Ebedî Fecre
Yıl: 2013 Ay: Mayıs Sayı: 99
SADECE ÜÇ KİŞİ
Peygamberliğin ilk yıllarıydı.
Ufeyf el-Kindî adlı bir tüccar Mekke’ye gelmiş ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcası Abbâs -radıyallâhu anh-’ın evine misafir olmuştu.
Ufeyf; Kâbe’de Peygamber Efendimiz, Hazret-i Hatice ve Hazret-i Ali’yi namaz kılarken gördü. Abbâs -radıyallâhu anh-’a onların kim olduklarını sordu.
Henüz îmân ile müşerref olmayan Hazret-i Abbâs da onlar hakkında mâlûmat verdikten sonra şöyle dedi:
“−Vallâhi ben yeryüzünde bu dîne inanan şu üç kişiden başka kimse bilmiyorum!”
Aradan sadece yirmi sene geçti.
Vedâ Haccı’nı edâ eden Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Arafat ve Mina’da 120.000 sahâbîye hitâb ediyordu. Orada vazife ufuklarını gösterdiği ashâbının ve Hulefâ-yı Râşidîn’in de 30 senelik büyük fütuhâtıyla; üç kişiyle başlayan İslâm, yarım asırda, yeryüzünün üçte birinin gönlünü fethetti. İnsanlığın emsalsiz muallimi, rehberi, mürşid-i kâmili olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; muazzam ve eşsiz bir muvaffakıyete imza attı.
Ufeyf -radıyallâhu anh- hidâyetle şerefyâb olduktan sonra o günü hatırlar, hep şöyle hayıflanırdı:
“−Âh ne olurdu o zaman îmân edeydim de ikinci erkek mü’min ben olaydım! Onların dördüncüleri olmayı, ne kadar arzu ederdim!” (İbn-i Sa‘d, VIII, 18; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 487)
Tarihte kısa zamanlarda büyük işgal, ihtilâl ve zapt u rapt hâdiselerine tesadüf edilir. Fakat bunlar hiçbir zaman kalıcı, hükmünü gönüllerde sürdürücü vasıfta olmadı.
Birçok tarihçi; büyük tarihî hâdiseleri ve bunları gerçekleştiren büyük şahsiyetleri birbiriyle mukayese etmek istemiştir.
Dış bakışla tarihî muvaffakıyetler elde eden firavunlar, nemrutlar, kayserler, kisrâlar, adı bile bilinmeyen nice muvaffak kumandanlar, bedbaht başarılarındaki kanlı zulümler sebebiyle tarihin mezbelesinde kayboldu.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muazzam zaferi ise bambaşka bir ihtişam içinde idi. Hem büyük ve muhteşem, hem süratli ve hem de kalıcı oldu.
Efendimiz’in muzafferiyetindeki farkı idrâk eden Fransız tarihçi Lamartine, şöyle demekten kendini alamadı:
“Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti, insan dehâsının üç ölçüsü ise; modern tarihin en büyük şahsiyetlerini Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le kıyaslamaya kim cesaret edebilir?” (A. de Lamartine, L’histore de la Turquie)
“O şahsiyetlerin en meşhurları ancak ordular teşkil ettiler, kanunlar çıkardılar, imparatorluklar kurdular. Fakat neticede, çoğu kez gözleri önünde ufalanan maddî kuvvetler meydana getirebildiler.
Hâlbuki O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; sadece orduları, hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri ve hânedanları değil, dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı da harekete geçirdi.” (A. de Lamartine, L’histore de la Turquie)
Muvaffakiyeti ölçmek için üç kıstas:
ÜÇ ÖLÇÜ
1. Gayenin büyüklüğü, 2. Vasıta ve imkânların mahiyeti, 3. Neticenin gayeye nisbetle muvaffakıyeti, devamı, istikrârı…
Hazret-i Peygamber’in fetihlerinin özünde şu üç mühim husus var:
1. Gayesi büyük, cihanşümul ve ilelebed…
2. Vasıtaları küçük, maddî olarak hiç hükmünde… Ekseriyetle köleler, kimsesizler, garipler…
3. Buna rağmen elde ettiği netice ise her bakımdan emsalsiz, azametli ve bâkî…
Hazret-i Peygamber’in gayesi, gayelerin en büyüğüydü.
O gaye, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tahsil idi.
O gaye, insanlığın iki dünyada da huzur ve selâmeti idi.
O gaye, gerçek adâleti tesis ve hakkı tevzî etmek idi.
Vasıtası maddî mânâda yok hükmündeydi. Nübüvvetinin başında, ne serveti vardı, ne kalabalık bir ailesi, ne de ordusu…
Sülâle ve kabîle gücünün çok önde olduğu bu coğrafyada, öksüz ve yetim büyümüştü. Erkek evlâtları çocuk yaşta vefât etmişti. Kendisine ilk tâbî olanlar; Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Osman gibi varlıklılar hariç, ekseriyetle zayıf, fakir ve kölelerden meydana gelmekteydi.
Mübârek zevcesi ve birkaç sahâbîsinin kendi mahdut imkânları ölçüsünde destekleri dışında hemen hemen hiçbir maddî gücü yoktu. İlerleyen yıllarda hâsıl olan maddî imkânları da hiçbir zaman bir hazine teşkil etmek için biriktirmeyip, derhâl fakir ve yoksul ashâbına infâk etti.
Üstelik etrafındaki ekseriyet de yoksul ve garip kimselerdi. Yani O’nun, gayesi ekseninde servetler saçabilecek durumu yoktu. Çoğu kere verebileceği tek şey, sadece muhabbetti, tebessümdü.
Fakat bu büyük gayeye bu son derecede mahdut vasıta ve imkânlarla yürüdü ve muhteşem bir netice elde etti.
YÜZ BİNLERİN
KALBİNİ FETHETTİ
Milyonların gönlünü kazandı. Kendisine tâbî olan ümmetine; rahatı değil çileyi ve gayreti, menfaati değil fedâkârlığı ve ferâgati gösterdi. Bu kıvamda muhabbetli, ihlâslı, gayretli, fedâkâr bir nesil yetiştirdi, emsalsiz fetihler gerçekleştirdi, emsalsiz bir adâlet tesis etti. Her türlü teröre; «Dur!» diyerek cehâlet ve zulmü engelledi. Kız çocuklarını diri diri gömülmekten kurtardı. Mazlumların sığınak ve barınağı oldu. Hattâ cılız karıncaların bile…
Zira Peygamber Efendimiz, zulmün zifirî karanlığına bir güneş gibi doğdu. İnsanlara insanlıklarını yeniden hatırlattı. Merhameti unutmuş vicdanları tedavi etti. Anne feryatları arasında âdetâ yürekleri parçalayarak kız çocuklarını diri diri gömmeye götüren taşlaşmış kalpleri yumuşattı. Kurak çöllere dönmüş gönülleri yeniden ihyâ için rahmet esintileriyle âdetâ bir ilkbahar mevsimi getirdi.
O’nu öldürmek isteyenler O’nda dirildiler. O’na ve İslâm’a düşmanlık besleyenler O’nda hayat buldular.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün mahzunların peygamberiydi. Bütün mazlumların peygamberiydi. Edep, hayâ, cesaret ve metânet peygamberiydi. Bin bir çile, meşakkat ve ıstırapların içinde saâdet ve huzurun peygamberiydi. Bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir şefkat ve merhamet peygamberiydi.
Hâsılı;
Gönüllerin peygamberiydi.
Dâimâ gönülleri fethetti.
Gönüller fethedilince, insanların yaşadığı beldeler de fethedilmiş oldu. İnsanlar mekânlara değil, mekânlar insanlara ve fethedilen gönüllere bağlıydı.
Kılıç sadece zulme mâni olan bir demir parçasıydı. Telkin, tavsiye ve ihtardan anlamayıp, zulüm ve fitneye devam eden zorbaları bertarâf etme vasıtasından ibaretti. Adâleti tesis ve muhafaza kudretiydi.
Bu sebeple İslâm’da fetih; kaleler, beldeler, kıtalar değil, gönüller fethidir.
Nitekim İslâm’a girişin şartı da gönüldür. Îman, kalp ile tasdiktir. Dinde ikrah, yani zorla kabul ettirme meşrû görülmemiştir.
Fakat şahsiyeti tekâmül etmemiş ekseriyet, kendi kalbî ve vicdânî kanaatlerinden ziyade, umumî cereyâna kapılır, çoğunluğun gittiği yola tâbî olur. Bu sebeple, İslâm’ın intişârına mâni olan, onu durdurabilmek için, entrikalara, fitne-fesat, yalan ve iftiralara, alay, haksızlık ve işkencelere başvuran zulüm ve küfür cereyanlarına karşı, kılıcın, yani siyasî ve maddî kuvvetin hâkimiyeti de îcâb etmiştir.
Hulefâ-yı Râşidîn’den Osmanlı’ya, gönül fethi harekâtında devletlerin ve orduların vazifesi bundan ibaret olmuştur.
Asırlarca haçlı seferlerini akîm bırakıp, İslâm’ın bayrağını Avrupa’nın içlerine kadar taşıma mazhariyetine kavuşan Osmanlı Devleti de, gaye, vasıta ve netice husûsunda, Fahr-i Kâinât Efendimiz ve ashâb-ı kiram hazerâtının izinde ve yolunda idi.
OSMANLI’NIN GAYE, VASITA VE NETİCESİ
Osmanlı’nın gayesi i‘lâ-yı kelimetullah idi. Ümmetin gayr-i icâbe kısmına; Allah ve Rasûlü’nü tanıtmak, Kur’ân-ı Kerîm’i tebliğ etmekti.
İçtimâî gaye, nizâm-ı âlem idi. Kudret nisbetinde yeryüzünde Hakk’ın şahidi olarak, adâlet tevzî etmek, zulmü bertarâf etmek, mazluma imdâd olmaktı.
Osmanlı’nın da vasıtası, başlangıçta maddî mânâda bir hiç idi. Bizans karşısında Osmanlı, dört yüz atlıdan ibaret bir aşîret idi. Osmanlı’nın neş’et ettiği coğrafya da, Moğol İstîlâsı’nın siyasî buhranları içerisinde bölük pörçük bir iklim idi.
Fakat Osmanlı’nın neticesi de muhteşem oldu. Tesisinin üzerinden 150 yıl geçmeden, fitne-fesat yuvası Bizans’ı ortadan kaldırdı. İslâm’ı, Anadolu ve Kudüs muhitinden silmeye kalkışan haçlıları püskürttü, Avrupa’nın ortalarına kadar geriletti. Balkanlardan zalim voyvodaları bertarâf etti; nasipli milletlerin hidâyetine vesile oldu. Üç kıtada; mü’minlerin hâmîsi, ehl-i sünnetin müdâfii, ittihad ve uhuvvetin mührü ve hilâlin yegâne temsilcisi oldu.
Maddî fetihlerin gönül fethiyle gerçekleşmesi kaidesi de Osmanlı’da aynen cârî idi.
Fetih beldelerine evvelâ öncü dervişler giderdi. Sonra siyasî hâkimiyet ve adâlet için ordu gelir, fethin akabinde yine dergâhlar, müstesnâ bir şahsiyet ve ihlâs içinde İslâm’ı yaşayan hâlis mü’minler gelerek beldeye îman mâyesi ve İslâm aşısı olurlardı.
Onların umdesi, öldürmek değil diriltmekti. Gönül fatihlerinin samimî umdesi:
«MÜRÜVVET, GAZÂDAN EFDALDİR!»
Bu mânevî fetih ordusu; kendi gönüllerinin zenginliğini, yeni fethedilen ülkelerin taşına toprağına olduğu kadar, insanların kalplerine de nakşediyorlardı.
Yeni fethedilen topraklarda yaşayan yerli hıristiyanlar; Osmanlı halkının nezih yaşayışına, ahlâkına, bilhassa merhamet ve şefkat duygularına hayran kalıyor ve bu keyfiyet de, yerli halkın İslâm ile müşerref olmasını kolaylaştırıyordu.
Bütün bunlardan sonra da nasipsiz olanlar İslâm’a girmeye zorlanmaz, can-mal-ırz masûniyeti ve din hürriyeti içerisinde beldesinde hayatını emniyet içinde sürdürürdü.
Fethedilen beldelerde Osmanlı’nın temin ettiği adâlet dolu huzur ve sükûnu duyan diğer hıristiyan şehirleri; Osmanlı’nın kendi topraklarını da fethetmesini arzu ediyor, bunun için gizliden gizliye davet mektupları yazıyorlardı.
Zira başlarındaki zâlim tekfurlar, halka ezâ ve cefâda o derece ileri gitmişlerdi ki, artık kimsenin buna dayanacak tâkat ve gücü kalmamıştı. Hattâ tekfurların kendi aile efrâdı dahî onların zulümlerinden bıkmış ve usanmışlardı. Nitekim Aydos kalesi, bizzat tekfurun kızının yaptığı gizli bir plân sayesinde Abdurrahman Gazi tarafından fethedilmişti.
Osmanlı sultanları gönül fethi meselesini çok iyi idrâk etmişler, bunu evlâtlarına da talim etmişlerdi. İşte II. Murad Han’ın tavsiyeleri:
“Ey oğlum! Şunu iyice bilesin ki, herhangi bir şeyin devamı, yalnız kaba kuvvet, kılıç, kahramanlık ve ezici güç zoruyla mümkün değildir. Akıl, tedbir, sabır, ileriyi görme, imtihan ve yorucu tecrübeler çok mühimdir.
Birinci yol, her zaman geçerli olmadığı gibi, mahzurları da çoktur.
İkinci yol da tek başına bir işe yaramaz. Büyük muvaffakıyetler için ikisini bir arada yürütmek gerek!..
Unutma ki, yüce ecdâdımızın büyük zaferleri, görünüşte kılıcın gölgesinde olmuşsa da, hakikatte îmanlı bir akıl, mantık ve muhabbet güçleriyle gerçekleşebilmiştir.
Ey oğlum! Bir an bile olsa sakın adâleti elinden bırakma! Çünkü yüce Allah, âdildir ve âdil olanı sever. Bir bakıma sen O’nun yeryüzündeki halîfesisin. O, sana, kendi iradesiyle birtakım lütuflarda bulunmuş ve kullarının başına serdâr eylemiştir; bunu unutma!..”
Padişahlar bu mânevî düsturları, maddî sultanlığın yanında dâimâ var olagelen mânevî saltanatın pirlerinden öğreniyorlardı. O fetihleri gerçekleştiren sultanlar, kumandanlar ve paşalar da bilir ve itiraf ederlerdi ki:
GERÇEK FATİHLER,
HAK DOSTLARIDIR
Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fetheden kumandan olmuştu. Fakat o, her fethin olduğu gibi İstanbul fethinin de, hem kılıçların hem de mânevî duâ askerlerinin müşterek ihlâslı himmet ve gayretleriyle müyesser olduğunu ikrar etmekteydi.
Bilhassa İstanbul fethinin mimarları; Fatih Sultan Mehmed’i ince bir terbiye ile yetiştiren Molla Gûrânî, fethe mazhar olacağını müjdeleyen Hacı Bayrâm-ı Velî ve fetih gerçekleşene kadar metin bir mâneviyat istinadgâhı olarak Fatih’in yanı başında duran Akşemseddin hazerâtıydı.
O mübârek fethin mânevî kumandanları arasında o sırada tâ Türkistan’da bulunan Ubeydullah Ahrâr -kuddise sirruh- Hazretleri de vardı.
SEMERKANT’TAN İSTANBUL’A…
Torununun oğlu Hâce Muhammed Kāsım, ecdâdından şöyle nakleder:
“Ubeydullah Ahrâr, Perşembe günü öğleden sonra ânîden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip süratle Semerkant’tan dışarı çıktı. Talebelerine;
«–Siz burada oturun!» dedi.
Mevlânâ Şeyh isminde bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti.
Baktı ki;
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri; atının üzerinde bir sağa, bir sola meyletti sonra da kayboldu.
Hazret bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu ânî yolculuğun hikmetini sordular. O da;
«–Türk sultanı Mehmed Han, benden istiânede bulundu (yardım talep etti). Ben de O’na yardıma gittim. Allâh’ın izniyle zafer kazanıldı.» buyurdular.”
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin torunu Hâce Abdülhâdî şöyle anlatır:
“İstanbul’a gittiğimde Sultan İkinci Bâyezîd ile mülâkî oldum. Bu mevzuu şöyle hikâye etti:
«–Babam Fatih anlattı:
Fethin en şiddetli zamanında Rabbime ilticâ ederek, zamanın kutbunun imdâda yetişmesini istedim. O zât, şu şu vasıfta, bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi;
‘–Korkma! Zafer senindir!..’ buyurdu.
O zâta;
‘–Küffâr askeri çok fazla!’ dedim.
O da bana cübbesini açarak;
‘–İçine bak!’ dedi.
Cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu görünce hayretler içinde kaldım;
‘–Onların hepsi İslâm ordusuna yardım etmek için geldi.’ buyurdu ve devam etti:
‘–Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa köse vur ve bütün askere hücum emrini ver!’
Ben de aynen öyle yaptım. O pîr de, ordusu ile hücûma iştirâk etti. Feth-i mübîn gerçekleşti.»”
Bedir Harbi’nde de müslümanların nusreti için melâike ordularının ihsân edildiği âyetlerle sâbittir.
Gönül almak sûretinde mânevî bir gayeyi arzu eden İslâm ordularına, mânevî ihsan ve lütufların taraf-ı ilâhîden gelmesi câlib-i dikkattir. Maddî fetihlerin devamlılığını, kalıcılığını, istikrârını sağlayan esas unsur da budur. Nitekim, Osmanlı tarihinde Çubuk Ovası’nda Timur’un ordusuyla gerçekleştirilen harpte Osmanlı mağlûp olmuş, Yıldırım Bâyezid Han esir düşmüş, vefâtından sonra da memleket, şehzadelerin uzunca süren taht mücadelesinde başsız kalmıştı.
Onca yıl süren bu fetret devri müddetince, daha evvel fethedilmiş gayr-i müslim ahâlîsi olan şehirlerde isyan olmadı. Eğer o beldeler, gönül fethiyle değil de sadece kılıç zoruyla alınmış olsaydı, gayr-i müslim ahâlî bu fırsatı derhâl değerlendirip, başsız kalmış devletin sultasını kolayca bertarâf edebilirlerdi.
Bünyedeki gayr-i müslim dahî, gördüğü güzel ve âdil muamele karşısında böyle hayrân oluyor, bünyenin dışında kalmış müslümanlar da bu gönül fatihi devlete, Devlet-i Aliyye’ye iltihak ediyordu.
Çünkü görüyorlardı ki, bu padişahların anlayışında, sultanlık ve hükümranlık; gönül alıcı hizmetlerle, sadece Hakk’a ve halka hizmetkârlık idi.
Osmanlının da mü’minlerin riyâsetine bu çileli maksatla, âdetâ mecburiyetle tâlip olduğunu gören iki şahsiyet vardır ki, kendi hükümlerindeki beldeleri Osmanlı çatısı altına, kendi elleriyle ilhâk ettiler.
GÖNÜLLÜ İLTİHAK
Biri doğu illerini Osmanlı’ya herhangi bir harbe mahal vermeden büyük bir sevgi seli hâlinde bağlayan İdrîs-i Bitlisî Hazretleri’dir.
Diğeri de Barbaros Hayreddin Paşa’dır ki, koca Cezayir’in ve daha nice yerlerin sultanı durumunda iken şahsî hâkimiyet ve sultaya meyletmeyip emri altındaki memleketi İslâm vahdeti için müslümanların halîfesi mevkîinde bulunan Osmanlı sultanına bağlı bir eyâlet hâline getirmiş ve kendisi de o ittihad ve uhuvvetin merkezi olan büyük devletin kaptan-ı deryası olmayı, küçük bir ülkenin hükümdarlığına tercih etmiştir.
Bu sadâkat, uhuvvet ve fedâkârlık; gönül alıcı bir üslûbun meyveleriydi. Hak dostları, dâimâ gönül alıcı olmayı telkin ve tâlim ettiler, kendileri de gönüller aldılar.
İşte Hak dostlarının gönül alıcı tavsiyelerinden bir demet:
GÖNÜL ALMAYA BAK!
Emir Külâl -kuddise sirruh- Hazretleri:
“Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber, onların birçoğu tam bir kalp huzuru, tevâzû ve eziklik içinde kalıp giderler. Böyle kimseleri ara, bul ve onlara hizmet et!”
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri:
“Hak dostları; halkın yükünü ve zahmetini, onların ahlâkını güzelleştirmek için çekerler. Hakk’ın nazarının bulunmadığı hiçbir kalp yoktur. O kalbin sahibi bunu ister bilsin, ister bilmesin! İşte ehlullah, bu sebeple halkın yükünü çekerler ki, gönül almaya muvaffak olsunlar da o kalpteki nazar-ı ilâhîden kendilerine de feyz gelsin!”
“Kişi; insanlarla beraber olup onlara hizmet edince, halvete çekildiği zamanlardan daha fazla gönül huzuru elde eder. (Yani kesrette vahdeti yakalar, kalabalıklar içindeyken Cenâb-ı Hak ile beraber olabilirse, gönlü daha fazla huzura kavuşur.) Bizim yolumuzda gönül âlemi ancak bu şekilde inkişâf eder. Bizim yolumuz sohbet yoludur. Halvette şöhret, şöhrette ise âfet vardır. Hayır ve bereket, birlik ve beraberliktedir.
Birlikte olmak, sohbetle mümkündür. Ancak bu hâlin gerçekleşmesi, sohbetin faydalı olması şartına bağlıdır. Bir kişinin başkasıyla sohbeti ise benliği terk edip hiçliğe bürünmekle hâsıl olur.”
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruh-; benliği terk edip, hiçliğe bürünmenin en güzel misâlini kendi hayatında şöyle göstermiştir:
Nesefli bir mürîd, komşusuyla çekişmiş ve onun kalbini kırmıştı. Buna çok üzülen Hazret-i Nakşibend, Buhâra’dan kalkıp Nesef’e gitti. Şehre girer girmez doğruca gönlü kırılan zâtın hânesine yöneldi. Kapısına varıp;
“–Bu cürmü bize bağışlayın, suç bizimdir!” diye büyük bir tevâzu ve mahviyet içinde ricâda bulundu. Neticede mürîdinin komşusunun gönlünü aldı. Nakşibend Hazretleri’nin bir gönül yapmak için tâ Buhâra’dan kendi beldelerine gelmiş olması, bütün Neseflileri hayran bıraktı ve onların pek çoğu bu mürşid-i kâmilin mürîdi oldular.
Ne muazzam ve ne kadar samimî bir gönül fethi!..
Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU -kuddise sirruh- Hazretleri de gönül almakta ve kırmakta pek büyük bir ehemmetiyeti hâiz bulunan söz ve lisânın nasıl istihdam edilmesi gerektiğini şöyle îzâh ederlerdi:
LİSÂNIN VAZİFESİ GÖNÜL ALMAK
“Allah Teâlâ, her bir âzâyı ne için yarattıysa o yolda kullanılmasını irade etmektedir. Kalbin yaratılış sebebi, mârifet ve tevhidle meşgul olmaktır. Lisânın vazifesi, şahâdet ve tilâvetle meşgul olmak, insanların ayıplarını araştırmamak ve insanlara yumuşak ve gönül alıcı bir üslûb ile hitâb etmektir. Her bir âzâyı yaratılış maksadına göre kullanma husûsunda Cenâb-ı Hakk’a verdiği sözü tutmayan kişi, O’nun gazabına uğrar.”
Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:
وَلَاتَقْفُمَالَيْسَلَكَبِهٖ۪عِلْمٌاِنَّالسَّمْعَوَالْبَصَرَوَالْفُؤٰادَكُلُّاُولٰـئِكَكَانَعَنْهُمَسْؤُلًا
“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.”(el-İsrâ, 36)
Hacı Musa Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri de bir mektubunda hizmet ehlinin gönül alıcı vasıfta olması istikametinde şöyle tavsiyelerde bulunmaktaydı:
“Muhterem evlâdım!
…Mâneviyatta hizmet, insan rûhunda çok büyük bir mevki işgal eder. Hizmet yolunda bulunanlar (karşılık beklemeden) büyük derecelere nâil olurlar, yine bunda da başta ihlâs, istikamet, hemcinsine karşı şefkatli ve nezâketli olmak şartıyla… Hiçbir ehlullah tasavvur edilemez ki ihlâssız ve mahviyetsiz olsun… Nezâketle ve hilmiyetle kalpler fethedilir, sevgiler çoğaltılır. Hilm sahibi olup hemcinsine rıfk ve mülâyemetle muâmele edenler, seçilmişlerden olurlar. Bunları Allah sever ve kullarına da sevdirir.”
İşte bu dergâh gönüller, gönüller fethettiler.
Onların derdi, taraftar toplamak değil, cehennem ateşinden insan kurtarmaktı. Nefsâniyetin, şeytanın, kötülüğün, bâtılın kölesi olmuş, cehenneme sürüklenen gönülleri âzâd etmekti.
Mâzîye, bir tarih atlasının sahifelerinde gezercesine nazar kılındığında görülür ki;
Ecdâdımızın o mahdut imkânlarıyla, bu büyük gayeye mâtuf büyük hizmet, cehd ve gayretleri olmasaydı; bugün ehl-i îmân olan nice belde, küfrün karanlığı ve hüsrânı içerisinde kalırdı.
Ecdâdımız fethettiği hâlde, sonraki nesillerin muhafaza edemeyip yeniden küffâra terk etmek mecburiyetinde kaldığı Endülüs ve Balkanlardaki bazı beldeler, vicdanları sızlatan bir hicran yarasıdır. Yine îman kimliğini taşısa da din ve diyânetten tamamen uzaklaşarak, başkalaşmış insanlarımız, bizi dilhûn etmelidir.
Ukbâda nicelerinin yakamıza yapışıp;
“Sen, senden öncekilerin ihlâslı gayretleriyle İslâm ile müşerref olmuştun, İslâm nedir, îmân nedir biliyordun. Bana niçin anlatmadın? Benim ateşten âzâd olmam için niçin yardımını esirgedin?” diyeceği hakikatini unutmamamız îcâb eder.
Bunun için, bir mü’minin önce kendi gönlünü fethetmesi, yani kalbini yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın tâlimatlarına, Peygamber Efendimiz’in terbiye ve tezkiyesine açması elzemdir. Böylece selîm bir kalp elde edebildiği nisbette, mü’min; İslâm şahsiyetini temsil etmeye başlayacaktır. Yani söz ve fiilleri;
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi, sevdiğiyle beraberdir.”sırrınca Allah Rasûlü’nün sünnetini, İslâm’ın zarâfetini aksettirmeye başlayacaktır. Bir dergâh hâline gelen gönül, şefkatle çarpacak, ihlâs ile hizmet ve fedâkârlığa koşacaktır.
Samimî îman ve İslâm ahlâkının güzelliği; bu kıvâma ermiş ruhlardan taşarak, etrafındaki gönülleri yeşertir, fetheder hâle gelecektir.
İşte gerçek fetih budur.
Dün, bugün ve yarın, dünyanın muhtaç olduğu hamle budur.
Unutmamalı ki;
Kendilerinin ve bütün insanlığın düşmanı olarak yaşayan Atillâ, İskender ve emsalleri, açtıkları zulüm çukurlarında helâk oldular. Bedbaht ve zâlimâne başarıları, fânî tarihin çöplüğünde kendileri için ebedî bir âfete dönüştü.
Fakat gönüllerini dergâh hâline getiren, bu vesileyle dostluğun ilâhî kaynağına erişen Hak dostları, Hazret-i Mevlânâ, Şâh-ı Nakşibend, Yûnus misâli gönül sultanları; açtıkları gönül kapılarında cennet eşiği oldular. Muhteşem ve müstesnâ başarıları, fânî tarihin altın sayfalarında kendileri ve takipçileri için ebedî bir saâdete dönüştü.
Cenâb-ı Hak, başta Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz olmak üzere, sahâbe-i kiram ve fatih ecdâdımız gibi bizleri de gönül fütuhâtında muzaffer ve muvaffak olan bahtiyar kullarından eylesin.
Güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha kıymetli olan, bir tek gönlü de olsa hidâyete eriştirmeye vesile olma saâdetine Rabbimiz bizleri de vâsıl eylesin.
Âmîn!..