Göz Nûru Aile

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2025 Ay: Nisan, Sayı: 242

AİLEYE DE REHBER

Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i hayatın her safhasında; «üsve-i hasene / en güzel örnek» olarak göndermiştir.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her mevzuda olduğu gibi aile husûsunda da ümmetine en güzel örnektir.

Dünyada en mesut aile Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ailesidir. O’nun hâne-i saâdeti, O’nun ehl-i beyti, her bakımdan en ideal ve örnek bir yuvadır.

O yuva, öyle huzur ve güzellikle doluydu ki; günlerce sıcak bir yemek pişmediği hâlde, burcu burcu saâdet kokardı.

Üstelik o mukaddes hânede; hanımların odası, ancak başlarını sokacak bir mekândan ibâretti. Ancak o hânenin en lezzetli rızkı; rızâ, sabır ve teslîmiyetti.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile hayatında uyguladığı terbiye usûlü, onların kalplerini; sonsuz bir sadâkat, hürmet ve muhabbetle doldurmuştu.

Hiçbir zevce, efendisini; vâlidelerimizin Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan sevgileri derecesinde sevemez.

Hiçbir koca da, hanımını; Allah Rasûlü’nün, mübârek hanımlarına olan muhabbeti seviyesinde sevemez.

Hiçbir evlât, babasını; Hazret-i Fâtıma’nın babasını sevdiği kadar sevemez.

Hiçbir baba da, evlâdını; Allah Rasûlü’nün Hazret-i Fâtıma’yı sevdiği kadar sevemez.

Demek ki;

Bu mübârek ailenin yapısından hisse almamız lâzımdır. Bu ailenin fârik vasıflarından biri, takvâ idi.

Takvâ ise;

Bir mü’minin nefsânî arzularını bertaraf etmesi, rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirmesi ve dâimâ ilâhî kameralar altında olduğunu kalben idrâk edebilmesidir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir gün Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh-’a takvânın ne olduğunu sormuştu. Übey -radıyallâhu anh- ona;

“–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” dedi.

Hazret-i Ömer;

“–Evet, yürüdüm.” karşılığını verince bu sefer;

“–Peki, ne yaptın?” diye sordu.

Hazret-i Ömer de;

“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün gücümü sarf ettim.” cevabını verdi.

Bunun üzerine Übey bin Kâ‘b şöyle dedi:

“–İşte takvâ budur.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 42)

Yani takvâ, Allah’tan uzaklaştıran her şeyden uzak durmaktır.

TAKVÂLI AİLE

Peygamber Efendimiz; kendisine vahyolunan her emri, önce kendisi tatbik eder, daha sonra aile fertlerine emrederdi.

Nübüvvetin gelmesiyle birlikte namaz da emredilince; daha ilk günden itibaren Peygamberimiz, mübârek zevcesi Hazret-i Hatice Vâlidemiz ve Hazret-i Ali -radıyallâhu anhümâ- ile birlikte cemaat oluştururlardı. Namazlarını huzur içinde kılabilmek maksadıyla; Mekke’den uzaklaşıp tenha vâdilere gider, namazlarını oralarda edâ ederlerdi.

Medine devrinde de; Peygamberimiz’in hâneleri, İslâm’ın yaşandığı ve yaşatıldığı, ümmetin hanımlarına hakikatlerin tâlim edildiği birer mektep hüviyetindeydi.

Cenâb-ı Hak, bize aile saâdeti husûsunda bir duâ tâlim etmiştir:

“Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” (el-Furkān, 74)

Mesut bir aileyle, göz nûru zevce ve evlâtlarla alâkalı bir duânın; «müttakîlere imam olmak» niyâzıyla tamamlanması, bir sebep-netice münasebetine işaret etmektedir.

Yani;

Takvâ toplumu, mesut ailelerden meydana geldiği gibi; mesut aileler de ancak takvâlı bir topluma önderlik eden, takvâyı topluma yaymayı şiâr edinen fertlerden teşekkül edecektir.

Aile yuvasında huzur ve saâdeti temin etmek için; aile fertleri her şeyden önce, Allâh’a kulluğa ve takvâya riâyet etmelidir. İbâdetlerini vecd ile îfâ etmenin yanında, bilhassa helâl ve harama da îtinâ göstermelidirler.

Peygamberimiz’in irşâdıyla yetişen sahâbî hanımları, her sabah efendilerini uğurlarken şöyle derlerdi:

“‒Efendi, Allah’tan kork; haram kazanma! Biz dünyada açlığa sabrederiz fakat kıyâmet gününde cehennem azâbına sabredemeyiz!” (Abdülhamid Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26)

Sahâbe hanımları evlâtlarına da dâimâ takvâyı öğütlediler:

Huzeyfe -radıyallâhu anh-’ın annesi, evlâdının namazıyla alâkadar olurdu. Bilhassa Rasûlullah Efendimiz’e cemaat olarak kılıp kılmadığını takip ederdi. İhmâl ettiğini görürse derhâl teşvik ederdi. (Tirmizî, Menâkıb, 30; Ahmed, V, 391-2)

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın annesi, onu Efendimiz’e hizmet etsin diye takdim etmişti.

Sahâbî neslin evlâtları olan; Abdullah İbn-i Ömer, Abdullah İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Zübeyr -radıyallâhu anhüm- gibi genç yiğitler, dâimâ Efendimiz’in sohbetlerinden istifâde eder, O’ndan bir sünnet öğrenmek için büyük bir iştiyak ile civarında olurlardı. Babaları da dâimâ evlâtlarını bu istikamette teşvik ederlerdi.

Sahâbe evlerinde geceleri arı kovanı gibi, Kur’ân tilâvetinin sesleri işitilirdi.

Onlar hanımlara hitâb eden şu âyet-i kerîmeyi yaşıyorlardı:

“Evlerinizde okunan Allâh’ın âyetlerini ve hikmeti zikredin / hatırlayın!” (el-Ahzâb, 34)

Bu sebeple beyleri, gün içinde öğrendiklerini akşamları evlerinde hanımlarına anlatırlardı. Hanımları akşam kapıda bu iştiyakla;

“–Bugün hangi âyet indi?”

“–Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in fem-i muhsininden (mübârek ağzından) hangi hadîs-i şerif buyuruldu?” diye sorarlardı.

Onlar ehl-i dünya kadınlar gibi;

“–Bugün şehre hangi kervan geldi? Ne kumaş getirdi, falanca ipekliden getirdi mi?” diye sormuyorlardı.

Çünkü Peygamberimiz’in mübârek hânesinin fârik vasıflarından biri de sadelikti, o hânede asla israf olmazdı. Dâimâ riyâzat ve artanı infak vardı:

İSRAF YOK İNFAK VAR

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, son derecede sade bir hayat sürerdi. Hasır bir şilte üzerinde uyur, mütevâzı ve sade giyinirdi. Eline geçeni hemen infâk ettiği için, çoğu zaman mübârek hânelerde yemek pişmezdi. Çünkü Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yedirmekle doyardı. Hidâyet tevzî etmekle huzur bulurdu.

Mübârek hanımları da O’nun bu riyâzat hayatına muvâfakat gösterdiler.

Hayber’in fethine kadar, hemen hemen bütün müslümanlar için darlık imtihanı vardı. Lâkin Hayber gibi zengin hurma bahçelerinin bulunduğu bir diyarın fethi, maddî imkânları artırdı. Bunun üzerine;

“–Acaba bundan sonra daha geniş, daha rahat bir hayat sürebilir miyiz?” diye düşünenler oldu.

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Ey Peygamber! Zevcelerine şöyle söyle:

«–Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) istiyorsanız; gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim.

Eğer Allâh’ı, Peygamberi’ni ve âhiret yurdunu diliyorsanız; bilin ki, Allah, içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.»” (el-Ahzâb, 28-29)

Mübârek annelerimiz bu hatırlatma üzerine derhâl dünyevî düşüncelerden tevbe ettiler; her biri Allah ve Rasûlü’nü tercih edip, o sade ve kanaatkâr hayata devam ettiler.

İşte o hayattan bir nümûne:

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ailesi bir koyun kesmişti. Birçok kimseye infakta bulunulduktan sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- koyundan geriye ne kaldığını sordu.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-;

“–Sadece bir kürek kemiği kaldı.” cevabını verince, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Desene bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 33)

Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in irtihâlinden sonra; sahâbe, dünyanın dört bir yanına seferler düzenledi. İslâm, Çin’den Atlas Okyanusu’na kadar her beldeye ulaştırıldı. Fetih ve zaferler sayesinde ganîmetler geldi, zenginlik hâsıl oldu. Lâkin sahâbe-i kirâmın evlerinin geometrisi ve dekoru değişmedi.

Zamanımızın amansız hastalıklarından olan aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş gibi israflar; örnek almamız gereken Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâbının tanımadığı bir hayat tarzıydı. Zira onlar; «yarın nefislerin varacağı konağın kabir olacağı» şuuru içinde yaşıyor, yiyip içtiklerinden, giyip tükettiklerinden mutlaka hesaba çekileceklerini hiçbir zaman unutmuyorlardı. Onlar dünyadan fazla istifâde ederlerse, âhiret nasiplerinin eksileceği endişesini duyarlardı.

Bütün bu hakikatleri; katı ve abus bir disiplin içinde değil, gönüllü bir muhabbet içinde yaşarlardı.

Çünkü;

O mübârek hânenin fârik vasıfları muhabbet, merhamet ve nezâket idi.

MUHABBET, MERHAMET ve NEZÂKET

Cenâb-ı Hak buyurur:

“Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda muhabbet ve merhamet tesis etmesi, O’nun âyetlerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir toplum için muhakkak ki ibretler vardır.” (er-Rûm, 21)

Demek ki;

Aile yuvasının huzur içinde devamı için, eşler arasında ülfet ve meveddetin canlı tutulması lâzımdır. Bu sevgi, yaş ilerledikçe birbirine âdetâ baston olacak bir merhamete inkılâb edecektir.

Bu noktada güzel bir muvâzene tespit edilmeli ve muhafaza edilmelidir:

  • Lâubâlîliğe dönüşmeyen bir samimiyet,
  • Zillete düşürmeyen bir tevâzu,
  • Gurur ve kibir hâline gelmeyen bir vakar muvâzenesi tesis edilmelidir.

Geniş ailede de; küçüklere merhamet, büyüklere hürmet, herkese nezâket ile davranmak elzemdir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çocuklara dâimâ derin bir muhabbet gösterir; onları öper, okşar; mübârek parmaklarını tarak yaparak onların saçlarını düzeltirdi.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın rivâyet ettiğine göre;

Bir defasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- torunlarını severken ziyaretine; İslâm’ın merhamet, şefkat, nezâket ve inceliğinden uzak bir bedevî geldi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çocukları ziyade sevmesine hayret ederek;

“–Yâ Rasûlâllah! Siz çocuklarınızı öper (sever) misiniz? Biz çocuklarımızı öpüp okşamayız!” dedi.

(Allâh’ın evlât nimetine karşı bedevînin duygusuz ve duyarsızlığı, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i müteessir etti.) Bedevîye;

“–Allah senin gönlünden merhamet ve şefkati çekip çıkarmışsa ben ne yapabilirim!..” (Buhârî, Edeb, 22) buyurdu.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; mübârek kucağında torunları olduğu hâlde namaza durur, secdede iken torununun mübârek sırtına çıkması üzerine secdesini uzatırdı. Çocuğa müdahale etmek isteyenlere;

“–Bırakın, çocuk hevesini almış olsun!” buyururdu.

Yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir çocuk ağlaması duyduğunda namazı kısa keserdi.

Efendimiz’in müstesnâ nezâketini ise on yaşından itibaren on yılını Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hizmetinde geçiren Enes -radıyallâhu anh- anlatır:

“Rasûlullâh’a tam on sene hizmet ettim. Bana bir defa bile; «Öf!» demedi. Yaptığım bir şeyden dolayı;

«–Niye böyle yaptın?» diye azarlamadığı gibi, yapmadığım bir şey sebebiyle;

«–Şöyle yapsan olmaz mıydı?» da demedi.” (Buhârî, Savm, 53, Menâkıb, 23; Müslim, Fezâil, 82)

Elbette, Rasûl-i Ekrem Efendimiz; nezâket adına, gördüğü yanlışları düzeltmekten de geri durmazdı. İrşâd ederdi, yetiştirirdi, doğrusunu tâlim ederdi. Lâkin bunu sert ve haşin bir şekilde yapmaz, gönülleri âbâd ederek gerçekleştirirdi.

Meselâ torunu sadaka hurmadan ağzına bir tane aldığında da; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hemen müdahale etmiş ve ağzından çıkarttırmıştı.

Fahr-i Kâinât Efendimiz; dul kalan Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- ile evlenerek, evlâtlarının terbiyesini üzerine almıştı.

Bu talihli üvey evlâtlardan, Ebû Hafs -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Ben Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in himâyesinde yetişen bir çocuktum. Yemek yerken elim yemek tabağının her yanına giderdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana şöyle buyurdu:

«–Oğul, besmele çek! Sağ elinle ye! Hep önünden ye!»

O günden sonra buyurduğu gibi yedim.” (Buhârî, Et‘ıme, 2-3; Müslim, Eşribe, 108; İbn-i Mâce, Et‘ıme, 8)

Biz de evlâtlarımıza; farzları, sünnetleri tâlim etmeliyiz. Haramlardan ve mekruhlardan tiksinmelerini, uzak durmalarını sağlamalıyız. Bütün bu tebligātı ve irşâdı da İslâm’ın güler yüzüyle yapmalıyız.

O mübârek hânenin fârik vasıflarından biri de adâlet idi.

ADÂLET

Fahr-i Kâinât Efendimiz, 25 yaşından 53 yaşına kadar Hazret-i Hatice Vâlidemiz ile saâdetli bir aile hayatı yaşadı.

Firâset ve sadâkatiyle Hazret-i Hatice, Peygamberimiz’in maddî ve mânevî en büyük destekçisi idi. Öyle ki; Efendimiz’in hayatının her senesinde nice çileler eksik olmasa da, sadece Hazret-i Hatice’nin vefât ettiği yıla, Senetü’l-Hüzün adı verilmiştir.

Hazret-i Hatice’nin vefâtından sonra, Peygamberimiz; hicreti müteâkip -Cenâb-ı Hakk’ın murâdı üzere, muhtelif hikmetlerle- birden fazla evlilikler yaptı. Yakın dostu Hazret-i Ebûbekir’in kızı Hazret-i Âişe dışındaki hanımları, dul idiler. Bu evliliklerin bazısı siyâsî, bazısı akrabalık bağlarını güçlendirme, bazısı sahip çıkma ve himâye etme niyetiyle idi. Bunların hiçbiri nefsânî bir arzu sâikıyla değildi.

Hazret-i Âişe ise; genç ve zeki bir Annemiz olarak, Peygamberimiz’in 2000’den fazla hadîs-i şerîfini ümmete nakletti. İbn-i Abbas’ın ifadesiyle, Hazret-i Âişe’nin ilminden istifâde etmeyen müçtehid yoktur.

Efendimiz; ailede adâlete ve kul hakkına çok dikkat etmiş, eşler arasında taksimâta riâyet etmiştir. Evlâtlar arasında da eşitliğe riâyet edilmesini emretmiştir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Fâtıma’nın evinde kaldığı bir gün, torunları olan Hasan ve Hüseyin efendilerimiz su istediler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, önce Hazret-i Hasan’a su verdi. Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, Efendimiz’in Hasan’ı daha çok sevdiği hükmüne vardı. Efendimiz de;

“–Hayır! İlk defa Hasan istedi.” buyurdular ve sonra da şöyle ilâve ettiler:

“–Bağış ve ihsanlarınızla çocuklarınıza müsâvî (eşit) muâmelede bulunun. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım.” (İbn-i Hanbel, I, 101; İbn-i Hacer, el-Metâlibu’l-Âliye, IV, 69; Heysemî, IV, 153)

Adâletsizlik, aile fertleri arasına menfî duyguların yerleşmesine sebebiyet verir.

Hâsılı o mübârek hânenin fârik vasfı, bütün hasletleriyle güzel ahlâktır.

GÜZEL AHLÂK

Güzel ahlâkın bütün hasletleri;

Anne-babaya iyilik, tatlı dil, sıla-i rahim, vefâ, sabır, tahammül, müsamaha, affedicilik, cömertlik hepsi mübârek hânede en kuvvetli şekilde yaşatılırdı.

Bunlara zıt olan bütün çirkinlikleri ve kötü ahlâkı ise, Peygamber Efendimiz aileden uzaklaştırırdı.

Bir gün Âişe Vâlidemiz, Peygamber Efendimiz’e;

“–Safiyye şöyle bir kadındır!” dedi. Eliyle onun kısalığını kasteden bir işaret yaptı.

Efendimiz;

“–Ey Âişe!” dedi.

“Öyle bir söz söyledin ki (o müşahhas bir şey olsaydı da) onu denize atsaydın denizin rengini kirletirdi.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4875; Tirmizî, Kıyâmet, 51)

Sahâbeden başlamak üzere, nesil nesil ümmet-i Muhammed bu güzel ahlâkı kuşandı ve gelecek nesillere aktardı.

Süte su katmasını söyleyen annesine;

“–Allah görmüyor mu?” diyen annelerden Ömer bin Abdülazizler dünyaya geldi.

Oğlunu soğuk gecelerde her sabah mescide götürüp hâfız eyleyen annelerden Ahmed bin Hanbeller yetişti…

Evlâdını, her hadis ezberlediğinde bir ikrâm ile teşvik eden babalardan İmam Mâlikler yetişti…

Evlâdını abdestsiz emzirmeyen annelerden, nice evliyâullah yetişti.

Evlâtlarının terbiyesini Akşemseddinlere teslim eden padişahlardan, Fatihler yetişti.

Şanlı tarihimiz; dâimâ takvâlı, şuurlu aileler ile yükseldi. Aile; en kuvvetli, en sağlam mektep idi. Haçlı taarruzlarına karşı en metin kalemizdi.

HEYHÂT!

Tarihler 1839’u gösterirken Tanzîmat Fermanı imzalandı. Maalesef İslâm’dan azıcık da olsa taviz vermenin önü açıldı. Aralanan kapının gitgide açılması gibi o tavizler hızlandı, bugünlere gelindi.

Evvelâ bozulma, üst zümrede başladı. Avrupa karşısında aşağılık kompleksine kapılan eşraf aileler, evlâtlarını Paris’e tahsile göndermeye başladılar. Güya garbın ilmini alacaklardı. Lâkin gidenler; kıyafetleri Osmanlı olsa da, iç dünyaları Fransız olarak memlekete döndüler. Fen yerine felsefe dolup geldiler. Bizi asırlarca baş tâcı eden kıymetlerimize soğuk bakar, onları tenkit eder bir hâlde geldiler.

Üst zümreler böyle bozulsa da tabanda aile yine de muhafaza olmuştu. Meselâ Çanakkale Zaferi’ni ve Millî Mücadele’yi kazandıran, bu aile yapısı oldu.

“Bizde kurbanlık koçlar kınalanır!” diyerek, evlâtlarını şehîd olmaları niyetiyle kınalayıp cepheye gönderen anneler sayesinde bu zaferler elde edildi.

Lâkin zamanla; batı dünyasının menfî tesirleri, sadece elit kesime değil, toplumun her kesimine tesir etmeye başladı.

Çünkü Paris buraya geldi. Gaflet ehlinin göz yummasıyla ülkemizde yabancı mektepler açıldı. Sonra bütün maârif yabancı zihniyete râm oldu.

Boyalı basın, sonra televizyon ve sinema, son olarak da cep telefonuna kadar sızan internet, ecnebî taklitçiliğini yaydıkça yaydı.

Evlâtlar, şehrin karanlık sokaklarının insafına terk edildi. Batıdan gelen modalar ve reklâmlar, zihinleri ve gönülleri çeldi. Evlâtları menfî programlar emzirdi, kirli ve çirkin ekranlar yetiştirdi.

Zamanımızda aile kalemiz içten içe çürüme ve yıkılma emâreleri gösteriyor. Evlenmeler azalıyor, boşanmalar artıyor.

Mevcut evlilikler de yukarıda saydığımız güzel hasletler yerine zıtlarıyla doldu.

Bütün bunların bir tek tamir ve telâfî yolu vardır:

İNSAN YETİŞTİRMEK

Yegâne ihtiyacımız, insan yetiştirmektir. Yani insanımızı, üsve-i hasene olan Rasûlullah Efendimiz’in ulvî ölçüleriyle teçhiz etmektir. Aile vazifelerini yeni baştan tanzim etmektir.

Bugün maalesef bazı dindar anne-babalar bile, evlâtlarının sadece dünyevî tahsilini düşünüyor;

“–Oğlumu / kızımı, en iyi koleje göndereyim!” diye düşünüyor. Böylece evlâdının dünyasını âbâd ettiğini, onu kültürlü bir insan olarak yetiştirdiğini zannediyor.

Hâlbuki;

Esas kültür ve gerçek medeniyet, İslâm kültürü ve medeniyetidir. Rasûlullah Efendimiz bu medeniyeti 23 yılda adım adım inşâ etti ve ashâbına tâlim etti.

Evlâtlarına en merhametli anne-babalar; onların yalnızca dünyevî istikballerini değil, ebedî istikballerini de kurtarabilmenin derdinde olan anne-babalardır.

Zira çocuklar, bizlere Cenâb-ı Hakk’ın birer emânetidir. Onları birer cennet yolcusu olarak yetiştirebilmek bizler için büyük bir mes’ûliyettir.

Evlâdına İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakamayan, bu yolda vazifesini yerine getirmeyen anne-babalardan, evlâtları mahşer gününde dâvâcı olacaktır.

Âyet-i kerîmede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!..” (et-Tahrîm, 6)

FECÎ AYRILIK

Bir anne-baba için en ağır ızdırap, evlâdından ayrı düşmektir. Öyle ki, «evlât acısı» en büyük ızdırapları ifade eden bir tabir hâline gelmiştir.

Bir evlât için de öyledir. Annesini bir an görmese, çocuklar feryâd ederler. Cenâb-ı Hak böyle bir muhabbet bağı halk etmiştir.

Fakat insan düşünmelidir ki; asıl ayrılık gurbet veya ölüm değil, âhiretteki ayrılıktır. Çünkü dünyadaki ölümle gelen ayrılık dahî kısmen unutulur. Ölümle gelen ayrılıklarda gönüller, âhirette kavuşmak ümidi ve niyâzıyla tesellî olur.

Fakat âhiretteki ayrılık kat‘î ve ebedîdir.

Âyet-i kerîmede, kıyâmet gününden bir manzara bizlere şöyle nakledilir. Mahşer meydanında herkes toplanır. Ardından cennete gidecek kimselere şöyle buyurulur:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ ۝٥٨

 “Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58)

Cennetlikler merhametli Rablerinin ikrâmına nâil olurlar. Diğer taraftan hayatını istikamet üzere yaşamayanlar için de şöyle buyurulacaktır:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ ۝59

 “Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59)

İşte en hazin ayrılık, bu ayrılış olacaktır.

Bu sebeple hayatta iken gözümüzün önünden ayırmak istemediğimiz, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere bir emâneti olan yavrularımızın dînî tahsil alabilmesi husûsunda çok ehemmiyet göstermek mecburiyetindeyiz ki, -Allah korusun- kıyâmet günü hazin bir ayrılışa dûçâr olmayalım.

Bu ayrılıktan kurtulmak için, hep beraber Kur’ân’ın ipine sarılacağız… Takvâlı bir aile, takvâlı bir toplum inşâ edeceğiz.

Cenâb-ı Hak, ümmet-i Muhammed’i bütün aile fertleriyle rızâsına nâil eylesin. Göz nûru nesillerimizi İslâm karakter ve şahsiyetiyle yetiştirebilmeyi nasip buyursun.

Aile yapımızı; dün olduğu gibi yarınlarda da, her türlü maddî ve mânevî düşmana en kuvvetli şekilde mukavemet eden muhkem bir kale hüviyetine yeniden eriştirsin.

Âmîn!..