmetini çok seviyor ve ümmetinin zamanı israf etmesini istemiyor; ümmetinin her an Allah rızâsını aramasını, her saniye; «Allah, benim bu hâlimden memnun mu?» muhasebesi içinde olmasını arzu ediyor.

Dikkat edilirse, insan; faydalı şeylerle meşgul olmadığında, dünyasını ve âhiretini ilgilendirmeyen, faydasız, lüzumsuz şeylerle meşguliyet girdabına düşmektedir. Günümüzde böyle nice faydasız ve boş hattâ bâtıl meşguliyet; nesilleri, dünya ve ukbâlarını ilgilendiren hususlardan alıkoymaktadır.

Fahr-i Kâinat -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, ilim gibi yüce bir nimetin dahî faydasızından Allâh’a sığınmıştır.

Eğer kul bu şekilde bir ömür Allah rızâsını ararsa Cenâb-ı Hak, mutlaka onun önünü açıyor. Sabrettiği zorlukları kolaylıklara dönüştürüyor:

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (İnşirah, 5, 6)

Faydalı işlerle dopdolu bir ömür içinde, Cenâb-ı Hak, mü’minin fakirlere, kimsesizlere karşı şefkatle dolu olmasını istiyor.

Bu açıdan mü’minin, bütün imkânlarıyla bir ömür yapacağı faaliyetlerden biri de;

İNFAK FAALİYETİ

Mü’minûn Sûresi’nde; kalbî derinlik içinde, ilâhî azamet ve kudret akışları karşısında haşyet içinde bir ibadet hayatı ve; «boş şeylerden kaçınan» bir şahsiyet ve kimlik sergilemek şartlarından sonra; üçüncü olarak;

“Onlar zekâtlarında fâildirler.” (Mü’minûn, 4) buyu-ruluyor.

 Zekâtı sadece vermek değil, zekât ibadetinin îfâsında fâil olmak; aramak, bulmak, titiz ve itinalı bir şekilde, fakire hakkının teslimi vazifesine ciddiyetle riâyet emrediliyor.

Dünya hayatında, mesleğimizde, vazifelerimizde üzerimize aldığımız bir işi yaparken nasıl titiz davranıyorsak; zekâtlarda, sadakalarda, infaklarda da öyle ciddî, öyle özenli ve titiz davranmamız lâzım.

Cenâb-ı Hak bir başka âyet-i kerîmede buyurur:

(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (Bakara, 273)

Bu âyette Cenâb-ı Hak, kalplerimizi mânevî bir röntgen hâline getirmemizi; iffetinden dolayı sıkıntısını, ihtiyacını belli etmeyen mü’min kardeşlerimizi fark edebilecek bir kalp kıvamını kazanmamızı istiyor. Çünkü onlar da bir emanet. Yine âyet-i kerîmede buyurulur:

(O mü’minlerin) mallarında, isteyene ve (isteyemediği için) mahrum kalmışa belli bir hak vardır.” (Meâric, 24, 25)

Demek ki mahrum, kimsesiz ve yoksul kişiler, varlıklı olanların ortağıdır. Ortağın ortağına karşı vazifesini yapması lâzımdır. İşte felâha eren mü’min şahsiyetinin bir parçası da bu ortaklığın gereğini yerine getirmekte fâil olmak, faal bir şekilde çalışmaktır.

Bu güzel ahlâkı kendimizde şahsiyet hâline getirirken diğer güzel ahlâkî hasletleri de elbette ihmal etmemelidir. En temelde bilhassa âhirzamanda daha bir ehemmiyetle dikkat edeceğimiz bir husus var:

NAMUSLU ve İFFETLİ OLMAK

Felâha kavuşmanın dördüncü şartı şu:

“Onlar (mü’min olanlar) ırzlarını ve iffetlerini korurlar.” (Mü’minûn, 5)

İffet, her türlü şehevât ve süflî arzuların girdabından kurtuluş… İffet, insana mahsus. İffet, insanı diğer mahlûkattan ayıran en fârik vasıf…

İffetin kaybedilmesi; insanlık haysiyetini zâyî etmek ve diğer mahlûkatın seviyesine, hattâ daha aşağıya düşmek demektir.

Bu bakımdan;

İffet ve namus, bütün ahlâkî faziletlerin can damarıdır. Şeref, haysiyet, izzet gibi hasletler hep iffetli olmaya bağlıdır. -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, ümmetine örnek olmak üzere, dualarında da Allah Teâlâ’dan iffet niyaz etmiştir:

“Allâh’ım! Sen’den hidayet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği istiyorum.” (Müslim, Zikir, 72)

İffetli bir hayat sürmek, nefsanî arzuları idealize ederek rûhâniyet kazandırmaktır. İnsanoğlunun mesut aile yuvası cennette başladı. Bunun için dünyadaki yuvasının da bir cennet hazırlığı şeklinde olması îcap eder ki, cennette mesut bir aile yuvası kazanabilsin.

Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsından biri de Vedûd’dur ki, muhabbetin merkezinde Allah Teâlâ’nın bulunmasını ifade eder.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Azîmüşşân’da bir erkek ve bir kadın iki iffet âbidesini bize misal olarak takdim etmiştir. Bunlardan biri iffetinden dolayı zindanlara atılmayı göze alan Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, diğeri iffeti hususiyetiyle Kur’ân’ın 34 kez adına yer verdiği Meryem validemiz.

Demek ki, bir Müslümanın fârik alâmetlerinden biri olan iffet, Hak katında ayrı ve müstesnâ bir değere sahip. Bu itibarla Müslüman şahsiyetinin en mühim unsurları; iffet, hayâ ve edeptir. Dinin gayesi de zaten edepli, zarif, ince ruhlu, rakîk bir kalbe sahip, hassas insan yetiştirmektir.

Felâhın / kurtuluşun şartlarından biri bu.

Bir diğeri de;

AHDE VEFA VE EMANET

Cenâb-ı Hak, ebedî felâha eren mü’minlerin vasıfları içinde, muâmelât ile ilgili, içtimaî hususiyetleri de zikrediyor:

“Onlar ki, emanetlerine ve verdikleri söze riâyet ederler.” (Mü’minûn, 8)

Demek ki bir Müslüman; ibadet hayatında huşû, yirmi dört saatinde ciddiyet, malî tasarruflarında titizlik ve beşerî münasebetlerinde iffet hasletleriyle donandığı gibi, insanlarla yürüttüğü bütün muamelelerinde de sözünde durmak, anlaşmalarına, akitlere riâyet etmek, emanetlere hıyaneti aklından bile geçirmeden onlara güvenilir insan vasfıyla sahip çıkmak gibi ahlâkî meziyetlere de sahip olmalıdır. Sadakat, güvenilirlik, emin olmak bir Müslümanın şahsiyeti, kimliğidir.

Şahsiyetli mü’minin sahip çıkacağı en büyük emanet ise, Efendimiz’in emanetleridir. Varlık Nûru Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:

“Size iki şey (emanet) bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz: Biri, Allâh’ın kitabı Kur’ân; diğeri Rasûlü’nün sünneti…” (Muvattâ, Kader, 3)

Şahsiyet çok mühimdir, zira insanlar şahsiyete hayrandır. Şahsiyet sahibi kişilerin arkasından gider, onlara itimat eder ve teslim olurlar.

Ebû Süfyan, Uhud Harbi’nde Mekke müşriklerinin ordu kumandanıydı. Ömer -radıyallâhu anh-’ı eskiden tanıyordu, onun mertliğini, doğruluğunu biliyordu. Uhud’da kılıç kılıca geldiler. Bir tarafta Ömer -radıyallâhu anh-, diğer tarafta Ebû Süfyan. Bir ara İslâm ordusu arkadan kuşatılıp ortalık karışınca Hazret-i Peygamber’in şehid edildiği yönünde bir şâyia çıktı. Ebû Süfyan Müslümanların bulunduğu tarafa bağırarak;

“Ömer, «Muhammed öldü!» diyorlar, doğru mu? Bilirsin ben avenemden çok, sana itimat ederim.” dedi.

Kılıç kılıca, karşı karşıya geldiği şahsa; «Sana itimadım, kendi adamlarıma güvenimden daha fazladır.» dedirtecek bir kimlik, müstesnâ bir şahsiyet;

İŞTE MÜSLÜMAN ŞAHSİYETİ

Plevne kahramanı Osman Paşa, altı ay muhasara altında kalmıştı. Yarma harekâtı yaptı; çıkamadı, esir düştü. Sonunda Hıristiyan halkı topladı;

“Ben, sizi muhafaza etmek için sizlerden cizye (vergi) aldım. Fakat sizi bugün muhafaza etme gücüm kalmadı. Bu cizyeleri size iade ediyorum.” dedi.

Aynı dürüstlüğü asırlar önce Humuslu Müslümanlar da sergilemişlerdi.

Nedir bu?

Peygamber terbiyesinin ölçüleri ile şekillenmiş bir Müslüman şahsiyeti.

Câbir -radıyallâhu anh- naklediyor:

Efendimiz, uzun bir konuşma yaptı. Hitabesini bir Müslüman şahsiyetini dile getiren şu cümlelerle bitirdi:

“Ben her mü’minin kendi nefsinden daha ileriyim, yani her mü’mine kendi nefsinden daha yakınım. Bir kimse ölürken, mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına, mirasçılarına aittir. Lâkin borç veya yetimler bırakırsa; o borç bana aittir, o borcu öderim. Yine yetimler bırakmışsa yetimleri de muhafaza etme benim vazifemdir.” (Müslim, Cuma, 43)

Nedir bu?

İnsanlara rehber olan/kılavuzluk yapan yüce bir Müslüman şahsiyeti.

Bu yüksek şahsiyete;

YABANCILAR DA HAYRAN

Bir yabancı diyor ki:

“Başında taç ile gezen hiçbir kral, hırkasını yamayan Muhammed kadar dünyada itibar, şeref ve haysiyet bulmadı.”

İşte bir yabancıyı, işin dışındaki bir insanı bile hayran bırakan Efendimiz’in müstesnâ şahsiyeti.

Bizlere de düşen O’nun ümmetine yaraşır bir Müslüman şahsiyeti sergilemek.

24 milyon kilometre kareye hâkim olan ecdadımız da Efendimiz’den aldığı bu şahsiyet ve karakter ile o topraklarda hükümranlığını sürdürdü ve ağyâra;

“Fistül Nehri’nde Türk atları varsa burada adalet vardır, hak vardır, hukuk vardır.” sözünü atasözü hâline getirtti.

Mü’minleri felâha kavuşturan vasıfların sonuncusu olarak Cenâb-ı Hak yeniden namaza temas ediyor ve şöyle buyuruyor:

“Onlar namazı muhafaza ederler.” (Mü’minûn, 9)

Namazda daimîlik sırrını yakalamak. Hayatı namazın huzur ve huşûu içinde geçirmek ebedî kurtuluş sırrı. Diğer vasıflar iki namaz arasında sayılmaktadır. Demek ki, namazın hakkı ne kadar verilebilirse bu ebedî felâh şartlarını yerine getirmek o kadar mümkün olacaktır.

İşte bu şartları yerine getiren ve yüce İslâm şahsiyetini kuşanan mü’minlere Cenâb-ı Hak, Firdevs cennetlerini vaat ediyor:

“İşte vâris olanlar, ebedî kalacakları Firdevs cennetine vâris olanlar, onlardır onlar.” (Mü’minûn, 10, 11)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Bu âyetlerin inişinden sonra Peygamberimiz kıbleye dönüp ellerini açarak şöyle dua etti:

«Allâh’ım, bizi eksiltme, arttır; bizi hor kılma, şereflendir; bizi mahrum etme, bize ihsan et; başkalarını bize değil, bizi başkalarına üstün kıl; bizden râzı ol, bizi de hoşnut kıl.»

Ardından ashâbına döndü ve;

«Bana on âyet indirildi; kim bu âyetlerin hakkını verirse cennete girer.» buyurarak Mü’minûn Sûresi’nin başındaki bu âyetleri okudu.” (Tirmizî, Tefsir 23:1)

İşte ümmetinin bu yüksek vasıflarla üstün bir şahsiyet sergilemesini arzulayan, bunun karşılığında ümmetinin cennet ile ebedî felâhın vaat edilmesine büyük bir sürur ve neşe ile karşılık veren Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, bizler için aynı zamanda;

ŞAHSİYET TİMSÂLİ

İslâm şahsiyetinin rehberi Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu şahsiyeti; hayatıyla, hilkatiyle, ahlâkıyla en güzel şekilde insanlığa sunan üsve-i hasene de Fahr-i Kâinat -aleyhi ekmelü’t-tahiyyat- Efendimiz’dir.

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber hakkında;

لَعَمْرُكَ

“Sen’in hayatın üzerine yemin olsun.” (Hicr, 72) buyuruyor.

Hiçbir insan, hiçbir peygamber üzerine yemin etmeyen Allah Teâlâ, yalnız Efendimiz üzerine yemin ediyor. Bu mazhariyet O’nun her hususiyet ve her hâlinin, Hüda rızâsı istikametinde, ümmeti için bir numûne-i imtisal olduğunun delilidir.

Bizler Peygamber Efendimiz’in faziletlerinden hiçbirini dile getirmeye güç yetiremeyiz. Meşhur İslâm orduları kumandanı Hâlid bin Velid’in; «O’nu bize anlat» diyen aşiret reisine verdiği cevap bu hakikati ne kadar özlü bir şekilde dile getirmektedir:

“O’nu asla anlatamam, ancak sana şunu söyleyeyim. Gönderilen gönderenin kadrince olur. O’nu gönderenin, kâinatın Hâlık’ı olduğunu düşün de, gönderilenin hâlini ona göre kıyas et.”

Biz O’nu şu mahdut aklımızla ne kadar anlayabiliriz; âciz ve peltek lisanımızla ne kadar anlatabiliriz ki!

Fakat biz ne kadar âcizsek, O da o kadar cömert ve merhametli. Bize kendisini yine kendi en güzel şekilde hâliyle anlatmakta. O’na bakan kimsenin ilk temâşâ ettiği gerçek de işte buydu:

GÜLERYÜZLÜ MERHAMET

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- konuşurken sıkıntılı bir ânında bile olsa hep tebessümle konuşuyordu. Merak edip sordular:

“Niye hep tebessümle konuşuyorsun?”

Şu cevabı verdi:

“Çünkü ben Allah Rasûlü’nü hep tebessümlü gördüm.”

Tebessüm, muhabbetin ifadesidir. Bütün mahlûkata Hâlık’ın nazarıyla bakmanın ifadesidir. Efendimiz nazarında mahlûkata merhametin ufukları, yaş bir dala kadar uzanır. Efendimiz, yaş bir dalın bile koparılmasını istemiyor. Yavrularını emziren bir köpeğin rahatsız edilmemesini istiyor.

O, âlemlere rahmet olan Efendimiz, hayatta olmayanları dahî merhamet kanatları altına alıyordu. Nitekim vefatına yakın günlerde Bakî‘ Mezarlığı’na gitti, ölülere dua etti.

Ne kadar şâmil bir merhamet!

Orada sahâbîlere kısa bir sohbetten sonra;

“–Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim. Onları ne kadar da özledim!” buyurdu.

Ashâb-ı kiram:

“–Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz yâ Rasûlâllah?” dedi.

Efendimiz:

“–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdu.

Bunun üzerine ashâb-ı kiram:

“–Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın ey Allâh’ın Rasûlü?” dedi.

Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Bir adamın alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını, hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde tanıyamaz mı?” diye sordu.

Sahâbe:

“–Evet, tanır ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi.

Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu:

“–İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir. Ben önceden gidip havuzumun başında ikram etmek için onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara; «Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim. Bana:

«–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in sünnetini takip etmeyip başka yollara saptılar.)» denilecek. Bunun üzerine ben de:

«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar!» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret 39, Fedâil 26)

Efendimiz daha sonra Mescid-i Nebevî’ye döndü. Sahâbeyi topladı ve şöyle buyurdu;

“Ashâbım! Kimin malını aldımsa işte malım, gelsin alsın. Kimin sırtına vurdumsa işte sırtım, gelsin vursun.”

Burada Varlık Nûru Efendimiz, bizler için çok mühim bir mesaj vermektedir. Çünkü Efendimiz masumdur. Günah işlemekten, haksızlık etmekten korunmuştur.

Peygamber Efendimiz bu mesajlarla, bu yüksek meziyetlerle ümmetini yetiştiriyordu. Zira İslâm ümmeti Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle yeryüzündeki;

ALLÂH’IN ŞAHİTLERİ

Cenâb-ı Hak biz ümmet-i Muhammed’e şöyle hitap ediyor:

“Ve işte böyle sizi doğru bir caddeye çıkarıp, vasat, ortada yürüyen, mûtedil bir ümmet kıldık ki, siz bütün insanlar üzerine adalet numunesi, Hak şahitleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun.” (Bakara, 143)

Bizim bu vasıfta olmamızı Cenâb-ı Hak istiyor. Neticede de: “Peygamber de size kıyâmet günü şahit olsun.” buyuruyor.

Demek ki, bir Müslüman daima bir karakter ve bir şahsiyet tevzî edecek. Yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği insanlığın özelliklerini sergileyecek. İnsanlığın yaratılmasındaki murâd-ı ilâhî olan, yeryüzünde Allâh’ın halîfesi olacak.

Bu üstün mertebeye, İslâm şahsiyetiyle; ona da Mefhar-i Mevcûdat Efendimiz’in sünneti ve ahlâkı ile erişilebilir.

İşte bu mertebeye erişen ve İslâm şahsiyetini hayata yayarak dünya ve âhiret felâhına kavuşan ecdadımızın tesis ettiği topluma bir bakalım.

Böyle bir toplumda sokak çocukları bulabilir misiniz? Garipler, yalnızlar, kimsesizler bulabilir misiniz?

İşte ecdadımız bildiğimiz kadarıyla 26.300 vakıf kurmuş. Şefkat eli yaralı kuşların tedavisine kadar uzanmış. Devlet ricalinin geçmediği yollar tamir edilmiş. Bugünkü insanın hayalinin uzanamayacağı yerlere kadar gidilmiş. Bezm-i Âlem Valide Sultan, Şam’da kurduğu vakfın vakfiyesinde:

“Şam’ın tatlı suyu, Haremeyn’e taşınacak. Hacca gelen huccâca Şam’ın tatlı suyu içirilecek.” diyor.

Uçakla, trenle değil develerle taşınacak.

Ne kadar büyük bir hizmet ufku!

İşte insanlığa İslâm’ın lutfettiği bir insan tarifi…

Günümüzde de;

Müslümanların yapması gereken en mühim faaliyet, Efendimiz’in bu müstesnâ sünnetinden elde edilen yüksek şahsiyetin tevzîidir. Ecdadımız geçmişte de bunu yaparak gönülleri fethetmiştir. Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden on sene sonra Bosna’yı fethetti. Oraya temiz Anadolu halkını götürdü. Hiçbir Boşnak’ın boğazına kılıç dayamadı. Kılıç, sadece bir demir parçasıdır. İhtiyaç ânında zulmü ortadan kaldırmak içindir. Yanlış kullanılırsa terörü tetikler. İslâm’daki cihad ise kalplerin fethidir, gönüllerin fethidir. Anadolu’dan giden bu temiz fazilet aşısı ile bütün Boşnaklar Müslüman oldu. Bu, hayran bırakan bir şahsiyet, karakter tevzîi ve; «Bunlar ne güzel insanlar!» dediren bir ahlâk sergilenmesi ile mümkün oldu.

Habeşistan da o şekilde Müslüman oldu. Açe de öyle Müslüman oldu. Açe’ye giden Müslüman tüccarlar mal azaldığı hâlde fiyatı yükseltmediler. Tezgâhtarlar mal sahiplerinden habersiz fiyatları yükseltti. Mal sahipleri haberdar olunca hemen meseleye el koyarak, yüksek fiyattan mal alanların fazladan ödediği paraları iade ettiler. Mesele, Açe kralına ulaşınca, bu ulvî şahsiyet karşısında hayranlıkla şöyle dedi:

SİZİN NE GÜZEL DİNİNİZ VARMIŞ!

Bu cümleyi dedirten yüksek şahsiyeti; onun dışında ölçülerle hareket eden eğitimciler, psikologlar, pedagoglar ortaya koyamadılar. Sırf akılla, mantıkla, felsefeyle bu huzur, bu karakter elde edilemedi. Böyle üstün ve kâmil insanı, ancak ve ancak Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve O’nun izinden giden büyük İslâm şahsiyetleri yetiştirdi…

Bu noktada en mühim husus Peygamber Efendi-miz’i tanıyabilmektir. Peygamber Efendimiz’i, O’nun sîretini, sünnetini, şahsiyetini tahsil edebilmek. O’nu anlayabilmek, O’na yaklaşabilmek çok mühim.

O’na, ancak O’nun ahlâkı ile, O’nun sünnet-i seniyyesi ile yaklaşılır. Aksi bir durum, yani kalplerin, zihinlerin, kısacası hayatın O’ndan kopması demek, insanın ebedî felâhın yolundan kopması demektir.

Bir büyük dile getiriyor:

“İnsanın Efendimiz’in sünnetlerinden tek tek kopuşu, bir halatın iplerinin tek tek çözülüp kopması gibidir. Halat, bütün olarak sağlamdır. Ama tel tel sökülürse, o sağlamlıktan eser kalmaz. Sünnetlerin birer birer hayatımızdan çekilmesi, Allah korusun, ebedî felâhımızı pamuk ipliğine bağlı hâle getirir.”

Bu sebeple;

Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine tam bir ittibâ ile bağlanmalıyız. O’nun ahlâk ve şahsiyetini yeryüzünde tevzî etmek üzere seçilmiş, Allâh’ın şahitleri olan bir ümmet olduğumuzun şuurunda yaşamalıyız.

Cenâb-ı Hak, cümlemizi O’nun sergilediği İslâm şahsiyeti vasfına ulaştırsın. Mü’minûn Sûresi’ndeki kurtuluşa eren mü’minlerin yüce hasletlerine bizleri de nâil eylesin. Neslimizi bu güzellikler içerisinde yetiştirmeye muvaffak kılsın…

Âmîn!..